“İslami” Feminizm Söylemi
Batı’da çıkan feminist hareketler yalnızca Batı’yı etkilemekle kalmadı kuşkusuz. Bütün dünya feminist bakış açılarından etkilendi. Türkiye’de bu etkilenmeden nasibini alan ülkelerdendir. Teorinin üreticileri Avrupa olduğundan Türkiye gibi ülkeler kendi başlarına kadın konusuna orijinal farklı bir bakış koyamamışlar ancak Avrupa’nın tartıştığı konuları bulundukları ülkelere dergi, makale düzeyinde taşıyarak tartışmışlardır. Kısacası feminist harekete yeni bir soluk getirme yerine varolan soluğu soluma düzeyinde kalmışlardır. İslam dünyası içinde feminizm konusu bir kısım müslümanlarca da tartışılmıştır. Amina Vedud Muhsin İslam dünyasında feminist müslüman bayan olarak ön plana çıkmıştır. Amina Vedud, geleneksel Kur’an tefsir geleneğinin erkek bakış açısıyla yazılmış olduğundan, erkeklerin kadın hakkında yorumları, kendi deneyimlerinin merkeze alındığını ve kadın bakış açısının ve deneyimlerinin bu tefsirlerde yer almamasından ötürü eksik kaldığını dile getirmiştir. Aynı şekilde Amina Vedud, Kur’an okuma metodolojisini de hermönetik bir bakış açısıyla yapmaktadır. Vedud’a göre Kur’an metnini okurken üç ayrı teknikle konuyu ele alır: Birincisi, metnin yazıldığı (Kur’an söz konusu olduğunda nazil olduğu) şartlar ve çevre. İkincisi, metnin gramatik kompozisyonu (söylediği şeyi nasıl söylüyor). Üçüncüsü de, metnin bütünü, onun Weltanschauung’u ya da dünya görüşü.
Amina Vedud, “Kur’an ve Kadın” isimli İz yayınlarınca yayımlanan ve Nazife Şişman tarafından tercüme edilen kitabında feminizmin en çok eleştirdiği İslam’da kadın sorunu olarak ele alınan konuları yukarıda saydığımız üç farklı okuma tekniği ile yorumlamıştır. Elbette “İslamcı” feminist olarak anılabilecek gerek Türkiye’den gerekse dünyadan bir çok müslüman bayan sayılabilir ama ne var ki hepsi de üç aşağı beş yukarı aynı konular üzerinde dönüp durmuşlardır. Bu yüzden burada konuya kuramsal açıdan en fazla katkı sunanlardan biri olan Amina Vedud’u inceleme gereği duyduk. Vedud, Kur’a’nın kadın ve erkek arasındaki farkları yok etmeye uğraşmadığını hatta kadın ve erkeğin fonksiyonel olarak birbirini destekleyen ilişki içinde olduğunu vurguladığını söyler. Fakat der, Kur’an her bir cinsiyet için her kültürde geçerli olacak bir tek rol veya bir dizi rol tanımını ne destekler ne de önerir. Kur’an’ın yaratılış olarak kadını ve erkeği eşit olarak tanımladığını söyler. Gerek bireysel kapasite, gerek Allah’la olan münasebet açısından gerekse kişisel arzu ve istekleri açısından aynı olduğunu söyler. Kur’an’ın erkekle kadın arasında ruhi potansiyel açısından ezeli ve ebedi bir farklılık olduğuna dair Kur’an’da bir işaret olmadığını vurgular. “Allah katında en üstün olanın takvaca en üstün olduğu” bir durumda bir cinsiyet belirtilmediğini esas belirleyici olanın biyolojik kimliklerden ziyade takva olduğunu da ekler. Kur’an’ın cezalandırmada ve mükafatlandırmada kadın ve erkek için hem bu dünya da hem de ahirette eşit muamelede bulunacağını ifadelendirir. Kur’an’ın kadına sadece biyoloji gözüyle bakmadığını da söyler. Yani kadın Kur’an için yalnızca çocuk doğuran bir anne değildir bundan daha da ötesidir.
Ahirette eşler hususunda vahyin ilk onüç yılı hesaba katıldığında Mekke’de ataerkil bir yapıya hitap eden bir dilin varlığından söz eder. Bu kitlenin yaşam tarzlarının ve düşünce şekillerinin değiştirilmeleri hususunda ikna edilmeye ihtiyaçları olduğundan; onları mesajın güvenilirliğine ikna etmeye, O’nun önemini ve anlamlılığını göstermeye, varolan statükonun eksiklik ve zaaflarını belirtmeye, fıtratlarına, anlayışlarına ve deneyimlerine hitap eden tehdit ve tekliflerle onları ikna etmeye veya cezbetmeye çalıştığını ifade eder.
Risalet görevinin yalnızca erkeklere verilmiş olmasını ilahi bir tercihin ifadesi olarak görmeyip sadece etkililik için seçilmiş bir strateji olduğunu vurgular. Risalet, erkeklerin belli başlı işlevini temsil eden ve tüm erkekler için evrensel bir norm teşkil eden, erkek cinsiyle biyolojik bir bağlantısı olan bir durum olmadığını söyler.
Bakara suresinin 228. ayetinde geçen “… yalnız erkekler için onlar (kadınlar) üzerine bir derece vardır. Allah, aziz olandır, hakim olandır.” ayetini yorumlar ve Kur’an’da erkeklerin sahip oldukları avantaj, erkeklerin yardımcı veya aracı olmaksızın bireysel olarak karılarını boşadıklarını açıkça ilan edebilmeleridir diye açıklar. Ve buradaki derece farkının yalnızca bu konuyla ilgili olduğunu belirtir. Yoksa Kur’an’daki diğer derece ile ilgili ayetlere bakıldığında kadın/erkek arasında böyle bir üstünlüğün göze çarpmayacağını belirtir.
Nisa suresinin 34. ayetini “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” değerlendirirken bu ayetin sadece tercihten daha fazlasını kapsadığını söylemeye gerek yok der. Bu ayetin klasik olarak erkeklerle kadınlar arasındaki ilişki ile ilgili kabul edilen tek önemli ayet olduğunun altını çizer. Bu konuyu tartışırken iki önemli noktaya işaret eder. 1. tercih (üstünlük)’ün onlara verilmiş olması ve 2. onların (kadınların geçimini sağlamak için) kendi mallarından harcamaları yani sosyo ekonomik bir norm ve ideal. Bu ayette yalnızca iki şart yerine gelirse erkekler kadınlara üstün olur diyor: Birinci şart tercihtir ikinci şart erkeklerin geçim için kendimallarından harcamasıdır. Erkekler bu şartlardan birini yerine getirmezse kadınlar üzerine kavvam olamazlar diyor. Yine bu ayette geçen nüşuz ifadesinin kadını da erkeği de kapsadığını söyler. Ayrıca bu ayeti bir süreç olarak takip ettiğimizde dayağa gerek kalmaz diyor. Kadın ve erkek arasında çatışma çıktığında öncelikle birbirlerine nasihat edilmesi, sonrasında yatakların ayrılması, ailelerden hakem tayin edilmesi sorunun çözümü için yeterli olacağını belirtiyor. Ama tüm bu süreçlere rağmen illa dövme konusu olacaksa cezalandırmanın niteliğinin eşler arasında şiddet yaratacak düzeyde veya eşler arasında bir kavga şeklinde olamayacağını çünkü böyle bir şeyin gayri İslami olacağını söyler.
Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmesini meşrulaştıran ayetin yetimlere nasıl davranılacağı ile ilgili bir konu olduğunu belirtir. Yetim kızların mallarının yönetiminden sorumlu olan bazı erkek veliler, bu servetin yönetimi sırasında haksızlık yapmaktan uzak kalamazlar. Bu kötü yönetimin önlenmesi için önerilen çözüm yöntemlerinden yalnızca biri olduğunun altını çizer. Oysa çok kadınla evliliği savunanların bu ayrıntıyı gözden kaçırdığını söyler. Evlilikte konunun sadece maddi de olmadığını söyler. Eşler arasında adaletin; geçirilen zamanın niteliği, sevgi veya manevi, ahlaki, entelektüel destek olarak da değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Bu konuların da aynı şekilde görmezden gelindiğini söylemektedir.
Kadınların şahitliği konusunda bir kadının unutursa ona hatırlatacak ikinci kadının olmasını şahit olabilecek bir kadının başkası tarafından tehdit edilebileceği veya yalancı şahitlik için ikna edilebileceği riskine karşılık olduğunu söyler. Bunun yanı sıra, bir erkek şahit artı iki kadından oluşan birlik, ikiye bir formülüne eşit değildir diyor. Aksi takdirde iki erkek şahidin yerine dört kadın şahit geçebilirdi diye ekliyor. Fakat Kur’an bu seçeneği ortaya koymuyor. Ayetin nazil olduğu dönemde tüm toplumsal sınırlamalara -kadınların tecrübesizliği ve zorlamaya müsait olmalarına- rağmen, bir kadın yine de potansiyel birşahit olarak görülebiliyor olması kadının değeri konusunda bir çağrışım yaptığını da ekliyor.
Kur’an’da son olarak miras paylaşımı ile ilgili konuya da değiniyor. Kur’an’da “…erkeğin payı… kadının payının iki mislidir…” şeklinde bir ifade yer almasına rağmen, aynı ayetin hükmüne bakıldığında, erkek ve kadınlar arasında çok farklı paylaşımların varolduğuna işaret eder. Hatta bir tek kız çocuğu varsa, onun payı tüm mirasın yarısıdır. Bunun yanı sıra, ebeveynler, çocuklar, uzak akrabalar, hatta torunlar o kadar farklı şekillerde bileşimlerde sunulmuştur ki, kız çocuğu için erkeğin yarısı kadar pay şeklindeki paylaştırmanın servetin tek bölüşüm tarzı olmadığı, aksine varolan paylaşım şekillerinden yalnızca birisi olduğunu söylemektedir. Bu konunun zamanın ve zeminin şartlarına göre yorumlanabilecek bir konu olduğunu da ifade etmektedir.
Kur’an’da erkeklerin doğal lider olduğunu destekleyen herhangi bir işaretin olmadığını belirtir. Ne var ki her cins her işe eşit derecede uygun olmayabilir der. Bu geçmiş toplumlar için de çağdaş toplumlar için de aynıdır der. Çocuk bakımı konusunda toplumun yüklediği anlam örgüsü içinde kadının daha iyi olduğu fikri gelişmiştir der. Oysa Kur’an’ın “hiç bir anne çocuğu sebebiyle, hiç bir baba da çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın” (2/233) gibi başkaca ayetlerle de çok küçük yaşta çocukların temel beslenme ve bakımı ile ilgili bir takım seçeneklerin varolduğunu belirtir. Babanın dışarıda çalışıp eve ekmek getirmesi neticesinde annenin evde kalıp çocuklara bakması uygun olsa da bu Kur’an’ın yüklediği bir sorumluluk olmayıp eşler arasında çözüm yollarından birisi olduğunu söyler. Kadın ve erkeğin maişetlerini birlikte çalışıp kazanmaları durumunda ev işlerinin ve çocukların bakımının kadına yıkılması adaletsizliktir der.
Amine Vedud, kendi ifadesiyle feminist bir bakış açısına karşın Kur’an’ı kendince yorumlayarak tartışmalı konulara bir açıklık getirmeye gayret etmiştir. Bu yorumlamayı mutlak addetmemiş sadece bir yorum diye ifadelendirmiştir. Kadın tartışmalarına parelel olarak Amina Vedud önderliğinde 1994 yılında Güney Afrika’da, 2004 yılında ABD’de Virginia ve 2005 yılında New York’da camiide kadın ve erkeklerin birlikte namaz kılarak yaptıkları eylemler Kur’an’ın kadın perspektifinden okunması çabalarına ve buna bağlı olarak gelişen eylemliliğe hız kazandırır.
Amina Vedud ve diğer “İslamcı Feminist” söylemlere baktığımızda temelde İslam eleştirisinden çok Kur’an’ın erkek bakış açısıyla yorumunu eleştirdikleri iddiası vardır. Bu düşüncenin altını biraz kazıdığımızda aslında hepsinin modern düşünme biçimine bağlığını ve laiklik ilkesiyle uyumluluğunu tespit ederiz. Hatta bu söylediğimiz düşünceyi Hidayet Şefkatli Tuksal açıkça bir yazısında itiraf da eder. Feminizm konusunu İslam’ın bir sorunu olarak görmenin bile bir hata olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar İslami olduğu iddia edilecek kaynaklara dönüş yapıldığında kadını aşağılayan bir çok rivayete ulaşılsa da Kur’an çerçevesinden bakıldığında durumun böyle olmadığını görürüz. Aynı zamanda Kur’an’ın modernite ve laiklik ilkesiyle de uyumlu olmadığını görürüz. Öyleyse bir taraftan aydınlanmacı düşüncenin inşa ettiği pozitivist temelli modernite ve laikliğe bağlı kalınarak diğer yandan İslami bir söylevle inşa edilecek bir kadın sorunu varolamaz. Her düşünce ve inanç biçimi kendi temel değerleri üzerinden bir sorunu alır, inceler ve çözümleme yoluna gider. İslam’ın bütün temel değerleriyle inşa ettiği bir toplumun sorununu ancak İslami bir çözümle, bakışla çözebiliriz. Batı’nın ürettiği sorunu yine Batı’nın değerlerine yaslanarak İslam sosuyla çözemeyiz. Zira mahallelerimiz aynı değildir de ondan.
Değerlendirme
Kuşkusuz her düşünce içinden çıktığı toplumun tarihini, külürünü, ideolojisini, bakış açısını üzerinde taşır. Feminizmde bunlardan farklı değildir. Feminizmin ilk çıktığı yıllara baktığımızda gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da kadının insan sınıfına ait bir tür mü yoksa hayvan sınıfına aitbir tür mü olduğu tartışmalardan uzak değildi. Ayrıca şeytan çıkarma ayinlerinde binlerce kadın içine şeytan kaçmış diyerek bizzat kilisede papazlar tarafından öldürülmekteydi. Yahudiler her sabah dua ederlerken “Rabbim beni kadın olarak dünyaya getirmediğin için sana şükürler olsun” diye yakarmaktadır. Elbette İslam dini müntesipleri de hem geçmişte hem de hali hazırda kadın konusunda temiz sayılmazlar. Bizim kendi geleneğimize de dönüp baktığımızda kadınların aşağılandığını ve nerdeyse insan yerine bile konulmadığını görebiliriz. Nazım Hikmet’in şiirinde de
“…Ve kadınlar bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen…”
söylediği gibi kadınlarımız var bizim. Elbette bir fikri tartışırken sonuç üzerinden bir okuma yapmayacağız. O fikri içeriği ile birlikte ele alıp kendi dinamiklerimiz içinde eleştiriye tabi tutacağız. Feminist söylem ilk dile getirildiği günden bu güne kadar yukarıda da ifade edildiği gibi birçok değişimler geçirerek gelmiştir. Başlangıçta kadının erkekler karşısındaki konumunu iyileştirme ve erkeklerle aynı haklara sahip olma çabası sonralarında kadını da aşan bir dille islam dininde ve diğer dinlerce de sapkın kabul edilen gey, transeksüel, lezbiyen, biseksüel + olan daha bir çok cinsiyetsiz kimlikleri de kapsar bir konuma sokulmuştur.
Eğer mesele en başında kadınların eğitimde, sanatta, kamusal alanda daha fazla görünür olmaları ve bu anlamda bir fırsat eşitliği istemeleri noktasında kalabilseydi elbette daha anlaşılır, kendilerine hak verilir bir konumda olunurdu. Lakin mesele evliliği, fahişelik kurumuyla aynı tutmaları, çocuğa annenin süt vermesini süt verme köleliği olarak tanımlamaları, hazların tatmini için illa evlilik kurumuna ihtiyaç hissedilmeden adına “serbest aşk” yahut “özgür sex” dedikleri bir yaşam tarzıyla isteyen istediği cinsle, istediği şekilde, istediği süre kadar bu hazzı yaşabilir olması kabul edilebilir bir şey olarak durmamaktadır. Evlilik kurumu toplumun sağlıklı bir şekilde üreyebilmesi için gerekli bir kurumdur. Bu kurum kadın ve erkeğin birbirlerinde huzur bulacağı bir kurumdur. Kadının ve erkeğin kendilerini güvenli bir liman olarak gördükleri yerdir aile. Çocuğun anne ve babası tarafından yalnızca maddi durumunu destekleyerek değil aynı zamanda çocukların sevgiyle kucaklanarak büyümeleri için elzem bir kurumdur. Bu aile içinde her cinsin sahiplendiği bir fonksiyonu vardır. Her cins kendiüzerine düşeni yapmaya gayret ettiği zaman bu aile içinde huzr ve ve güven sürekli varolacaktır.
Özellikle tıbbın gelişmesiyle birlikte kadının kısırlaştırılması, kürtaj ameliyatlarının yapılması, cinsiyet değişim ameliyatları yapılması insanın kendi bedeni üzerinde dilediği gibi tasarruf etme hakkını kendinde görmektedir. Oysa İslam bedeni de tıpkı diğer şeyler gibi emanet olarak görür. Batı ise her şeyi sahiplendiği gibi bedeni de sahiplenir. “Benim bedenim benim kararım” mottosuyla yaşar. Bedeni kendisine ait olarak görüp kendisini de tanrı olarak kabul ettiğinden bedeni hakkında kararı kendisi verir. Bir kadın kendi içinde yaşayan canlıyı, ona emanet edilmiş olan cenini gözünü kırpmadan öldürebilir ve bu onun en doğal hakkı olarak görülür.
Feminist düşünceye göre bir kadın anne olmak için illa bir erkeğe ihtiyaç duymadığı gibi taşıyıcı anne kullanarak çocuğu kendisi de doğurmak zorunda kalmaz. Bu düşünceyi daha ileri bir boyuta taşıyarak eşcinsel grupların çocuk edinme arzularında bu yöntemi kullanmış olmaları ise ayrı bir garabettir. Bir çocuğa iki erkeğin yahut iki kadının oğlu veya kızı olduğunu söyleyemezsiniz. Böyle bir şey söylerseniz de yalan olur. Gerçeğin bu kadar dışına çıkarak, kurumsal ve sembolik bir aile oluşturmak mümkün değildir. Tarih boyunca aile kurumunun anne ve babadan oluşan ebeveyn çiftini esas alması ve çocuklar ile ebeveyn arasında hukuki bağlar kurması bir tesadüfi değildir. Bu bağlar, tamamen keyfi kararlarla değil, gerçek anlamda çocuğu dünyaya getiren bir çiftin olmasına ve gerçekten bir doğumun gerçekleşmesine dayanır. Yoksa isteğe göre üçlü bir ebeveyn grubu da oluşturulabilir ama anne ve babanın varlığına dayalı ikili yapı, üreme gerçeğinden gelir ve kurumsallık da bu hakikat üzerine inşa edilir.
Taşıyıcı annelik konusu da ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Teknoloji ve teknolojik gelişmeler çoğunlukla sonsuz güç isteği ve uç noktada bireyci ideolojinin ürünüdür. Bunun tek savunmasıda çoğu zaman “mademki yapabiliyoruz, öyleyse yapmamak için bir neden yok” savıdır. Bilim insanın eline güç verir, insan da bu güçten özgürce yararlanmak ister. Ancak hiçbir teknolojik gelişme -özellikle tıp alanındaki gelişmeler- deontolojiden ve ortak prensiplerden uzaklaşamaz. Kadın taşıyıcı anne olmaya razı ise bu neden bizi rahatsız edebilir diye sorabiliriz. Dünyanın bazı bölgelerinde kadınlar buna başta ekonomik sebepler olmak üzere çeşitli sebepler yüzünden mecbur kalabiliyorlar. Bu şartların öncelikle sorgulanması gerekmektedir. Bu konuda uzmanlaşmış kiliniklerin “taşıyıcı anne” adaylarını bağışve cömertlik bahaneleriyle ikna etmeye çalışmaktadırlar. “Acı çeken kadınların yardımına koşun, yaşam verin!” diyorlar. Aslında burada bir sektör, bir pazar içinde ticari bir alışveriş söz konusu ve en büyük karı elde edenler de aracı kuruluşlar. Kuşkusuz taraflar arasında satıştan, ticaretten hiç bahsedilmiyor. Oysa tabii ki taşıyıcı anne ve satılan ürün -ki burada ürün bebek oluyor- için yapılan ödemeler söz konusu. Çiftler, gereksindikleri genetik malzemeyi veya rahmi yoksul ülkelerde ya da toplumun düşük gelirli kesimlerinde arayan sposorlara, müşterilere dönüşüyor. Böylelikle, fuhuş batağına alternatif olarak yoksulkadınlardan yararlanmanın ve köleliğin yeni bir şekli ortaya çıkmış oluyor. Sefalet içindeki bir kadına rahmini satma veya kiralama hakkı tanımak fuhşun bir başka şekline kapı açmaktır.
Bir işi yaparken, ne kadar köleleştirici ve istenmeyen bir iş olursa olsun, insan elini kolunu veya beynini kullanır; organik fonksiyonlarını ve bedenin yaşamsal organlarını değil. Akciğerler, sindirim sistemi veya üreme sistemi yaşamı sürdürmek için gerekli olan organlardır. İş gücünü satmak bedenini satmakla kıyaslanamaz. Taşıyıcı annelik yeni birmeslek değildir. Burada kadının hiçbir şey yapması gerekmez; yalnızca beslenmesine, sağlığına ve yaşamşekline dikkat etmesi yeterlidir. Akşam sona eren, sabah yeniden başlanan bir iş yapmaz. Taşıyıcı annenin dokuz ay boyunca günde yirmi dört saat,kendi bedensel ve manevi varlığından soyutlanması, bedenini başkalarının arzusu için biyolojik bir araca dönüştürmesi gerekir. Günde on iki saat çalıştırılan bir işçi, köleleştirilmekten yakınabilir ama yine de iş dışında kendine ait bir özel yaşam alanı kalır. Kadını taşıyıcı anne olarak kullanmak, aslında her defasında benzersiz ve kendine özgü bir deneyim olan anneliği özel yaşamın içinden çekip alır ve kadını işçiye dönüştürür. Bir rahim başkasının rahmi yerine geçirilir. Hem fuhuş hem de başkaları için taşıyıcı annelik yapmak, özel yaşam ile iş yaşamını içiçe geçirdiği için birbirine benzer.
Tıp bilimi, cinsiyet farkınıbile değiştirebiliyor ve bu cinsiyet değişimine kadar varabiliyor. Yine de varoluşumuz iki cinsten birine ait olmayı temel almaktadır. Çift cinsiyetlilik bazen görülebiliyor ve yaşanması zor bir durum ama neyse ki çok nadir görülüyor. Gerçek anlamda cinsiyet değiştirilmesi fikri bazı doktorların desteklemeyi sürdürdüğü bir aldatmacadan başka Bir şey değildir. Kadınken erkeğe dönüşenler de, transeksüeller de hayal edilen cinsiyetin bir suretinden başkası olmuyorlar. Dürüst hekimler bu alanda gelen taleplerin analizinin de, talepte bulunan kişinin sonuçtan tatmin olmasının da çok zor ve karmaşık olduğunu itiraf ediyorlar. Diğer taraftan, dış görünüşünü değiştirme arzusunda, derin ve köleleştirici bir sosyal baskının da etkili olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bubaskıdaha önce hiç olmadığı derecede insanlara ve özellikle de kadınlara dayatılan estetik normların bir ürünü. Bedenin görüntüye indirgendiği toplumlarda yaşlı veya şişman olmaya izin yok. Kusursuz modeller, modanın eskiden gündeme getirdiği zorlamaları çok aşan ve neredeyse zorbalığa varan bir baskı oluşturuyor. Güzellik ve sağlık, çok karlı pazarların arkasına sığındığı mazeretler olarak karşımıza çıkıyor.
Cinsiyetsiz bir toplum inşa etme isteğinin arkasına baktığımız da LGBT+ diye tanımlanan yapılanmaların ekseriyetinin fuhuş sektörü içinde yer aldığını görürüz. Çok az kısmı bunu haz alma güdüsü olarak kullanmakta olup geri kalanlar para kaznılan bir sektör olarak görmektedir. Dolayısıyla fuhuş sektörünü önemli ölçüde domine ediyor olması bunun bazı kesimlerce destekleniyor olmasını da beraberinde getirecektir. Allah insanı iki cins olarak yaratmış ve Allah’a karşı eşit uzaklıkta kılmıştır. Her iki cins de takvayı kuşandığı ölçüde rabbine yakınlaşacaktır. Burada kadının erkeğe, erkeğin kadına bir üstünlüğü olamaz. Ne var ki iş bölümü açısından kadın ve erkeğin fonksiyonları ayrı ayrı olabilir. Doğal olarak Aliya’nın ifadesiyle kalp mi daha değerlidir, karaciğer mi daha değerlidirgibi bir soruyu sormak nasıl saçma ise kadın mı üstündür erkek mi sorusu daöyle saçmadır. Zira fonksiyon olarak eşit olanlar arasında bu soru sorulabilir oysa kadın ve erkek fonksiyon olarak aynı şeyi ifade etmezler. Feministler İslam’ın kadını aşağıladığı iddiasındadırlar oysa feministler anneyi aşağılamaktadırlar. Eğer İslam toplumu inşa edilecekse bu anneden başlamalıdır.
1970’li yılların en önemli tartışma meselelerinden biri olan Müslüman kadının görünürlüğü Fatma Barbarosoğlu’na göre 1990’lardan sonra en şık şekliyle görünmeye çevrilir. Ancak bu yeni güzellik, estetik kaygısının eksenini belirleyen didndarlaşmanın insana getirdiği varsayılan mütevazi ve sadelik içeren ruhun yansıması değil, çoğu zaman görünürlüğün niteliğini piyasaya koşullayan moda olur. İslami medya gün geçtikçe büyürken, kadınların bedenlerinin biçimi, temsili ve yeri piyasa içinde İslami olana işaret eden, onu farklı kılan tek unsur haline gelir. Medya ve moda ilişkisi karşılıklı birbirini besleyerek İslami kesim içinde yeşeren sınıfsal ayrışmanın sınırlarını bu defa da tesettür modası ekseninde yeniden çizer. Bu süreç zamanla kadının örtünmesinin İslami bir ilke olmaktan çıkıp kamusal alanda şık olmanın, şık görünmenin bir tercihi olarak algılanmıştır. Bu konu da feministler için İslami bir hak olmaktan çıkıp kadının “şıklık”, kendini ifade etme hakkı olarak tanımlanmıştır. Böylece İslami olan yaşam biçimleri feminizm kavramı içinde demokratik bir hakka dönüşerek İslami siyasal kimlikten uzaklaştırılmıştır.
Türkiye’deki İslamcı feminist kadınların diğer ülkelerdeki İslamcı feminist kadınlardan farklı bir tarafları var. Farklı İslami ülkelerdeki feminist kadınlar, kadınlar açısından Kur’an’ı, kadın merkezli yeniden okuyup kadın ve aile hukukunda yeni yorumlar yapma isteğindeyken Türkiye’deki İslamcı feministler ise laik kemalist bir sistem içinde yaşadıklarından bu haktan mahrumdurlar. Onlar da bu eleştiri hakkını İslamcı erkeklerin kadına bakışına yönlendirmişlerdir. Hidayet Şefkatli Tuksal, hermönetik bir yaklaşımla Kur’an’ın kadın konusunda indiği döneme hitabettiğini bu ayetlerin Kur’an’ın metotları çerçevesinde revize edilmesi gerektiğine inananlardan birisidir. Oysa feminizm esasında İslami düşüncenin sorunu değildir. İslami kaynaklarda her ne kadar kadını aşağılayan binlerce veri olsa da bu Kur’an’a dayandırılabilecek bir konu olmaktan uzaktır. İslamcı kadınların bu meseleyi adeta bizim sorunumuzmuş gibi algılayıp kendilerini feminist olarak ilan etmeleri inandıkları kitapla bağdaşır bir durumda değildir. Elbette her vicdan sahibi birey, kadın olsun, erkek olsun kişinin aşağılanmasına ve bu aşağılanmayı onun yazgısıymış gibi normal karşılamasına müsaade edemez. Ama Avrupa’nın her hak arayışında bu hakkı temsil eden kavramın alt yapısını, tarihini, metodunu iyice görmeden hemen sahiplenmek de kendi inancına uzaklaşmayı ya da kafir bir düşünceyle uzlaşmayı beraberinde getireceği kesindir. Biz müslümanlar olarak biliriz ki Allah her şeyi, herkesi olması gerektiği gibi yaratmıştır ve herkesten gücüne ve kapasitesine göre sorumluluk yüklemiştir. İnsan olarak erkeği kadına, kadını da erkeğe üstün kılmamıştır. Ama sorumluluk anlamında birbirlerine üstünlüklerini de kabul etmek bir cinsi aşağılamak anlamına gelmez.