Yerlere saçılan kelimeleri toparlamakla meşgulüm. Her şey dağılmış durumda. Resimler yırtılmış, görüntüler ise tanınmayacak şekilde. Nerde bir kelime görsem eşgal belirlemekle geçiyor zamanım. Oysa zamanın daraldığı bir zeminde kelimelerden medet ummak gibi telaşlar içindeyim. Suskunluğun çözümmüş gibi durduğu ama susulamayan bir dünyanın eşiğindeyim. Göklere savrulan hayatlar, yıkıntıların içinden geçerken bir evin içine misafir olacakmış gibi bir duyguyla başetmeye çalışıyorum. Yorgunum diyemiyorum, yorulmak için bir sebebim yok. Aksine yorgunluk belirtisi göklere ihanet gibi geliyor bana. Şöylesi bir zamanda insan yorgun olmamalı. Telaşlı ve proaktif olmalı.
Yaşamak gücü dediğimiz şey küçük şeylere takılmadan büyük olanı arzulamak olmalı. Yaşamak yükü kendi başına bir yük zaten. Buna insan olmanın ve insan kalabilmenin sorumluluğunu da eklediğinizde yükünüzün ağırlığı daha da artmakta. Şimdi tekrardan göğe bakıyorum. Mavi mi yoksa siyah mı? Niçin arada bir kırmızıya dönüyor biliyorum aslında sorularımın cevabını. Sessizlik öldürecek beni. Yorgunluk değil ama. Yorulmaya vaktim yok. Uzunca bir yolculuğun henüz başındaymışım gibi. Daha ne kadar tekrar tekrar yolun başına döneceğim bilemiyorum.
Her gittiğim yolda bir kelimeler ordusuyla yaşıyorum. Bazen bir şarkıya güfte, bazen bir şiire kafiye oluyorum. Ya da olduğumu düşünüyorum. Tam o sırada bir rüyadan gerçeğe doğru uyanır gibi irkiliyorum. Gördüğüm ve yaşadığım şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken ahir ömrüm de sona doğru yaklaşıyor. Kederler bir parçam gibi benimle hep beraber. Yemeği birlikte yeriz, suyu birlikte içeriz. Her lokma ve her yudum boğazımıza takılarak geçer. Kelimeler düğümlenir gırtlağıma. Nefes aldırmaz bana. Bu kelimeler ki göğü aralar bana, çocukların iniltileri, bakışlarıyla şikayet konusu olur bana. Onlarla beraber ağlarım, keşke onlarla beraber gülmeyi de imkan dahiline alabilsem derim.
Sular akar, şairler şiirlerini yakar, kelimeler kalır gün ortasında ömrümün. Tamamlanmayı bekleyen kelimeler. Ben geceye düşerim, şarkılar yarım, nesirler kaçak, şiirler solgun olur. Herkes didişecek bir şey bulur hayatta. Öyle ya onun kaşının altında göz, diğerinin burnunun altında bıyık olur. O şunu, bu onu beğenmez. Elbette sebepleri vardır, hatta ilkeleri… nereye bakmalı, kime konuşmalı, kime sığınmalı sorular sorular içinde gezinir durur. Zihnim bir savaş alanı, kelimelere sığınıyorum. Yaşamanın yükü omuzlarımda. Terketmiyor zihnim beni. Ben terkedip gitmeyi istesem de o bırakmıyor beni. Hüzzam bir parçanın eşliğinde kelimeler dökülüyor şerha şerha göğsüme. Hangi kelime anlatabilir ki ümmetin suskunluğunu, hangi sevda sözü aydınlatır Gazze’de elinde bisküvi ile ölen çocuğun hüznünü. Herkes her gün bir telaşın içinde yaşayıp gider işte. Plan yapar, taktik oluşturur ve sıralar gün gün yapacağı şeyleri sanki güne dair garantisi var. Oysa ansızın sızlayacak şeyleri olduğunu o an geldiğinde farkeder.
Hayat, kısa metrajlı bir film gibi akıp gitmekte. Kelimelerden örülü bir senaryo karşımda. Çılgın insanlar, aptal insanlar ve acımasız katil insan müsveddeleri var film sahnesinin içinde. Sadece onlar değil ama daha o kadar çok insan var ki doğayı, hayvanları, bitkileri ve böcekleri saymıyorum bile. Hele göğü, ya suyun şırıltısı onları da saymıyorum henüz. Çünkü kelimelerine sahip çıkamayanların onlara göz kulak olamayacaklarının ayırdındayım. Yeryüzünü cehenneme çevirmek isteyen insanlar tüm kusmuklarını ve enerjilerini harcamakla meşguller. Çok arzulular ve çok saygısızlar. Çünkü onların kelimeleri kötü, onların kalblerini karartan kelimelerin izinde yürümekteler. Oysa aydınlık kelimelere sahip insanların sessizliği dünyayı kötüleştirmekte. Onlar kelimelerini bir yana atmışlar. Bu, Musa’nın kavmine öfkelenip yeryüzünü kurtaracak kelimeleri taşıyan levhaları yere atması gibi bir şey değil. Bir daha hiç almayacakmış gibi unutulmuş kelimeler. Cümleler eksik kalmış, savaş eksik kalmış, şiir eksik kalmış…
Yaşamak yükü beni rahatsız etmiyor, yorulmuyorum da yaşamaktan. İnciniyorum sadece. İncitme ihtimalimden ötürü. Yasalar var önümüzde saygı duymadığım, teslim olmadığım ve isyan ettiğim yasalar. Ölüler var gözlerimin önünde, aç kalanlar, üşüyenler, çığlıkları arşa ulaşmış çocuklar. Yaşamak diyorum anlamı olmalı. İnsan, yaşamanın anlamıyla birlikte kendi varoluş anlamını da aramakla sorumlu olmalı. Niçin ben yaratıldım sorusunun cevabı olmalı. Eğer ben yaratılmışsam bir anlamı bulmak ve o anlamı dünyaya kazandırmak için yaratılmışımdır. Kendisi için oyun ve eğlence istemeyen bir yaratıcı beni bir oyun olsun diye yaratmamıştır elbet. Zihnimde kelimelerden örülü hisarlar ve ben o hisarların içinde yolunu bulmaya çalışan bir adamım. Her gün nereden başlayacağını sorgulayan ve her gün ne yapmam gerektiğini yeniden tartışan bir adamım. Ellerimde kelimeler, göğsümde bir daralmışlık, sesimde yükselen bir haykırışla ya Rab göndereceğin her hayra muhtacım diye haykırıyorum. Biliyorum anlaşılmayacak hüznün galibiyeti, kederlerin bedenimde bıraktığı çizgiler. Nasıl anlatılabilir ki ölen bir çocuğun gözlerindeki beni, bizi suçlayan o bakışlar. Sessizliğe adanmış imanın kimsenin işine yaramadığı zamanlar, sloganlara hapsolmuş mü’minlik, boşluğa dalan gözlerin ufukta kaybolan düşleri nasıl anlatılır bilemiyorum.
Kelimeleri toparlamakla meşgulüm, zihnim bir harman yeri. Ha topladım ha toplayacağım derken dağılıveriyor yeniden. Her gün yeniden başlıyorum hayata. Ümit etmekten yorulmuyorum, yaşamaktan yorulmuyorum, kavga etmekten, düşlemekten yorulmuyorum ama bir masumun gözlerindeki acının müsebbibi olma ihtimalinden de inciniyorum. Ölmekten beter inciniyorum. Kendi neslini düşmanına yem olmaktan kurtaramamış olmaktan inciniyorum. Ama düşmanımın elinden nesilleri kurtarabilme ihtimalini de her zaman ümid ediyorum. Biliyorum ki diri kalmanın değerli olduğu zamanlardan geçiyoruz. Hayat, akıp gitmekte kalan ne kadarlık bir ömre sahibim bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa kelimelerin izinde kendimi arıyorum ve kendimi her gün yeniden inşa etmenin derdiyle yaşıyorum.
bu dava öksüz bu dava büyük…feiza ferağte fensab… teşekkürler kardeşim…