Nasırlı bir işçi eli gibi yüzümü tırmalayan sabah serinliğinde işe gitmek üzere evimden çıktım. Ellerimi ceplerime sakladım; omuzlarımla da montumun boğaz kısmını yukarı kaldırarak boynumu içeri çektim. Bu haliyle kendimi geceden kalma serserilere benzettim. Üşümüş, yaptıklarından pişman olmuş, çaresiz, suçlu; gidecek kapısı kalmamış… (Sevdim bir an bu halimi, hayalini kurmaya devam ettim)
Kaderine kahreder serseri, talihine, bahtına… Hayatın kaçan fırsatları gelir aklına, sonra gerekçeleri, sonra kızar, sonra suçlar, sonra küfreder hepsine. Sonra kabullenir her şeyi; “yapacak bir şey yok, durum bu” der. Sonra unutur, ilk gördüğü simitçisinde bir simit alır. Bir kısmını yer; bir kısmını da güvercinlere ya da yalvaran gözlerle kendini takip eden bir kediye verir. Böylece babacan ve masum hisseder kendini. İçine birden sevinç dolar, “hayat devam ediyor be, buna da şükür” der ve kalabalıklar içinde kaybolur. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Bilirim elbet, hepimizin bir serseri yanı vardır mutlaka; serseriliği tecrübe etmeyen birini tanımıyorum. Gece gündüz, gizli saklı, az ya da çok mutlaka bir yanımız serseriliğe değmiştir.
Serseri; normal davranmayan kişiye denir. Serseri zarar verendir, en çokta kendisine… Düzeni bozandır; narasıyla sokağın uykusunu kaçırandır, sigara dumanını milletin yüzüne üfürendir, ağacın dibine değil dalına oturandır, gazoz kapağını dişiyle açandır, cebinde ki son parayı dilenciye atandır, abdeste tersten başlayandır, saçını taramayan ama beyaz çorap giyendir. Serserilik bizim bir yanımızdır, o bize hastır; zira doğa da serserilik olmaz. Onda kusursuz bir düzen vardır; asla geri kalmayan. Şu sararmış yapraklar bunun en kesin kanıtıdır. Yazın güneşin ışığını kesen bu geniş ve sağlam yeşil yapraklar ömrümüzün akıbetini gösterir gibi, günbegün zayıflar, incelir, kurumaya başlar, rengi sarıya döner, sapı kırılgan bir hal alır ve gecenin ilk eksi dereceye düştüğü gün kırılır, dalından aşağı düşer. Yerlerde sürüklenir bir süre, rengi sarıdan kızıla sonra da kahverengiye döner. Ayaklar altında ezilerek paramparça olur, ıslanan toprağa karışır, gözden kaybolur; yeni bir baharda bir ağacın dalında yeniden doğmak üzere. Kimse ona serseri demez, şiirler yazar şairler yapraklara, gece ansızın düşen kırağıya, yavrusu ölü bile olsa son yumurtasını inatla bekleyen leyleğe, gelen sonbahara, yaklaşan kışa, özlenen yaza… Yatağına sığmayıp taşan dereye, camları kıran doluya, çatıları söken fırtınalara, arzı titreten depremlere… Akrep kovalayan tavuklara, karda açan çiğdem çiçeğine, ıssızda açan o güzel zambaklara… Kimse serseri demez onlara, hayran hayran bakarız onlara. Dedim ya serserilik insana has, bize özgü. Bir de düşüncelere…
Kafamda bu düşünleri alıp vererek bitirdim yolu; nihayet vardım iş yerine. Üşümem geçmişti, yürüdükçe ısınmıştım. Ellerimi cebimden çıkarıp yanıma salıvermişim, boynum boğazım yuvasından çıkmış, göğsüm açılmış. Süklüm püklüm değil; dik ve ciddi yürüyorum. Serserilikten eser kalmadı dış görünüşümde. Ama ya içimde…
Bak, karşıdan geliyor yine şu gıcık adam. Beyefendi gibi duruyor ama nasıl hasta ruhlu bir adam anlatamam size. Tokalaşmak için bile eldiven takar bu adam eline, ayakkabısında ki en ufak tozu silmek için üç peçete kullanır yol ortasında, sık sık gözlük camını siler karşısındaki ile konuşurken. Hem de bir metreden fazla yaklaşmaz kimseye; “bana mikrop bulaşmasın” diye. Belki mikroptan uzak yaşıyor ama her sözü, her davranışı, her düşüncesi mikrop dolu aslında.
Aramızda ki mesafe kısalıyor. Az sonra yanımdan geçip gidecek. İçim kabarıyor, şöyle okkalı bir tokat indirmek istiyorum suratına; öyle bir tokat olsun ki titretsin tüm bedenini. Ezilsin istiyorum insanlar karşısında mikrop gibi; ama yapamıyorum tabi. Karşılıklı yalancı bir tebessümle baş selamı veriyoruz birbirimize, “günaydın” diyoruz. Sanki o benden kaçıyor ben ondan, uzaklaşıyoruz birbirimizden…
Diyorum kendi kendime, “serserice davranıp o tokadı atmalı mıydım acaba?” içimde bir ses “sahte bir gülüşten, yalancı bir selamdan iyidir tokat atmak” diyor, diğer bir ses de “yoluna git be adam”… Serserilikle efendilik arasında gidip geliyorum. Sonra “la havle…” çekiyorum, tövbe istiğfar ediyorum.
Mevsim sonbahar, bir sıcak bir soğuk. Kışa hazırlıyor bizi. Yakında bitecek ama günleri sayılı… Ardından kış gelecek. Sonra ilkbahar, sonra yaz, yazdan sonra da tekrar sonbahar, sonra tekrar gelecek, sonra bir daha… Onun ömrü uzun belki; ama bizim ömrümüz kısa. Kaç sonbahar daha görürüz acaba? Allah ömründe hayırlısını versin. Nice yaz görmemiş ömürler var şu hayatta…
İş yerinin kilidine uzanıyorum. “Bismillah” diyorum. Efendice…