Emekli ikramiyesiyle yemyeşil Yalova sırtlarında yaptırdığı minicik bahçeli evinde ömrünü tamamlarken, çok sevdiği Atatürk’e ilişkin on iki yıllık hizmet yılları gözlerinin önünde bir film şeridi gibi geçiyordu. Ona uşaklık ettiği için kendini bahtiyar hissediyordu. Dünyaya yeniden gelse yine onun hizmetkârı olarak yaşamak istiyordu. Kamarotluktan aklının kenarından bile geçmeyen bir işe Atatürk’ün uşaklığına gelişinin ilginç bir öyküsü vardı.
1910 yılında İzmir’in Salihli ilçesinde doğmuştur. İlk tahsilini Bursa ve İstanbul’da yaptıktan sonra komşusunun yardımı ile Reşit Paşa gemisinde stajyer kamarot olarak göreve başlar. Yolcu gemilerinde yabancı ülkelere gider. O zamana kadar Mustafa Kemal’i hiç görmemiştir. Karadeniz vapurunda görev yaparken, Atatürk’ü Mudanya’dan alıp Bandırma’ya bıraktıklarında uzaktan Mustafa Kemal’i görmüştür. İlk gördüğünde uzaktan da görmüş olsa ondan korkmuştur.
Soyadı Kanunu çıktığında herkes beğendiğini alıyordu. Cemaleddin’de gemilerde ikinci direk anlamına gelen “meslekten” bir soyadı seçmiştir. Artist Karmen Miranda’ya platonik aşk beslemektedir. Sevgilisinin adı ile kafiyeli olur diye düşünmüştür.
Grande mi? Granda mı? Kitapta açıkça belli değil. Kendisi “Granda” yerleşti kaldı dese de kitabın ön yüzünde “Cemal Grande” olarak yazılmıştır. Biz de yaygın olarak kullanılan hali ile “Granda” ismini tercih ediyoruz. Mustafa Kemal’in hizmetine 3 Temmuz1927’den 10 Kasım 1938’e kadar yanında bulunuyor. On iki senelik dönemde hatırında kalabilmiş olanları 1947 yazında not etmeye başlamıştır. Bunları bir kitap haline getirmeyi hiç düşünmemiş. Falih Rıfkı ve Kılıç Ali gibi şahıslar kendisini anılarını yazmaya teşvik etmişlerdir. Hatıratı yazmaya başlar. Turhan Gürkan ile tanıştıktan sonra hatıratını O’nun kaleminden yazmaya başlıyorlar. Yani Granda’nın hatıratını Turhan Gürkan ile birlikte hazırlıyorlar. Ekleme ve çıkarmalarla 4 Mart-31 Mayıs 1959 tarihleri arasında yayınlanıyor.
Tanıtmaya çalışacağım kitap, “anekdot” yayınlarından çıkmış olup 376 sayfadır. Kitap “Yayıncının Önsözü” ile başlamaktadır. Cemal Granda’nın kitabı farklı yayınevleri tarafından dört defa basılmıştır.
Cemal Granda’nın mesleği kamarotluktur. Yolcu gemilerinde yurt içi ve yurt dışı seyahatlerde bulunmuştur. Cemal Granda gemide çok çalışkan biri olarak göze çarpmaktadır. Bu durumu amirlerinin de dikkatini de çekmiştir. Bir gün kendisini müdüriyete çağırıp:
“-Seni saraya göndereceğiz, hazır ol” derler.
Heyecandan anlayamamıştı. Birkaç dakika sonra Mustafa Kemal’in hizmetine gireceğini anlamıştı. Arkadaşlarından kimi:
“-Çok sert adam…”
Kimi:
“-Gece hizmeti çok zor…”
İçinde hem heyecan hem de büyük bir korku vardı. Kendisine smokin, rugan pabuç almışlardı. Bunaltıcı sıcakta buram buram terliyordu.
Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nda kalıyordu. Doğruca oraya götürüldü. Yolda kendisine gerekli uyarılar yapılmıştı.
Duyduğuna göre Mustafa Kemal önceleri padişahların kaldığı saraylarda oturmaya niyetli değilmiş. O sırada kendisine bir mektup getirmişler. Mektubu yazan “sarayda oturmaya hakkın yok” diyormuş. Mektubu da “Bak, haine ne yazmış? İmzasını bile atmamış” diye kız kardeşi Makbule Atadan’a uzatmış. Makbule’nin sonradan dediğine göre “ağabeyimin Saray’da kalmasına sebep olan bu mektuptur. Çünkü sarayda kalmaya niyeti yoktu. İlk gün merasimden sonra bize gelecekti. Bu gibi tehditleri hiç sevmez, sinirlenirdi” demiştir.
Mustafa Kemal meçhul bir kişinin mektubu ile tehdide boyun eğmemek için, inadına Osmanlının saraylarında kaldığı anlıyoruz.
Granda kitabında Mustafa Kemal’in saraylarda kalmasıyla ilgili şu bilgiyi veriyor:
Mustafa Kemal ilk defa Dolmabahçe rıhtımına çıktığında kendisini karşılamaya gelenlerin “Hoş geldiniz” sözlerine karşı şu tarihi cevabı vermiştir:
“Artık bu Saray Tanrı’nın yeryüzündeki gölgelerinin değil, gölge olmayan, gerçek olan milletin Sarayı’dır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım” demişti.
Granda’nın, Mustafa Kemal’in ağzından duyduğu ilk söz budur.
Dolmabahçe Sarayı’nın perdeleri açılmıştır. Sarayın her şeyi yenilenmiştir. Mobilyalar lake. Hereke kumaşından ağır, çiçekli perdeler. Ortada çok güzel süslenmiş sofra vardır. Her şey yerli yerindedir.
Perde açılır.
Yemekte şunlar vardır: Güzel bir ordövr. Püreli tavuk, kuşkonmaz, ananas kompostosu.
Mustafa Kemal akşam sofrasında rakıyı tuzlu leblebi ile içiyor. Sevdiği yemekler Kuru fasulye, pilav, yoğurt, gül reçeli.
Granda on iki yıl akşam sofralarının bu şekilde sürüp gittiğini sıklıkla belirtiyor.
İlk günler Mustafa Kemal, Granda’nın yüzüne bakmıyor. Bu durum Granda’yı çok üzüyor.
Beklenen gün gelir ve bir akşam sofrasında Grandaya seslenir:
“-Efendi efendi…”
Granda’nın elinde kristal rakı sürahisi vardır. Heyecandan sürahiyi düşürecektir.
“-Buyurunuz efendim. Bir emriniz mi var Paşam?”
“-Senin ismin nedir?”
“-Cemal.”
“-Sonu yok mu bunun?”
“-Var, Cemalettin.
“-Haa! İsimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal kal. Dinin cemali miydin ki, sana bu ismi koydular”
Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Cemaleddin sevinçten kabına sığamıyordu. Fakat Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacaktı ki, yeniden seslendi:
“-Bu Cemaleddin ismini kim koydu sana?”
“-Babam.”
“-Öyleyse baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı. Bunun üzerine:
“-Ben babamı tanımıyorum” deyince yüzü daha da sertleşti:
“-Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?”
“-Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.”
Atatürk üzüldüğümü yüzümden anlamış olacak ki, birden sesini yumuşattı:
“-Anneni tanıyorsun ya yeter” dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi:
“-Ben de babamı tanımıyorum ya…”
Atatürk tekrar beni çağırdı. Yemek isteyecek sandım. Fakat O’nun aklı hala benim ismimde değil miymiş?
“-Ulan bu ismi sen mi koydun, yoksa baban mı?” diye bar bar bağırmaya başladı. Çok korkmaya başladım. Korktuğumu gördüğü halde daha fazla bağırıyordu. Bir fırsatını bulup gözden kayboldum.
Ertesi akşam sofra yeniden kuruldu. İlk sözü bana oldu:
“-Cemal, dün akşam sert sözlerle çok hırpalamıştım. Fakat Cemaller hep büyük adamlar olurlar. Sen de büyük adam olacaksın.”
Tarihteki Cemallerden bahsettikten sonra:
“-Cemal senin bu ismini değiştirelim, olmaz mı? Sen kendine göre bir isim bul bakalım.”
Daha karşılık vermeye fırsat vermeden:
“-Ben sana ismini buldum” dedi. Senin ismin Çelebi olsun.
O günden sonra Mustafa Kemal, Cemal Granda’ya o isimle hitap etti.
Cemal Granda, Mustafa Kemal’in ismini değiştirmesini şöyle anlatıyor:
Türk dilinin sadeleşmesine, özleşmesine, yabancı sözlerden arınmasına önem verildiği günlerdeydi. “Kemal” in Arapça olduğu ve Türkçede “Kamal” diye bir söz bulunduğu ileri sürülmüştü. Atatürk de bu görüşü uygun bularak Kemal yerine Kamal diye yazmaya başlamış. Bizim bundan haberimiz yok. O’nu Mustafa Kemal diye biliyoruz. Müstahdem arasında polislikten emekli olmuş Kemal adlı bir de sofracı vardı. Askerliğini Köşkte hizmet ederek yapıyordu. Bir akşam sofrasında üç kadeh içkiden sonra Atatürk bize dönerek şaka şeklinde:
-“Dünyada ne kadar Kemal varsa hepsi eşektir…” dedi. Sofracı Kemal şaşaladı. Ne diyeceğini bilemedi. Toparlandı. Dili tutulmuş gibiydi. Dudakları titriyordu. Gözlerini Atatürk’ün yüzünden ayıramıyordu. Hepimiz bunun altından ne çıkacak diye beklerken Atatürk sözlerini şöyle bitirdi:
“-Haaa anladım sen bana bakıyorsun. Sen de Kemal’sin demek istiyorsun. Ben artık Kamal oldum. Kemal’ler başının çaresine baksın…” dedi.
Atatürk’ün son kartvizitinde “Kamal Atatürk” yazılıydı ve bu kartvizit ölümüne dek değişmedi. Fakat ben bu Kamal adını hiç tutmadım. Bir türlü ısınamadım. Bu adı niye almış? Mustafa Kemal bütün harekât ve devrimlerde o zamanın insanları üzerinde etki yapmıştı. Cengaver bir insan idi. Kamal adını nereden çıkardılar bilemiyorum…
Cemal Granda, Mustafa Kemal’in hizmetçilere özel ilgi gösterdiğini onların dertleri ile yakından ilgilendiğini aktarıyor.
“-Yahu, Allah muhafaza, bir gün bana bir şey olursa bu çocukların hali ne olur?” diye bizi işaret ederek sormuş. Ruşen Eşref de şöyle demiş:
Mustafa Kemal hızla devrimlere devam ederken şapka devrimi günlerini Granda eserinde şu şekilde anlatıyor:
Şapka Devrimi’nden sonra fes bir kenara atılmış herkes şapka giymeye başlamıştı. Şapkayla beraber bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı. 1930 yılında Ankara’dayız. O zamanın Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip elindeki bir makineyle herkesin kafatasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi? Yani biz hizmetkârların konuşmalarına göre hayvan mı, yoksa insan mı? Hatırımda kaldığına göre 77-79 gelen kafalar Dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Formdan Brakisefal.
Atatürk’ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler, başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk, Reşit Galip’e:
-“Çelebi’ninkini ölç” dedi. Öbürlerinden önce başım ölçüldü. 81 çıktı. Sevinmeye başlamıştım. Öyle ya, Atatürk’le aynı kafa ölçüsü taşıyordum. Fakat sevincim uzun sürmedi. Atatürk:
-“Olmaz! O hayvan kafalıdır. Bir yanlışlık olmasın” dedi.
Nerdeyse ağlayacaktım. Alındığımı anlayınca gülmeye başladı.
Tekrar dalıma basarak,
Mustafa Kemal’in sağlığı hakkında dedikodular çıkmıştı. Felç olduğu, ayağı tutmadığı, gözünün görmediği söyleniyordu. Söğütlü yatı ile Boğaz’da gezerken üç bira içmişti. Tahsin Uzer’in yalısına gidiliyor. İkinci bir sofrada burada kuruluyor. Mustafa Kemal’in geldiğini duyan halk yalının karşısına gelerek “gaziyi isteriz” diye bağırıyorlar. Bunu duyan Mustafa Kemal yalının balkonundan kalabalığa şöyle sesleniyor:
“-Sevgili vatandaşlarım. Benim için zahmet ediyorsunuz. Mahcup oluyorum. Beni görmek behemehal yüzümü görmek değildir? Benim fikrimi,duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. Benim için huzurunuzu bozmayın, gidip yatın. Hepinizi yarın iş bekliyor. Bazıları benim için nüzul inmiş, eli ayağı tutmuyor ölmesi mümkündür diye söylüyorlarmış. Sizin için sağlığını, ömrünü vazifeye adayan adam sahnededir. Sizin için çalışacak, sizin için yaşayacaktır.”
Cemal Granda, Mustafa Kemal’in çok içki içmesine karışanların başında Umumi Kâtip Yusuf Hikmet Bayur’un geldiğini söylüyor. Bayur sık sık Mustafa Kemal’e:
“-Paşam, yine renginiz yerinde değil, çok yorgun ve bitkinsiniz. Şu içkiyi çok içmeseniz iyi olur ”derdi. Mustafa Kemal de:
“-A Hikmet Bey, ben rakıyı şimdi değil, daha Harbiye talebesiyken içerdim. Bugüne kadar bir zararını görmedim” diye karşılık verirdi. Mustafa Kemal kendisine sadık Umum Kâtib’inden kurtulmak için O’nu Kabil’e sefir olarak gönderirken şöyle diyordu:
“-Hikmet Bey, seni Kabil’e sefir yapalım. Git, oraları gör. Hatta gerekirse Hindistan’a kadar git. Oralar hakkında bilgi edin. Oku, öğren ve ilim getir. Bize bu yolda faydalı ol” derdi.
Cemal Granda, Mustafa Kemal’in isteğinin özgür olmak, halkın arsında onlar gibi yaşamaktı diye anlatıyor. Mustafa Kemal bu konuda şöyle demiştir:
“Şöyle Karaköy’deki koltuk meyhanelerinde oturup, halkın arasında içmek, sonra aklına esince bastonumu alıp Avrupa’ya gitmek ne iyi olurdu. Bıktım bu resmi hayattan, törenli şekilde yaşamaktan. O meyhaneler şimdi duruyor mu acaba?” diye hür olma isteğini ortaya koyuyor ve şöyle ekliyordu: “Tokatlıyan’da oturuyorsun. Bir sürü insan etrafını çevirmiş. Ne rakıyı, ne suyu rahat içebilirsin. Eskiden ne iyiydi. Koltuk meyhanelerine gider, bir tabureye oturur, rahatça yer içerdim de kimse farkında bile olmazdı. Nerde o günler? Şimdi bir yerde oturdum mu, herkes beni seyrediyor.”
Atatürk’ün sınırlı yaşayıştan usanarak Nuri Conker’e iki de bir “Bu Cumhurreisliğini her seferinde benim üzerime yıkıyorsunuz. Ben asker adamım. Tarihte okuduk. Napolyonlar da Fransa’ya pek yararlı olmamışlardır. Benim de böyle olmayacağım ne malum? Bırakın da serbest gezeyim. Alayım elime bastonumu. Hindi Çin’i dolaşayım” derdi. Atatürk, Cumhurbaşkanlığını istemediğini sık sık tekrarlardı fakat Türk ulusu onu bırakabilir miydi? Atatürk’ün bu protokollü yaşayıştan usanarak ara sıra kaçtığı da olurdu. Özgürlük özleminin kaçınılmaz bir sonucuydu bu kaçışlar. Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda yalnız kalınca canı çok sıkılmış. Kılıç Ali ve arkadaşları başka bir yerde sofra kurmuşlardı. Doğruca oraya gitmiş. Mustafa Kemal, yarı kızgın, yarı şaka Kılıç Ali’ye şöyle çıkışmış:
“- Bravo size. Beni Dolmabahçe’ye tıktınız, siz burada eğlenceye daldınız.
(Mustafa Kemal’in rahat rahat içki içemediği ile ilgili söyledikleri tartışılır. Zira kendisinin her ortamda içki içtiği bilinmektedir. Buna şu örneği verebiliriz:
Bu konu ile alakalı olarak Granda’nın hatıratında şöyle bir hatıra anlatılıyor:
Nuri Conker, Atatürk’ün nazını çektiği, şakalarına katlandığı bir çocukluk arkadaşıydı. Onun aşırı giden hareketlerine kızmaz, patavatsızca kırdığı potları hoş görür, en koyu tenkitlerine bile katlanırdı. Nuri Conker Atatürk’e takılır, kızdığı zaman damarına basar. O da punduna getirip, bu çocukluk arkadaşına yapmadığını bırakmaz, adeta onu deli ederdi. Nuri Conker arada bir:
“-Paşam, çekilsen de o koltukta biraz da biz otursak” diye takılırdı. Bir akşam yemeği sırasında sofranın en neşeli anında Atatürk, yine bu şekilde şakalaşan Nuri Conker’e dönüp:
-“Sen reisi cumhur olabilir misin?” diye sordu.
-“Olurum. Hem senden daha iyi idare ederim.”
-“Öyleyse prova edelim. Geç otur bakalım koltuğa. Şimdi sen reisicumhursun. Söyle bakalım ne yapacaksın?” Nuri Conker hiç istifini bozmadan keyifle Atatürk’ün koltuğuna oturdu. Çevresini şöyle bir tepeden bakışla süzdükten sonra bana dönüp:
-“Hayvanlar, yemek getirin” dedi. Herkesin yüzünde bir gülümseme.
Atatürk de gülüyor dönüp bana:
-“Çelebi Efendi. Ben böyle mi söylüyorum?” diye sordu.
Hayır diye cevap versem, bu biraz da dalkavukluk olacaktı. Kendimi toparladım. Fırsat bu fırsat deyip, hemen taşı gediğine yerleştirdim:
-“Aşağı yukarı böyle oluyor Paşam.”
-“Anlaşıldı. Sen reisicumhurluk yapamayacaksın. Dur ben yine yerime geleyim” dedi.
Mustafa Kemal çevresindekilere karşı bazen hayvan diye hitap ediyor. Cemal Granda bu konu ile ilgili kitabında şunları bahsediyor:
“Dolmabahçe Sarayı’nda bir davette misafirlere koltuklar yetişmedi. Aynı renkte olduğu için eksiği aynı renk sandalye ile tamamladım.” Atatürk bunu görünce:
“-Niye koltuk vermiyorsun?”
“-Koltuk bitti aynı desenden sandalyesini verdim.”
Atatürk sinirlenmişti.
“-Hayvan kafanı kullan, koltuk ver” dedi.
“-Aynı renk olsun diye sandalye getirmiştim efendim.”
Tekrar:
”-Kafanı kullan hayvan” dedi.
Bu sözlere çok üzülen Granda odasına koşarak hüngür hüngür ağlamıştır. Az sonra yanına Başyaver Cevat Abbas ve İkinci Yaver Naşit geldiler:
“-Niçin ağlıyorsun?”
“-Hayvan dedi.”
“-Bize her gün eşşoğlu diyor. Darılıyor muyuz? Ne var dediyse? Hayvan mı oldun? Nazik terbiyeli adam… Hepinizi de seviyor. Sevmese bunca yıl yanında tutar mı? Ama arada bir böyle konuşuyor. Ne var alınacak. Koskoca reisicumhur. Her şeyi biliyor.”
Mustafa Kemal her akşam sofrasında konukları ile yemek yer, içki içer, sohbet eder, dans eder, güreş yaptırırdı. Bir gün yeni doğan atı aklına geldi. Atın ve tayın köşkün salonuna getirilmesini emretti. Kısa bir şaşkınlıktan sonra isteği yerine getirildi. Çankaya Köşkünün salonuna tay ve annesi getirildi. Mustafa Kemal bir süre sevdi okşadı. Hayvanlar tekrar yerine götürüldü.
Yine böyle bir akşamda söz, nişan atışı üzerineydi. Konuklardan Şükrü Kaya:
“- Elektrik ampullerine nişan almak zordur. Hedefe isabet olmaz. Ampul ışıklı olduğu için göz alır, nişan alınmakta zorlanılır” dedi. Mustafa Kemal kapıdaki nöbetçiyi çağırttı:
“-Emret Paşam…” diyerek üç ampulü teker teker vurdu. Mustafa Kemal, konuklara dönerek:
“-Gördünüz ya, Türk askeri böyle vurur…” dedikten sonra, arka cebinde toplu tabancasını çekerek tavandaki avizenin ampullerini başladı teker teker tam isabet vurmaya. Eski köşkün tavanı ahşap olduğundan tavan delik deşik oldu. Yukardaki yatak odasının gardırobunda ne kadar gömlek, don, fanila varsa delik deşik olmuş. Bereket versin o anda yatak odasında kimse yoktu.
Cemal Grande, Mustafa Kemal’in hayvanları sevdiğinden bahisle Fox isminde ki köpekten bahsederek der ki: “Foks aslında hırçın bir köpekti. Birkaç yıl Atatürk’ün yanında kalmıştı. Zaman zaman hırçınlaştığı olurdu. Bir gün Atatürk’ün elini sarılı gördük. Foks ısırdı dediler. Olay gece olmuş. Atatürk, ne olmuşsa olmuş, Foks’a kızmış. Kamçıyla başlamış dövmeye. Vurdukça hayvan geri geri gitmiş. Fakat kamçı dozu artınca da saldırıp elini ısırmış. Elinden kan akmaya başlayınca zile başmış. Hemen koşup kanları oksijenli suyla yıkamışlar. Tentürdiyot sürmüşler. O gün elini sarılı görünce hepimiz meraklanmıştık. Demek ki, meselenin aslı buymuş. Bunun üzerine köpeği Köşk’ten uzaklaştırdılar, çiftliğe götürdüler. Yakınlarından birkaç kişi, “sahibini ısıran köpekten hayır gelmez” diye öldürülmesi için Atatürk’e ısrar ettiler. İzin verdi mi vermedi mi bilmiyorum ama Foks o günlerde öldürüldü.
Cemal Granda, Mustafa Kemal’in tabiatıyla ilgili bilgi verdikten sonra O’nun Yahudilikle ilgili sözlerini şöyle anlatıyor:
“Atatürk uysal bir insan değildi. Hatta haşin olduğu dahi söylenebilir. Böyle olduğu halde çok terbiyeli, çok olgun, çok merhametli, çok hoşgörülü bir insandı. Temiz kalpliydi, alçak gönüllüydü. Gösterişten uzaktı. Vazife başında laubaliliğe yer vermez, fakat özel yaşantısında sevdiklerinin nazını çekerdi. Dostlarına, arkadaşlarına vefalıydı. Zaten Atatürk’ün en büyük üstün hallerinden biri de kin ve garez gibi insani duyguların üzerine çıkabilmiş olmasıdır. Bağışlamayacağı suç yok gibiydi. Birçok hataları gördüğü halde görmezlikten gelirdi. Kendisine sofrada kafa tutan Dr. Reşit Galip olayında da ona karşı kin tutmamış ve sonunda affederek Milli Eğitim Bakanı bile yapmıştı. En büyük meziyetlerinden biri de çabuk affetmesiydi. Kimleri, ne zaman affedeceğini de çok iyi bilirdi. Hırsı çok çabuk geçerdi.
Bir gün Çankaya’da eski Köşk’te Selanikli Berber Mehmet ve Berber Rıdvan’la antrede oturmuş konuşuyorduk. Berberlerin ikisi de Atatürk’ün hemşerisi olduklarından kendilerini imtiyazlı sayarlar, yüksekten konuşurlardı. Bu şekilde şaka da olsa böbürlenerek dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, fakat yine renk vermemeye çalışırdım. Fakat bütün dikkatime rağmen aramızda yine de tartışmalar eksik olmazdı. O gün yine onlar zayıf tarafımı bulmuşlar, bana şakadan takılıyorlar:
“-Biz Selanikliler olmasaydık siz kurtulamazdınız” diyorlar, ben de cevap olarak:
“-Biz kendi kendimizi kurtardık. Selaniklilere ihtiyacımız yok. Hem Selanik’ten çıksa çıksa Yahudi çıkar” diyordum.
O sırada merdivenlerden yavaş yavaş inen Atatürk’ü görmemiştik.
Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam sofrada bir Selanikli olan Nuri Conker’e damdan düşer gibi sordu:
“-Nuri Bey, Selanik’ten ne çıkar?”
O an beynimin karıncalandığını duyar gibi oldum. Demek korktuğum başıma gelmiş, Atatürk antrede konuştuklarımızın hepsini duymuştu… Nuri Conker, Atatürk’ün nazını çektiği, kaprislerine katlandığı eski bir çocukluk arkadaşı olduğu için aklına eseni söylemekten çekinmeyen biriydi. Elde ettiği aşırı imtiyazlar yüzünden ciddi ciddi “Sen çekil de, biraz da biz cumhurbaşkanlığı, yapalım” diyecek kadar ileri gittiği zamanlarda bile Atatürk gülüp geçer, işi şakaya boğardı. Fakat bu seferkinin şakaya gelir yani yok.
Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuş da, beni korumak kararını vermişçesine:
“-Bol Yahudi çıkar Paşam” demesin mi?
Bunun üzerine Atatürk, yüzünde alaylı bir gülümsemeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi:
“-Benim için de bazı kimseler, Selanikli olduğumdan, Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyan’dı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lazımdır.”
O günkü kadar utandığımı ve Atatürk’ün karşısında küçüldüğümü on iki yıllık hizmetim süresince hiç hatırlamıyorum. Belkde da ömrüm boyunca benim için en büyük utanç da bu olmuştur o günden sonra Selanik kelimesini bir daha ağzıma almadım.
Mustafa Kemal çevresindeki kişilere çok değer verirmiş. Şairler, gazeteciler, romancılar, bilim adamları vs. Yaptığı devrimleri halka anlatıp benimsetecek kişiler bunlardır. Cemal Granda bununla Mustafa Kemal’in sofrasında bu şahısların sıkça bulunduğunu anlatır. Mustafa Kemal Falih Rıfkı’yı bir başka sevmektedir. Onunla ilgili şu hatırayı anlatıyor:
“Ankara’da yeni açılmış olan bir barda, çıplak kızların cirit attığı bu eğlence yerine Çankaya müdavimleri de dadanmıştı. Bunlardan biri de Falih Rıfkı idi. Burada çalışan Alman bir kıza tutulmuş. Bu kız yüzünden pavyondan çıkmazmış. Mustafa Kemal’e yaranmak için bazı dalkavuklar Falih Rıfkı ve bazı eşhasın pavyonda yaptıklarını anlatmışlar. Bu kişilerin devrimin önemli kadroları olduğunu, böyle ahlaksız bir yerde bulunmamaları gerektiğini anlatmışlar. Mustafa Kemal bunları dinledikten sonra şöyle cevap veriyor:
“-Bana bak Recep Zühtü Bey, deminden beri bahsettiğiniz o gazetecinin bana kafasıyla kalemi lazım. Geri kalanı kendisine aittir. Ne seni ilgilendirir, ne de beni. Anladın mı?”
Mustafa Kemal sık sık balo tertip eder, seçkin konuklarını eşleri ile baloya davet ederdi. En çok sevdiği ise baloya katılanların eşleri ile dans etmesiydi. Eşleri, Mustafa Kemal’le dans eden beyler bir köşede dansı seyrederlerdi. Bundan büyük onur duyarlardı. Koca Gazi Mustafa Kemal eşi ile dans etme büyüklüğünü göstermişti. Değer verdiği kişilere sevgisini böyle gösterirdi. Granda bununla ilgili şöyle bir örnek veriyor:
Tarih Kurumu ve Dil Kurumu toplantılarında Atatürk, Abdülhak Hamid’i ayağa kalkarak “Üstada” diye selamlayıp yer verir, kendisine özel bir ilgi gösterirdi. Marmara Köşkü’nde bir de yer vermişti. Ankara’ya geldiğinde orada otururdu. Sonradan da milletvekili olmuştu. Hamid’in ölümünde de “Şair-i Azam’ın askeri merasimle kaldırılması” için emir verdirmiş, büyük şairin cenazesi de top arabasıyla kaldırılmıştır.
Yalova’ da Büyük Otel’de bir balo veriliyordu. O çağın gazetecilerinden İzzet Melih ve eşi de konuklar arasındaydı. Atatürk, bu hanımla bir süre dans edip konuştuktan sonra büfeye doğru gitti. Abdülhak Hamid ve eşi Lüsyen Hanım da oradaydı. Lüsyen Hanım’ı dansa kaldırdı. Dans bitince, yerine oturturken de yanağına bir öpücük kondurdu. Bir süre sonra Ankara’daki bir davette Atatürk yine Şair-i azamla karşılaşmış ve Lüsyen Hanım’ı dansa kaldırmıştı. Onlar pistte dönerlerken Abdülhak Hamid, Kılıç Ali’ye dönüp şöyle dedi:
“-Onlar gençtir bırak eğlensinler. Sen bana Antep’i nasıl kurtardın, onu anlat…”
Granda şu hatırayı naklediyor:
Çankaya Köşkü’nde yine bir akşam ziyafeti… İstanbul sosyetesinin tanınmış kişilerinden Adalı Ayşe Hanım ve eşi Asaf Bey de konuklar arasında bulunuyordu. Saat gecenin ikisine yaklaşmıştı. Pistteki çiftler azaldığı bir sıra Atatürk, Ayşe Hanımı dansa kaldırdı. Hatırımda kaldığına göre bir vals çalıyordu.
Ayşe Hanım’ın eşi Asaf Bey’in bir ara elinde tabancayla ayağa kalkmak istediği görüldü. Medeni Kanun çoktan çıkmıştı. Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek için dev adımlarla ilerliyordu. Batı’nın bütün yeniliklerini benimsiyorduk. Danstan tabii bir şey var mıydı? Üstelik Adalı Ayşe Hanım ve eşi de sosyeteden gelmeydiler.
Asaf Bey’in tabancası Atatürk’ü hedef tutacağını hiç sanmıyorum. Onun olsa olsa sarhoşluğun etkisiyle bu tabancayı çekmiş olduğu düşünülebilir. Fakat daha ayağa kalkmadan yanında bulunan Sinop milletvekili Recep Zühtü’nün onu bir yumrukta yere sermesi bir oldu. Recep Zühtü, Asaf Bey’in elindeki küçük tabancayı bana verdi. Ben de sofra dağıldıktan sonra başyaver Celal Bey’e götürdüm.
Atatürk’ün bütün bunlardan haberi yoktu. Dansını bitirdikten sonra konukların yanına oturmuştu. Durumu ancak ertesi günü akşam sofrasında Atatürk’e anlattılar. Kızacağını sanıyorduk. Gülerek:
“-Yahu ne var bunda çekinecek. Adamcağız keyfe gelmiş, canı tabanca atmak istemiş…” diye cevap verdi.
Cemal Granda harf devrimi ile ilgili anlattıklarını olduğu gibi istifadenize sunuyoruz:
Sarayburnu Parkı’nda 9 ağustos 1928 gecesi düzenlenen şenlikler sırasında çok önemli bir olay daha oldu. Müzik devriminden sonra Atatürk, bir devrimi daha müjdeledi. Az önce sahnede Münifet-ül Mehdiye takımıyla şakıyan Arap şarkıcı Cemaliyye, bir süre Atatürk’ün masasında kalıp, onun müzik konusunda söylediği ilginç sözleri hayranlıkla dinledikten sonra teşekkür edip ayrılmıştı. Atatürk bundan sonra ayağa kalkarak kadehini halka doğru kaldırıp:
“-Arkadaşlar, hanımlar beyler. Şu gördüğünüz içki rakıdır. Bunu vaktiyle Padişahlar saraylarda, dört duvar ve kafes arkasında gizli gizli içerlerdi. Bizse, hepimiz şurada toplu olarak alenen içiyoruz. İşte aziz milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum” dedi.
Atatürk’ün bir halk adamı olduğunu, bundan daha güzel hangi olay anlatır? Halkın içinden çıkan büyük adam, halkla beraber kadeh kaldırıyordu.
“-Hepinizin şerefine içiyorum” der demez bütün gazino bir anda karıştı. Topluluk ayağa fırlarmış:
“Yaşa Paşam. Sağ ol Paşam. Allah seni başımızdan eksik etmesin!” bağırışlarıyla kadehlerini kaldırıyor, Atatürk’e doğru sallıyorlardı. Bu manzara onu çok içlendirmişti. Halkın coşkunluğu sürüp gidiyordu.
Atatürk, birdenbire kararlar verirdi. Yine öyle olmuş, coşan halka, sayısız devrimlerinden birini daha müjdeliyordu. 1927 yılında ne pahasına olursa olsun yapmaya karar verdiği ve 1928 kış aylarını da hazırlıklarıyla geçirdiği Latin Harflerinin Türkçeye alındığını ilan edişi işte o geceye rastlar. İleri bir millet olabilmemiz için yeni harflerin kullanılması gerektiğini halka anlatan Atatürk şöyle diyordu:
“-Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk harflerini her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bu ödevi yaparken düşününüz ki, bir milletin yüzde onu, yüzde yirmisi okuma-yazma bilir de, yüzde sekseni, doksanı bilmezse ayıptır. Bu millet utanman[lı]dır. Ama Türk Milleti, utanmak için yaratılmış bir millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, şanlı, şerefli bir millettir. Tarihi baştanbaşa iftiharlarla dolu bir millettir.
Okuma-yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. Hata, Türk’ün seciyesini anlamayarak, kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık geçmişin bu hatalarını kökünden halletme zamanı gelmiştir. Hataları düzelteceğiz. Bu hususta bütün vatandaşların çalışmasını isterim. En nihayet bir-iki yıl içinde bütün Türk halkı yeni harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir. Millet, kafasıyla olduğu gibi, yazısıyla da medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.”
Bunu duyan halk, O’nu kucaklamak, bağrına basmak için birbirini çiğnemeye başladı. Görülmemiş coşkunluk sırasında ağlayanlar da vardı.
Eğlencelerden sonra Gülhane Parkı’ndan Büyükada Yat Kulübü’ne giderken bir olay oldu. Atatürk’ü geçiren, çevresini sarıp O’nu çılgınca alkışlayan halkın arasında sımsıkı bir çarşafa sarılmış bir kadın, dikkatini çekmişti. Hemen kadının yanına doğru gitti:
“-Hanımefendi, adınız nedir? “diye sordu.
“-Hafız Hanım.”
“-Nerelisiniz?”
“-Eyüplü’yüm.”
“-Hafız Hanım, benim hatırım için başındaki şu siyah örtüyü atıp, etrafı daha rahat görmek istemez misin?”
Kadın bu sözlere, sözle değil, iki eliyle sarıldığı çarşafı başından çıkarıp atarak karşılık verdi. Sonra gözlerini Atatürk’ten hiç ayırmayarak diz çöktü. Ellerine sarılıp öperken dudaklarından şu cevaplar döküldü:
“-Sana kurban olayım…
Mustafa Kemal yaptığı devrimlere hizmet edebilecek kişilere her zaman yakın ilgi göstermiştir. Onlara makam ve mevkii vererek ideolojisini yaymaya nefer yapmıştır. Bu kişilerden eli kalem tutan yazarlara, şairlere özel bir önem vermiştir. Cemal Granda hatıratında, Mustafa Kemal’in bu yönü ile ilgili örnek veriyor. Bunlardan Behçet Kemal Mustafa Kemal’in yeni gözdesidir. Behçet Kemal o kadar ileri gidecektir ki Mustafa Kemal’in ölümünden sonra 1939 yılında o zamanlar Mustafa Kemal’e hayran olan Necip Fazıl ile 10 Kasım 1939 tarihinde ağlayarak şiir okuyacaklardır[2]. Behçet Kemal Çağlar o kadar ileri gidecektir ki “Süleyman Çelebi Mevlidine” nazire olarak Atatürk Mevlidi yazacaktır. Atatürk Mevlidi’nden birkaç mısra örnek verelim:
Merhaba ey ulu serdâr merhaba![3]
Behçet Kemal Çağlar’ın, Mustafa Kemal ile tanışmasını Cemal Granda şöyle anlatıyor:
O akşam sofra şair ve ediplerle doluydu. Yahya Kemal Beyatlı, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Behçet Kemal Çağlar’dan başka Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın Fazıl Ahmet Aykaç gibi edebiyat dünyasının kalburüstü kişileri de gelmiş bulunuyorlardı. Öbür konuklar, her zaman bulunan Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya gibi devlet adamlarıydı.
Yemek başladı. Atatürk’ün keyifli gecelerinden biriydi. İlk soruyu Behçet Kemal’e sordu:
“-Yahya Kemal’i tanıyor musunuz?”
Genç şair henüz bir lise öğrencisiydi. Türk Ocağı’nda (halkevi) oynayan Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Çoban” piyesinde rol aldığı için oradan tanımış ve getirtmişti. Atatürk’ün sorusu onu biraz heyecanlandırmıştı:
“-Paşam, eserlerini okudum. Şimdi ilk kez görüyorum.” Atatürk o zaman Yahya Kemal’i, Behçet Kemal’le tanıştırdı.
“-Yahya Kemal, memleketimizin tanınmış şairlerindendir. Senin de bunun gibi yükselmeni istiyorum. Sizin gibi gençlerin yükselmesine Yahya Kemal yardım etsin” dedikten sonra Yahya Kemal’e dönerek: “Nasıl Beyefendi! Yardımınızı esirgememenizi rica ederim.”
“Emredersiniz Paşam.”
Bunun üzerine Atatürk, Behçet Kemal Çağlar’a dönerek:
“-Şu sofraya bak ve bir şiir yaz” dedi.
Behçet Kemal derhal cebinden portföyünü ve kalemini çıkardı. Hiç düşünmeden bu ısmarlama şiiri birkaç dakika içinde bitirdi ve okudu.
Atatürk şiiri can kulağıyla dinledi. Çok hoşuna gitmişti. O kadar sevindi ki, yerinden doğruldu. Behçet Kemal’i alnından öptü. Bir lise öğrencisi için bu ne erişilmez bir onurdu. Atatürk onu sofrasına çağırsın, ilk soruyu ona sorsun, sofrası için şiir yazdırsın, beğensin ve kalkıp alnından öpsün.
Behçet Kemal, bu öpüşü de bir anda şiirleştiriverdi. Hatırımda kaldığına göre bu dize şöyleydi:
“Alnımdan öpen Atam. Bu öpmeyi cehennemler silemez.” Atatürk bundan sonra çevresine dönerek, “Bu genci İngiltere’ye gönderelim. Orada İngiliz edipleriyle tanışsın ve iyi bir şair olarak memlekete dönsün” dedi. Bundan sonra Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, İstanbul’un işgali yıllarına ilişkin bir konuşması başladı. Aklımda kaldığına göre şöyleydi: İstanbul’un işgal edildiği gün… Hamdullah Suphi, Kanlıca ‘daki evinden Şirketi Hayriye’nin Boğaziçi vapurlarından birine biniyor, Köprüye varınca bir de ne görsün? İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar… Bütün işgal devletlerinin askerleri… Köprü üstünden Sultanahmet’ e doğru ilerliyor. Kanlı Çınar’a arkasını dayayarak çınarın yardım etmesini bekliyorlar. Oradan Ayasofya’ya gidiyor. Fakat Bizans’ın bu yapıtı, onun sesini duyar mı sanıyorsunuz? Daha ileriye doğru, Sinan’ın Süleymaniye Camii’ne doğru yürüyor. Kubbesine sesleniyor: “Bizi halasa götürecek yol ve adamın nerede?” Kubbeden gelen ses: “Korkma sizi şarktan bir Türk yiğidi kurtaracak” diyor. Hamdullah Suphi de kalp rahatlığı içinde evine dönüyor. Bu konuşma Atatürk’ü çok hoşnut etmişti. Meclis, o gece sabaha karşı saat beşe kadar sürdü. Dağılırken bile herkes, konuşma etkisi altında kalmış, gözyaşı döküyordu. Bana gelince hem ağlıyor, hem rakı sunuyordum.
Bir kış günü Mustafa Kemal, Ertuğrul Yatı’yla İstanbul’dan Yalova’ya gidiyorken bamya konservesi yemiştir. Deniz çok çalkantılıdır. Üstelik o gün içkiyi biraz fazla kaçırmıştır. Birden yemekten kalkıp lavaboya koşar. Kusmaya başlamıştır. “-Beni zehirlediniz” diye bağırmaya başladı. Herkes telaşlanır. Yatta ne kadar adam varsa, bir korkudur aldı hepsini. Mustafa Kemal sağa sola çatıyor arada bir: “-Beni zehirlediniz” sözünü tekrarlıyordu. Kim zehirleyebilirdi onu? Midesi kaldırmamıştı o kadar. Mustafa Kemal’in bu halini gören görevliler hemen harekete geçip soruşturmaya başlıyorlar. Neler akla gelmiyordu ki o an. Suikast söylentisini ortaya atanlar bile vardı. Oysa aynı bamya konservesinden oradaki herkes yemişti. Onlara dokunmamıştı. Üstelik suikast yapıldığından şüphelenenler ile bamya yiyenler aynı kişilerdi. Nane limon kaynatılıp içilince Mustafa Kemal’in midesi biraz düzeldi. O gün kü korku Cemal Granda’nın ömrünün en korkunç büyük korkusuydu.
Mustafa Kemal’in din hakkındaki görüşleri hep tartışılmıştır. Aslında dine karşı katı tavrı nettir. Yaptığı devrimler, çıkardığı kanunlar, yaşantısı vs. bunun göstergesidir. Mustafa Kemal’in dine karşı mesafeli tavrını bir de Cemal Granda’dan okuyalım:
Din konusunda Atatürk’ün tam anlamıyla laik olduğu söylenebilir. Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin vermezdi. Allah ve Peygamber konuları, Atatürk’ün yanında tartışma konusu yapılamazdı. Onun için dindar bir adam denemez. Bir gece sofrada Peygamber üzerine bir konu açılmıştı. Atatürk’ün dindar olmadığını bilenler, ona yaranmak için Peygamberi küçültür şekilde konuşmalar yapıyorlardı. Atatürk bu konuşmalardan sıkıldığını belli etti. Elini masaya indirerek:
“-Bu bahsi kapatın… Peygamberleri küçültmek isterseniz, kendiniz küçülürsünüz” dedi.
Konuşmalarında din sorununa değindikçe ciddileşir, adeta kendine çekidüzen verirdi. Bu konuda düşüncesini açmazdı.
Atatürk, Harbiye’de okurken, abdestsiz olarak topluca namaza giderlermiş. Orduya katıldıktan sonra da cepheden cepheye koşmaktan namaz kılmaya vakit bulamamış. Anlattıklarına göre, Abdülhamid’e genç subaylar el öpmeye gelirmiş. Padişah el vermez, bir paçavra sallar, gelenler onu öperlermiş. Bir gün huzura genç bir subay çıkmış. Paçavra falan öpmemiş. Bir selam çakıp, soldan geçmiş. Padişah:
“-Kim bu adam?” diye sormuş.
“-Mustafa Kemal” demişler.
-“Sürün bu adamı.”
Abdülhamid onu sürünce, bir Cuma, namaza gider. Hem de alayla. Sultan Hamid’in Yıldız Sarayı’na gidişi gibi…
Cumhuriyet’in ilanından sonra din ve devlet işlerini birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı. Laikliği çevresindekilere aşılamayı başarmıştı. Benim, yanında bulunduğum süre içinde hiç namaz kılmadı. Oruç ta tutmadı. Ramazanlarda içki içer, fakat “Kadir Gecesi” ağzına katresini koymazdı. Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. Bazen mevlit dinlediği de olurdu. Sofrada Hafız Yaşar Bey’in mevlidini saygıyla dinlerdi. Mevlidin Miraç bölümünde “Göklere çıktı Mustafa” denince gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük. İnanışı samimiydi. Bence Allah’a inanıyordu.
Öyle “Allah” derdi ki yalnız kalınca, O’nun gibi kimse diyemez. Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine “Allah” derdi. Böyle güzel “Allah” diyen adam yoktur.
Bir gün sofrada çevresindekilere:
“-Bana Allah’ın büyüklüğünü anlatır mısınız?” diye sordu.
Konuklar birer birer Allah’ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar. Çoğu ipe sapa gelmez şeylerdi. Hepsini dikkatle dinleyen Atatürk:
“-Hepiniz Tanrı’yı ayrı ayrı görüyor ve büyütüyorsunuz. Anlaşılan Allah, herkesin kafası kadar büyüktür” dedi.
Bir yaz akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda kadınlı erkekli otuz kadar çağrılı vardı. Protokol Şefi Saffet Ziya Bey’in yemek masasındaki yerlerin şemasını önceden hazırladığı şekilde konuklar yerlerine oturdular. Fakat Atatürk, bu resmiliğin çabucak farkına vardı ve herkesle eşit şekilde ilgilenerek kimsenin hatır ve gönlü kalmamasına çalıştı.
Sekiz dokuz saat süren yemek sona ererken muayede salonunun büyük kapısının parmaklıkları arasından güneş doğuyordu. Eşine çok az rastlanan muhteşem bir manzaraydı bu. Atatürk’ün bir işaretiyle manevi kızlarından Nebile Hanım, sandalyesinin üzerine çıktı. İnce endamıyla bir heykeli andırıyordu. Başladı sabah ezanı okumaya. Ahenkli bir ses geniş salonda yankılandı.
Atatürk başını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir halde ezanı dinliyordu. Bir an geldi, yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.
Cemal Grande’nin anlattığına göre İzmir’de şöyle bir olay meydana gelmiştir:
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Karşıyaka’daki Mason Cemiyeti’nin camlarını tabancayla tuz buz ettirmiş. Cemiyetin üyeleri korku içinde kalmışlar. Bu haberi duyunca Mustafa Kemal’in kaşları çatılır. Çok ciddi bir şekilde: “-Hoppala… Bu ne biçim iş yahu? Dağ başında mı yaşıyoruz. Gecenin yarısında bir cemiyete tabancayla kurşun sıkmak olur mu? Eğer bu cemiyet memlekete zararlıysa kanuni yollar var. Bu yola başvurulur, kapatılır.”
Atatürk bunları söylerken derin bir düşünce içindeydi. Sofrada Masonluk üzerine çeşitli konuşmalar yapılıyordu. Atatürk, bu konuşmalara pek az katılıyor, daha doğrusu dinler görünüyordu. Başka şeyler düşündüğü muhakkaktı. Sofradakiler, Atatürk’ün susuşundan da cesaret alarak hiç durmadan Mahmut Esat’a atıp tutuyorlar, koskoca Adalet Bakanı’nın kendi adamlarını silahlandırarak kanun himayesinde çalışan bir cemiyeti kanun dışı yollardan ateş yağmuruna tutmasını kınıyorlardı. Silah atmakla cemiyet kapatılamayacağını belirtip, kanunların ne güne durduğunu soruyorlardı. Mason Cemiyeti’ne tabancayı Torbalılı Emin Bey sıktırmıştı. Emin Bey, İstiklal Mahkemesi’nde beraat etmişti. Oysa tabancayı Mahmut Esat’ın sıktığı söyleniyordu.
Konuşmalar daha da kötüleyici bir hal alınca Atatürk elini masaya vurarak konuşmacıları susturdu. Sonra hiç kimsenin beklemediği, herkesi şaşkınlık içinde bırakan şu konuşmayı yaptı:
“-Bir zamanlar ben de Mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp, Beyoğlu’ndaki Mason Cemiyeti’ne götürdü. Daha ne olduğumu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini görmediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağıya indik. Bir öncekinden daha geniş bir salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip, kutsal bir kitaba el bastık Bütün bunlar olup bittikten sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim Masonluğum bundan ibaret…”
Böylece Atatürk, kendisine Mason, dinsiz diyenlere bu anlattıklarıyla top yekûn cevap vermiş oluyordu.
Aradan zaman geçti. Bir akşam sofrada bilimsel konular tartışılıyordu.
Konuşmacıların arasında Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu, İsmail Hakkı Tekçe, Hikmet Bayur ve Mim Kemal Öke vardı. Aklımda kaldığına göre okul ve basın yoluyla kamuoyunun değiştirilmesi konusu görüşülüyordu. Atatürk öne sürülen düşünceleri beğenmemiş olmalı ki, konuşmaları yarıda kesiyordu. O sırada Hikmet Bayur, konuşmasının içine Masonluğu da katınca işler değişti. Atatürk Mason olarak bilinen Mim Kemal’e dönerek:
“-Kemal Bey, şimdi sıra sizin… Bize Masonluğu anlatacaksınız. Önce söyleyiniz, Masonluğun prensipleri nelerdir?” diye sordu.
Mim Kemal, dilinin döndüğü kadar Masonluğu anlatmaya, bu arada övmeye çalıştı. Masonluk milliyetçi, halkçı, cumhuriyetçi gibi sözler söyleyince, toplantıda bulunanlardan biri:
Mademki Masonluk böyle, bizim Halk Partisi’nin prensipleri de bunlardan başka bir şey değildir. O halde Masonluğun hikmeti vücudu kalmaz” dedi.
Atatürk tekrar Mim Kemal Öke’den buna karşı ne diyeceğini sordu da şu karşılığı verdi: Halk Partisi’nin prensipleri memleket sınırları içinde geçerlidir. Masonluk, bu idealin memleket sınırları dışına yayılmasına aracı olan rasyonel bir kuruluştur. Diktatörlüğün egemen olduğu ülkelerde Mason locaları yıkılır, Masonlar yok edilirken, Türk Milli Masonları huzur ve güvenlik içinde yaşamaktadır. Dünyanın en mutlu Masonları Türkiye’de barınmaktadır. Yabancı Masonlar, yerli Masonlara kıskanarak uzaktan bakmaktadırlar.”
Masonluğu böylesine hararetle öven Mim Kemal’i dikkatle dinleyen Atatürk, onun sözü daha fazla uzatmasını önlemek için:
“-Peki anlaşıldı. Reisiniz kim?” diye sordu.
Mim Kemal, hiç kimsenin ummadığı, söylemeye cesaret edemediği şu sözleri söyledi:
“-Memlekette barış ve huzur isteyen ve bütün dünyaya seslenerek bu idealin gerçekleştirilmesine çalışan Zat-ı devletleridir.”
Atatürk’ün bir anda kaşları çatıldı. Sesinin tonunu sertleştirerek:
“-Ben Mason Cemiyeti’ne girmem. Başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime uyarım.”
Bu sözleri duyan Mim Kemal, biraz irkilir gibi olduysa da, sözlerini şöyle bitirmek istedi:
“-Masonluğun temsil ettiği yüksek idealin kolayca yerine getirileceğini kabul etmek istemiyorum. Fakat bu her ülkede his ülküsünün gerçekleşmesine çalışan aydınların bir araya gelmesine yardımcı olabilir…”
“-Hayır, Kemal Bey… Sen bunu söylemeye mezun değilsin. Günün birinde insanlık idealinin gerçekleşmeyeceğini kabul etmek doğru değildir. İnsanlığın günün birinde bu mutlu sonuca erişmesi çok mümkündür.”
(Mustafa Kemal’in: “-Ben Mason Cemiyeti’ne girmem. Başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime uyarım.” Sözü dikkate değerdir. Başka kaynaklarda[4] da belirtildiği gibi masonlukla ilgisi olduğu anlaşılıyor. Yakın çevresinde bulunan ve Cumhuriyeti kuran kadronun önemli bir kesimi de zaten masondu[5]. Mustafa Kemal tek adam olmak istiyordu. Bu yüzden hiçbir zaman ikinci bir kişi istemedi. Bunun en bilinen örneği, İsmet Paşa’dır. O’nun kendisinin yerinde gözü olduğunu biliyordu. İsmet İnönü’nün, M. Kemal’e hitaben söylediği “Paşam ülke içki masalarından yönetilmez” sözü üzerine aralarının açıldığı bilinmektedir.
[5] Ayrıca bkz. Cumhuriyeti Kuran Masonlar. Emre Avşar. Noktakitap yay.
merhaba,
bu kitap bende var. dün derin tarih dergisi vesilesi ile satın aldım ve sansürsüz versiyonunu fakat sizin KAMAL mı KEMAL mı başlığı altında verdğiniz olayı kitapda bulamadım.
Kitabın 25. sayfasında var böyle bir başlık.