Uzun bir vadinin sonundaki tepede saklı olan, büyük bir mağarada gözlerimi açtım. Etrafımda mülteci insanlar vardı. Her yaştan yaklaşık otuz insanın olduğu bu topluluk bir millete ait değil; sanki tüm dünyadan tek tek toplanmış gibiydi. İçlerinde çekik gözlüsü de vardı, siyah derilisi de, beyaz tenlisi de. Hepsinin ortak yanı çok perişan görünmeleriydi. Belli ki aç ve yorgundular. Aynı zamanda ortamı saran korku o denli yoğundu ki; ne tarafa dönseniz korkuyu hissediyordum. Yine de diğerlerine göre daha dinç duruyordum. Hepsi karanlık mağaranın kenarlarına çökmüş, çocuklarını kucaklarını almış, koro halinde inliyorlardı. Ben ise içlerinde dolaşıp ne olup bittiği anlamaya çalışıyordum.
Birden, çoğu zaman olduğu gibi, kahramanlık duygularım kabardı; bu insanları kurtarmalıyım, diye düşündüm. Evvela onlara ekmek su bulmalıydım. Aynı zamanda buradan kurtulabilmeleri için de bir yol aramalıydım. Kendimi, nedense onlarla aynı durumda görmüyordum; sanki oradan geçen bir turist gibi, özgürce gezip dolaşan bir seyyah gibi hissediyordum. “Beni bekleyin, ben gelmeden dışarı çıkmayın” diyerek mağaradan ayrıldım. Arkamdan her dilde dua edildiğini duyar gibiydim. Vadinin derinliğine doğru yürümeye başladım. Beni şehre götürecek yolun, üzerinde olduğum yol olduğundan emin gibiydim. Bu vadiyi çok iyi biliyordum sanki. Aslına bakarsanız bu vadi, çocukluğumun geçtiği köyümün, üst başında bulunan ve adına “Göl deresi” dediğimiz, ortasından tertemiz bir derenin geçtiği küçük vadimizin ta kendisiydi. Sadece çok daha büyük görünüyordu gözüme.
Dere boyu uzanan söğüt ağaçlarının aralarından geçerek ilerledim. Sonunda bir şehre vardım. Hiç insan görmedim. Terk edilmiş bir şehirdi burası. O kadar büyük binalar vardı ki gözlerimi alamadım. Taş işçiliğinin, oyma sanatının, figür ustalığının en üst derecesine şahit oluyordum. Aklıma Salih peygamber ve Semud kavmi geldi. Bizden binlerce yıl evvel yaşamış bu kavim gibi koca bir sanat eserini andıran şehrin içinde geziyordum da bir tane insan göremiyordum. Hatta bir köpek, bir kuş, bir vahşi hayvan bile yoktu. Öyleyse mağaradaki bir avuç mülteci nereden gelmişlerdi ve neyden kaçıyorlardı? Kafam karışmıştı biran. Bunu ancak kendilerine sorarak öğrenebilirdim.
Aceleyle sokakları daldım. Dev insanları doyuracak kadar büyük bir fırın buldum. Henüz terk edilmiş gibi sıcak ekmekler vardı tezgahta. Heybemi doldurdum. O an üzerimde hiç paramın olmadığı aklıma geldi. Ya biri gelse de benden para istemiş olsa ne olacaktı? Aklıma yine Ashab-ı Kehf’in hikâyesi geldi. Onlara para uzatmış olsaydım acaba izimi takip edip bizi bulurlar mıydı? Neyse ki para isteyecek biri de yoktu; paramda…
Yeterince ekmek alıp fırından çıkıp, geldiğim yola düştüm. Gurur ve sevinç vardı içimde. Zira birazdan mültecilere sıcak ekmek götürüp, onları doyuracak, acılarını az da olsa hafifletecektim.
Vadiyi yokuş yukarı çıkarken nefesim sıklaştı. Yorulduğumu hissettim. Zaten varacağım yere yaklaşmıştım. Şehirden epeyce uzaklaştığımı biliyordum. Yine de son bir kez daha bakmak için arkamı döndüm. Hayatımın en ihtişamlı insan yapısına bakıyordum. Tarihin her döneminden toplanmış büyük yapıların bir arada sergilendiği şehir büyüklüğünde bir müzede gibiydim. Mısır piramitleri, Avrupa’nın sivri kulelerle çevrili kiliseleri, Anadolu’daki kervansaraylar, İnka’lara ait basamaklı piramitler, Ürdün’deki taş saraylarla dolu Petra’ya kadar hepsi oradaydı. Hatta sayamayacağım daha niceleri… Bu sahneyi görmenin imkansızlığını bildiğim için hemen fotoğraflamak istedim. Alışkanlık olacak ki elimi arka cebime atıp telefonumu yakaladım. Ve bu ilginç şehri defalarca fotoğrafladım. Dünyanın tüm medeniyetleri bir aradaydı ama içlerinde insan yoktu. Yine kafama takıldı; öyleyse bu mülteciler… Nereden gelip nereye gidiyorlardı? Neyden kaçıyorlardı. Ben kimdim ve nereye aittim? Kendimi mülteci gibi hissetmiyordum ama yolumun sonu onlara varıyordu.
Bu koca bir saçmalıktı ve bunu biran önce mantıklı bir açıklamaya bağlamalıydım.
Dinlenmiş olmanın kuvvetiyle koşar adım mağaraya vardım. İçeriye girdiğimde ürperdim, inanılmaz bir korkuya kapıldım. İçeride hiç kimse yoktu. Yapayalnız kalmıştım, tek başıma… Heybemde bir çuval ekmek, ardımda koca bir medeniyet, beni saran karanlık bir mağara ve ben… Sadece ben…
Uyandığımda sahur için kurduğum alarm çalıyordu. Şaşkınlıkla ve aceleyle, telefonumun resim galerisine baktım. Vadide çektiğim görüntülerin hiçbiri yoktu. Çektiğim fotoğrafların hepsi kaybolmuştu; bizimde dünyadaki mülteci hayattan silinip kaybolacağımız gibi…