5N1K ile ifade edilen soru kelimelerinden bizce öne çıktığını düşündüğümüz üç tanesinin analizini yapmaya çalışacağız. Çelişik gibi duracak olsa da peşinen, bunların arasında daha öne çıkanları imleyeceğiz. Fakat farklı açılardan bakıldığında bunların önem sırasının da değiştiğini kabul ettiğimizi belirtelim. Her zaman farklı tonlarda da olsa zihinleri kurcalayan, cevapları konusunda ayrışmalar olan, ehemmi mühimmi noktasında kafa karışıklığı yaşanan bu üç soru esasen sorunların da nirengi noktasını oluşturmaktadır: ‘Ne, nasıl ve niçin’…
Kestirmeden söylersek, kimin söylediğini hatırlamıyorum, ama ‘’Eğer elinizde ‘niçin’ ile ilgili cevaplarınız varsa, diğer suallerin de cavabı kolaylaşır.’’ mealindeki motto bizim de tarafımızı göstermesi açısından önemli ve önceliklidir. Amaçsız iş olmaz. Bilinçsiz de olmaz. ‘Niçin’ suali amaç ve bilinç içeriklidir. Sorumluluğun ifasında hazır bulunuştan bilgiye, yakın ve uzak faydaya, bir şeylerin (genellikle maruf olarak ifadelendiriyoruz) ikamesine ve bir şeylerin de (genellikle münker olarak isimlendiriyoruz) izalesine yönelik şuurlu bir duruş, düşünüş ve uygulama bütününü resmetmektedir ‘niçin’ sorusuna vukufiyet. Ve hemen ekleyelim ki, biraz durup düşündüğümüzde, farklı bir açıdan baktığımızda, zannı galibimizle söylersek ‘Ne’ sorusu diğer soruları ve cevaplarını da içermesi, kuşatması, bildirmesi, barındırması ve ‘kitap’ ile irtibatı ile ‘nasıl ve niçin’ suallerini de kapsamakta, onlara göre öne çıkmaktadır diye düşünüyoruz. Bu arada ‘Ne’ ve ‘Niçin’ sual ve cevaplarının ‘Nasıl’ suali ve cevabı olmadan, o, eksik kalarak bir mana ve değer taşımayacağı, pratikten yoksun salt bir teorik çerçevede kalmak anlamında olacağı da unutulmamalıdır. Görüldüğü gibi üç soru ve cevabı da birbirinden ayrılamayacak kadar önemli ve değerlidir. Lakin biz tercihimizi yine de ‘Ne’ soru ve cevabından yana kullanıyoruz.
‘Ne yapmalı’, ‘nasıl yapmalı’ sualleri de esasen ‘niçin’ sorusundan sonra devreye giren, birbiriyle yakın irtibatı olan ve fakat genellikle de birbirinin yerine kullanılıp karıştırılan durumlardır. ‘Ne yaptığımız’ önemli mi; önemli! ‘Nasıl yaptığımız’ önemli mi; evet, en az o kadar önemli!
‘Ne yapmalı’ suali bu dinin olduğu gibi her fikriyatın, düşüncenin, ‘ideolojinin’ kendi müntesiplerinden istediği, beklediği, bir boyutuyla teklif ettiği ve bir/diğer boyutuyla da mecbur kıldığı veriler, ilkeler, efradını cami, ağyarını mani özellikler, kendi içinde bütünlük gösteren, diğer ideolojilerden farklılıkları açık eden, bireysel, toplumsal düzenlemeler, kurallar, emir ve yasaklar olarak ifade edilebilir. Bunlar ‘olmazsa olmaz’ olarak görülebilirler. ‘Ne yapmalı?’ suali esasen eldeki şeksiz ve şüphesiz kaynak ‘Kitap’ elde iken zaid bir soru/sorun olarak görülmelidir! ‘Eksik veya fazla’ olduklarında, o fikriyatın ‘otoritesinden’ bağımsız ve ona rağmen eklenip çıkarıldıklarında, ‘murada’ aykırı uydurmalar olduğunda ortada büyük sıkıntı var demektir. ‘Ne yapmalı’ sorusu, ‘ne kadar’, ‘ne zaman’, ‘nerede’ ve ‘kim’ sualleriyle de iç içe, bir bütün olarak düşünülmelidir. Bunlar o ideolojinin, dinin otoritesi, şarisi tarafından beyan edilirler ve onun razı olacağı şekilde gerçekleştirilmelidirler. Bunun teorik bir boyutu olduğu kadar, pratiğe dönük getirisi götürüsü, uzantıları, bileşenleri de vardır. Bunlar birbirinden ayrılmadan bir bütün olarak düşünülmelidir. ‘İman amel ayırımı’ konusu/ tartışmaları da bu noktada odaklanmaktadır. ‘Ne’ sorusu, ideolojiler bazında ‘manifesto’, ‘deklarasyon’ adı altında sistemleşirken, din söz konusu olduğunda ‘kitap’ devreye girmektedir.
‘Ne, nerede, niçin’ sualleri ve mecburi uzantısı bizi ‘kim’ sorusuna götürmektedir. Her dava, din ve ideoloji bu teklifi azdan çoğa, yakından uzağa fertten aileye, toplumdan iktidara/devlete, oradan yeryüzü hakimiyetine değin uzanan bir perspektifte ‘herkes’ olarak mimleyecektir. Ve bu istem; liyakat, teslimiyet, samimiyet, tavizsizlik, bütünsellik, asla riayet, sadece davanın derdinde olmak, sadece davanın şarisini razı etmek, bedel ödemeyi göze almak, davanın gereklerini gereğince ve gerektiği kadar gerçekleştirmek, aidiyet bilinci, teori ve pratiğe sadakat gibi hususları da beraberinde ister.
Burada ‘güven’ de önemli bir kavramdır. Bu açıdan ‘iman’ kavramının ‘güven’ içeriği de öne çıkmaktadır. Eğer bir şek ve şüphe varsa, bu, sizde ikircikli, gevşek, kaygan bir yapı, tatminsizlik, paradokslar, gel-gitler, başkalaşımlar, ne yardan ne serden vazgeçememe hali, iki yüzlülük, tutarsızlık, sorumsuzluk, bedel ödemeyi göze alamama, çıkarcılık, reaksiynerlik, eklektiklik, edilgenlik, günaha/hataya meyyaliyet meydana getirecektir. Başkalarına olmadığı gibi kendinize de bir faydanız olmayacaktır. O ‘fayda’ diye peşinde koştuğunuz, yamulup, halden hale, şekilden şekle girdiğiniz, omurgasızlaştığınız şeyler bir ‘değer’ değil ‘eder’ olacaktır. Bir fazlasını, size daha iyi gelene onu da satacak, değiştireceksiniz demektir bu! Bu da mensup olduğunuz din, ideoloji değil; sizin av ve tav olduğunuz başka bir şey, kendi nefsi ve indi çıkarımlarınız, üretilmiş, sapkın yol olacaktır! Bunun menzili de başka olacaktır doğal olarak!
Meselenin pratiğe dönük noktaları, ideolojiler bazında teorisyenlerin kendi hayatları, pratikleri, ödedikleri bedeller ve edinimleri için sergiledikleri tutum ve davranışlar, kadro müntesiplerinin uygulamaları etrafında şekillenirken, din söz konusu olduğunda ‘elçi/resul/nebi’ kavramları devreye girmektedir. Onların şahitliği/şehitliği ‘nasıl’ konusunun hayata yansıyan, somut uygulamalarını, partiklerini bizlere taşımakta, öğretmektedir.
Onların ilk şahitlikleri, sonraki nesillerin bir sonrakilere şahitliği/şehitliği ile sürüp gitmektedir. Asıl ile usûl arasında kopmaz bir ilişki vardır. ‘Ne yaptığınız, nasıl yaptığınızla’, ‘nasıl yaptığınız, ne yaptığınızla’ yakın ve ayrılmaz bir irtibat halindedir. Bunların da ‘niçin yaptığınızdan’ ayrı bir noktaya düşmemesi gerekir. Rengi, dokusu ve ruhu ona uygun olmalıdır. İlhamını ondan almalıdır. ‘Doğru davranışlar, doğru düşünceden/bilgiden kaynaklanır.’ fehvasınca ilm/bilgi ile metod ve teknik, yol yöntem arasında ayrılmaz, aynı cinsten olmak üzere çok sıkı bir irtibat vardır, olmalıdır. Burada ‘kim’ sorusunun cevabı olarak tüm müntesip ve mükelleflere çizilmiş, sınırlandırılmış (itikad, helal ve haramlar, ibadetler) bir alan, çizgiler olduğu kadar, din, İslam söz konusu olduğunda ‘salih amel’ vasfıyla değer üretmek ve varlıkların, özellikle insanların hayrına, onların bakışını, yönelişini, hâl ve gidişatını olumlu manada yönlendirecek, şahitlik/şehitlik/şefaat (iyiyi teşvik, kötülüğe sed olacak önderlik/örneklik) anlamında, geniş bir ‘ibaha/serbestlik/mübahlık’ (muamelat, ilişkiler) alanı da vardır. ‘Nasıl yapmalı?’ suali/ sorunu da hayatındaki veri ve doneler kitaptan bulunabilecek şeklide son elçi Hz. Muhammed’in sahih sünnet ve sireti doğrultusunda, o elçiliğe dosdoğru elçilik eden aynı izin takipçilerinin, salihlerin, şehid/şahidlerin, sıddıkların/sadıkların, açtıkları, daha doğrusu izledikleri izleri/çınırları takip ederek şeklinde cevaplanarak olacaktır.
Siz eğer bir iddiada bulunuyor, bir aidiyet izhar ediyorsanız, ‘ne’ anlamında bir manifestoya, din adına bir ‘kitap’a, ‘nasıl’ anlamında ise ideoloji anlamında bir ideoloğa, öndere, din anlamında bir nebi ve resule yaslanmak, refere etmek durumundasınız. Mensubiyetiniz meşruiyetini buradan alır. Söylediklerinizle yaptıklarınız, halinizle kaaliniz örtüşmüyorsa, çakışmayıp çatışıyorsa orada bir çatlak, bir fay kırığı, bir sapma vardır mutlaka!
Bu üçlü sacayağı, ‘ne, nasıl ve niçin’ sualleri bir dengede olmak durumundadır. Sacayağından biri eksik ve/veya hatalı (kısa-uzun) olduğunda orada düzenden, sistemden, icraatten bahsedilemez, kaos olur, yıkım olur, akıbet hayr olmaz! O sacayağının üzerine herhangi bir şey koyamazsınız. Bir değer üretemezsiniz! O konulan yıkılır, devrilir gider! Elinize bir şey geçmez, elinizde bir şey de kalmaz (müflis tüccar metaforu)! ‘Ne’, asıl; ‘nasıl’, usûl; ‘niçin’, gaye ve hedefle ilgilidir.
Açıklanmaya çalışıldığı üzere, ‘ne’ sorusu ilm/bilgi ile ilgili alandır. Muktesebattır. ‘Niyet’lerle alakası da unutulmamalıdır. Burada farklı doneler de devreye girmektedir. Dinimiz söz konusu olduğunda ‘kitap’ yanında, ikincil, üçüncül dereceden sünnet, hadis, kıyas, icma, ictihadlar, örf, şer’ü men kablena (bizden öncekilerin uygulamaları/kuralları), istihsan vb. ‘muktesebat’ içerisine alınacak hususlar gelmektedir. Elbette bunların her biri ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, kendilerinin aralarında da derecelendirme, sıralama yapılabilmekle beraber (Örneğin sahihliği tesbit edildiğinde Hz. Muhammed’in sünnet ve hadisi bu diğer kategorilere nazaran çok daha fazla öne çıkacak, değer atfedecektir.) ‘kitab’a kıyasla, ona uygunlukları, onun onayı oranında bir değer kazanacaklar, dikkate alınacaklardır. Neticede bunların –elçinin örnekliği ayrı tutulmak kaydıyla- ‘beşeri unsurlar’ olduğu unutulmamalıdır. ‘Nasıl’ sorusu yol yöntem, metod teknik hususlarını içerir. ‘Ameller’le irtibatlıdır. ‘Nasıl’ konusunda da resulün örnekliği her şeyin önünde ve üstündedir. Kıyası kabil değildir! ‘Siyaset’ olgusunu da içerir. ‘Niçin’ sorusu ise bu dünya kadar, hatta öncelikle ‘ahiret’ odaklıdır. ‘Hedef ’ ile ilgilidir. Nerden gelip nereye gittiğimizin, hesaba çekilmenin, bu dünyaya ve öteye dair ‘sevap’ beklentisini, Allah’ın rızasını celp ile gazabından korunma düşüncesi, cennetini de içine alan bir perspektife sahiptir. ‘Kulluk’ içeriklidir, ‘ubudiyyet’ boyutuyla irtibatlıdır.
Diğer fikriyat ve ideolojileri bir kenara bırakıp dinimizle alakalı olarak düşündüğümüzde, biz; ‘Ne’ sorusu ve cevabını iyice anlayıp fehmederek, kitabi boyutuyla baştacı ederek harekete geçecek ve ‘Niçin’ sual ve cevaplarının yine kitabi cevapları doğrultusunda, ‘Nasıl’ sualinin hakeza kitabi içerikleri, işaret ve yönlendirmesiyle resulün önderlik ve kılavuzluğunda bu yolculuğu vüs’atimiz ölçüsünde, imkanlarımız dahilinde, gereklerini gerektiğince ifa ederek, ‘kulluk’ borç ve sorumluluğumuz çerçevesinde, bir bütünlük içinde, kendimizce eksiltme ve eklemeye gitmeden, sırat-ı müstakim üzere, doğrularla beraber dosdoğru olup kalarak nihayetlendirmek azim ve kararlılığında, sa’yü gayretinde olmak durumundayız…
Ezcümle, cevaplarının üzerinde de dikkatli davranmak gereğiyle beraber asıl önemli olanın ‘doğru sorular’ sorabilmek olduğunu vurgulayarak bitirelim…
Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Mart Sayısı