Yağmurlu bir Cuma akşamıydı. Yorulmuştum ama sonunda yol bitmiş, Erzurum’a varmıştım. Tavsiye üzerine sıradan bir halk oteline yerleştim. Ucuz ama temizdi. Biraz gürültülüydü sadece. Odalardan çocuk sesleri geliyordu. İlk kez çocuklu bir Anadolu oteli görüyordum. Bunların çoğu, hastane postane gibi kurumlarda ki resmi işleri için gelen ailelerdi. Şehirde akrabası olmayanlar çaresiz soluğu böyle otellerde kalıyorlarmış. Bunu lobideki beyefendi söylemişti. Daha çok şey anlatacaktı ama müsaade isteyip ayrıldım.
Elbiselerimi dolaba yerleştirdikten sonra, odanın anahtarını cebime atıp dışarı çıktım. Yağmur yavaşlamıştı ama yağmaya da devam ediyordu. Kaldırımda yürürken şehrin merkezî bir yerinde olduğumun farkına vardım. Zira etrafımda tarihi eserler vardı. Taş duvarların yükselttiği camiler, bedestenler, kümbetler, evler, kale surları, minareler… Çok ilgimi çektiler ama yağmurda ve karanlıkta gezmenin pek akıllıca olmadığına ikna olup gördüğüm güzel bir çayhaneye girdim. Kapısının üzerinde “bab-ı muhabbet” yazıyordu. Ve içeri girerken başınızı göbek hizanıza kadar eğmek zorunda kalıyordunuz; o denli kısa bir kapıydı. Bu tür kapıların hikayesini daha önce okumuştum. İlim tahsil edilen yerlere girerken, ilme ve alime olan saygının bir ifadesi olarak baş eğmeyi zorunlu hale getiriyordu bu kapılar. Biz de baş eğerek girdik içeri. Ama içerisi artık medrese olarak değil çay ocağı olarak kullanılıyordu. Duvarlarında Osmanlıca kısa sözlerin bulunduğu tablolar vardı. İkisini zorlukla okuyabildim. “Fedakârlık ya hu…” “Bu da geçer ya hu…”
Genç bir çocuk çay getirdi. Bardağın yanında küçük limon dilimleri vardı. Şekerlikte de yöresel ifadesiyle “kıtlama şeker”. Çayı şekersiz içerim; yine de ilk çayımı kıtlamalı içtim. Bu esnada duvarları izlemeye devam ediyordum. Tarihi tüfekler vardı. Geçen yüzyıla ait olduğu söylenen kılıçlar, kalkanlar… Sakin bir ortamdı. Kendi halinde nargile tüttüren birkaç kişi vardı. Ben de çok uzun kalmadım, birkaç çaydan sonra otele dönüp yattım.
Sabah erken bir vakitte kalktım. Akşam karanlıkta gördüğüm eserlerin yanına gittim. Tek tek etraflarında dolaşıp hem fotoğraflarını çekiyordum hem de derinlemesine inceliyordum. Aslında ben sanat tarihçisi değilim, açıkçası mimari sanattan da hiç anlamam. Ama böyle yerlerde tarihin ruhunu hissederim adeta; o duvarların, oyukların, ahşap kapıların, merdivenlerin yapılışını, orada çalışan işçilerin hikâyelerini, ustaların korkularını, hatalarını, can verişlerini, o dönemde yaşayan halkın, göğe doğru yükselen surları ağzı açık şekilde izlemelerini hayal ederim. Bir film gibi canlanır hepsi gözümde.
Sonunda gezmekten yorulmuştum. İlk başladığım yere geri döndüm. Burası bir kaleydi ve kalenin bir köşesinde yüksek bir minare vardı. Farklı bir mimari yapıda oluşu ve kale içinde olması ilgimi çekmişti. Müzeler müdürlüğünün belirlediği giriş ücretini ödeyip içeri girdim. Sadece surların kapattığı içi boş bir alanla karşılaştım. Tarihi küçük bir mescid ve tarihi 6 adet top namlusu vardı orta yerde. Vakit kaybetmeden minareye yaklaştım. Kapısının açık olduğunu görüp taş basamakları çıkmaya başladım. Nefes nefese kalmıştım. Sonunda en tepe kısmına vardım. İlk gördüğüm hala tıkır tıkır çalışan kocaman mekanik bir saat oldu. Üzerinde “1877” yazıyordu. Burası altı pencereli küçük bir odaydı. Minarenin girişindeki levhada yazan bilgilere göre; 1150 yıllarında Saltuklular döneminde yapılmış olan minare, 19. yy’da saat kulesi olarak kullanılmaya başlanmış. Şaşırmıştım, ilk kez bir minarenin saat kulesine dönüştürüldüğünü görüyordum. Ama beni asıl şok eden kafamı kaldırıp tavana bakmam olmuştu. Tavanda kocaman bir çan asılıydı. Bir kilise çanı… Anlamaya, tahmin yürütmeye, hikayesini görmeye çalıştım ama nafile; kendimce hiçbir bir açıklama bulamadım. Erzurum’un böyle bir tarihi ya da hikayesi yoktu aklımda. Çaresiz merdivenleri inip benden giriş ücretini alan görevliyi buldum. Ve ona, minarede ki saati, saatin tepesinde ki çanı sordum.
Cevap verdi. Görevlinin cevabı tarihi bir durumu açıklamaya yönelikti aslında. Ama ben iddiayı kaybeden çocuk misali, oradan boynumu büküp ayrıldım. Zira anlattığı şey, yakın tarihimin özetiydi, şu anımızın özetiydi, geleceğimizin öngörüsüydü. Cevap şuydu:
“Efendim, dönemin Osmanlı valisi, halkın zamana daha çok aşina olması için, vaktin ne olduğunu kolayca bilebilmeleri için, her saatin karşılığı olarak o kadar çan çaldırarak halka hizmet sunmak maksadıyla bu çanı getirtmiş. Bildiğim kadarıyla Vali, 1877 yılında bu saati, İngiltere’nin Osmanlı ile olan dostluğunun bir simgesi olarak İngiltere’den hediye olarak almış, yanında da yenilikçi bir uygulama olarak çanı getirtmiş. İlk zamanlar halk ne olduğunu anlamamış, sonra da “Müslüman memleketinde çan mı çalınır; bizim valimiz bu topraklara bu kadar mı yabancı?” diyerek isyan etmişler ve çan o günden sonra susturulmuş.”
Bizim yöneticilerimiz gerçekten bizden mi? Ya da siz, gerçekten bizden misiniz?