Soluk soluğa koşarak geldiğim sokakların bu kadar sessiz ve hareketsiz olduğuna şaşırmadım değil. Eskiden neşeyle, kaygıyla, hüzünle ve türlü renklerle dolu olan bu sokağın şimdi rengini ve sesini kaybetmiş olmasına şaşıyorum doğrusu. Eski ve yeni kavramı çook daha eskilerden “eski/yeni” diye adlandırılabilmesi için en az bir kuşak geçmesi gerekirdi. Şimdi ise bu kavramların yer değiştirmesi bir yıl gibi bir zaman içinde olabiliyor. Yeni kuşak/eski kuşak bir anda değişiyor. Sanırım internetin toplum ve insan üzerindeki meydana getirdiği değişimden kaynaklanıyor olsa gerek. İnternetin hız limiti ne kadar artarsa kuşaklar arası eski/yeni ayrımı da o oranda hızlanmakta olduğunu görüyorum. Sadece kuşaklar arası mesafenin küçülmesi mi değişmekte bence daha fazlası gibi. Zira mesele sadece bu olsaydı sokaklar bu kadar renksiz ve sessizliğe mahkum olmazdı.
Sokakların dili olur mu sizce? Bence olur. Mesela bizim sokağın dili hep umut sözcükleriyle doluydu. Ağlaması bile umuttu. Gülmesini hiç sormayın muştularla doluydu. Ben bu sokakları yıllardır bilirim. Her karışını arşınlamışımdır. Aha şu köşede Süleyman abim otururdu. Edebiyle, adabıyla ve bana kattığı onca güzel şeylerle hatırlarım. Onu ne zaman görsem bu insan olamaz derdim. Sanki gökten inmiş bir melekti. İnsana dokunurdu, hayatına renk katardı ve iyi ki onu tanımışım dedirtirdi insana. Sonra bir sebepten bu sokaktan taşındı. Ahir ömründe onunla hep uğraştılar. Yıllar sonra taşındığı, gittiği sokakta görmeye gittim kendisini. En nihayetinde benim Süleyman abimdi yine her şeyiyle insan ve olabildiğince içten bir kucaklayışı vardı. Kendi sokağımız için bir kayıp olsa da gittiği sokak için kazanç olmasından dolayı çok sevinmiştim. Geçen onca zamanın ondan da çok şeyler götürdüğünü nice sonralar anlayacaktım.
Bizim sokağın dili sadece Süleyman abim değildi. Daha nice abilerim ve nice yol arkadaşlarım bu sokağın sesi idi. Bunlardan biri konuşmaya başlayınca dağlardan yankılanan şiirlerin çağıltısı içinde coşardım. Ruhumun perdelerine işleyen kesif bir fesleğen kokusunu duyumsardım. Karların içinde boynunu göğe uzatmış zambaklar gibi diri hissederdim kendimi, aynı zamanda asi… ilerde kardeşlerim ilerde diye başlayan cümlelerimiz birbirimize okuduğumuz marşlarla şaha kalkardı. Geleceğe dair duyduğumuz tek endişe bu sokağın dilinin, renginin kaybolmasıydı. Bir gün bu sokaklardan taşarak bir mahalle olacaktık. Sonrasında iki, üç… ve sonra bir şehir olmanın hayalini kurardık. Tıpkı Mekke gibi, tıpkı İstanbul gibi, Kudüs gibi… bizim sokağın dili delişmendi çünkü hayalleri, umutları ele avuca sığacak cinsten değildi. Zaman hızlı biçimde ellerimizden kayıp gidiyordu ve biz hala sokağın rengine, diline hayran hayran bakıyorduk.
Evet bizim sokaklar böylesine renkli idi. Lakin diğer sokaklarda bizimle aynı şiiri, aynı şarkıları söylemeseler de onlar da renkli idi. Bazen sokaklar arası görüşmeler olur, renkli atışmalar, musiki, sanat ve ideolojiler üzerine hummalı tartışmalar yapılır, en sevdiğimiz şairlerin şiirleri, düşünce adamlarının fikirleri bizleri insan kaldığımıza ikna ederdi. Bu görüşmelerden ayrıldığımızda insan olduğumuza dair güçlü bir heyecanla arşınlardık sokaklarımızı. Sokakların birbirine olan saygısı da kavgası da fikirler üzerinden olurdu. Her sokak ayrı bir renk, ayrı bir soluk, ayrı bir desendi. Ama hepsi birlikte bir kilimin deseni olmanın gayreti içindeydi. Bazen motifler bozulsa da bu nahoşluk sokağın tamamına yansımayabilirdi. Ama zaman sadece sayılardan ibaret dilimler değilmiş. Bunu bize yürüdüğümüz sokaklarda eskittiğimiz ayakkabılarımız öğretti. Bunu hiç öngörmemiştik.
Biz kendi sokağımızdan o kadar emindik ki sokağın bu coşkusu, heyecanı hiç bitmeyecek zannediyorduk. Gel zaman git zaman sokağın değiştiğini görmeye başladık. Ya da öyle mi sanıyorduk orası da meçhul ya… gördüğümüz rüyayı hayra yormak gibi gördüğümüz değişimleri de hayra yormaya çalıştık. Öyle dedik, böyle dedik baktık ki pek hayra yorulacak şeyler değil. Bir rüzgar esmeye başlamıştı. Sokağımızda ne var ne yok önüne kattığı gibi savurmaya başlamış ve sokağın ahengi giderek bozulmaya başlamıştı. Bu rüzgar da nereden çıkmıştı şimdi. Oysa hava güneşli ve ağaçlar olabildiğince yeşil, çiçekler mis gibi kokmaktaydı. Ama sokakta Süleyman abimin sesi duyulmamaktaydı. Eğer Süleyman abimin sokaktan taşındığını duyumsayabilseydik rüzgarın sebebini belki bilebilirdik. Süleyman abim niçin taşınmıştı sokağımızdan. Ayağına takılan taştan mı, coşkunluğumuzun taşmasından dolayı göremediğimiz göz yaşlarından mı? Niye giderdi ki insan böylesi bir sokaktan! Ama Süleyman abi gitmişti işte sebebi kendinde meçhul…
Rüzgar kuvvetli biçimde esmeye devam etti. Aslında bildiğimizi düşündüğümüz bir rüzgardı. Poyraz desen, kabayel desen, lodos desen ne dersen de nihayetinde bir rüzgardı işte. Eserdi sonra dururdu ve biz rüzgar dinince sokağımızı toparlardık. Bu sefer öyle olmadı. İnsanın özne olduğu zamanlar geride kalmıştı. Sadece gölgelerden ibaret bir varlık olarak yaşamaya başlamıştık. Artık insan kalmamıştı. Muhayyilemiz rüzgarların önünde savrulmuştu ve hala savrulmaktaydı. Kurgularla dolu bir dünyanın eşiğine sürüklemişti rüzgar bizi. Geriye döndüğümüzde sokağımız tarumar edilmişti ve sokak artık yoktu. Her şeyi yutan bu rüzgar tüm marşları, ideolojileri, şiirleri ve sanatları da dönüştürüyordu. Söylenen her şeyi değersizleştiriyor, anlamsızlaştırıyor ve çocuklarımızı bizden uzağa/uzaklara götürüyordu. Sadece seyretmemize müsaade ediyordu. Onlara dokunamıyor, onları yanımızda tutamıyorduk. Rüzgarın kendine ait bir cazibesi de vardı. İnsanın düşünmesine olanak vermeden her şeyi onun için kurgulayarak bir gerçeklik inşa etmekteydi. İçinde cennet de vardı cehennem de vardı ama mahiyeti değişmiş biçimde. Düşünmek mi ona ne gerek vardı. Algoritmalar bizim adımıza zaten düşünüyordu. Uğruna ölünesi hakikatler, birbirine sıkıca kenetlenmiş aile bağları, dostluklar ve daha nice güzel şiirler birbir yokediliyordu. Çoğu kimse bu rüzgarın tarumar ettiği hayatları görmüyordu, görenlerin bir kısmı yenilmişliğin acziyle seyrediyordu ama hala bir kısmı vardı ki sokağı kurtarmanın, Süleyman abiyi kazanmanın derdiyle yanıp tutuşuyordu. Ama nerden başlanmalıydı?
Rüzgarın içinde canavarlar vardı. Biri gerçeklik üretmekteydi, bir diğeri bu gerçekliği ideolojilere dönüştürmekteydi. Sonra kurgulardan inşa edilmiş sahte gerçeklikleri ideolojilere dönüştüren bu canavarlar ürettikleri algoritmaları bizim sokağımıza salmaktaydılar. Efsunlanmış gibiydi herkes. Şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmuştuk. Heidegger’in dediği gibi teknik sadece bir araç değildi. Aynı zamanda insanın kendini gösterme biçimiydi. Sokağın iletişim dili değişmişti. Yeni iletişim tekniği yalnızca bir araç değildi ve yeni insanın inşa edilmesinin nirvanasıydı. Yeni insan kendini göstermek arzusundaydı. Sokaklar boşaltıldı, evlere hapsolundu. Artık insanın insana ihtiyacı kalmamıştı. Hatta evlerin içinde herkes kendi odalarına çekilmiş aileye ihtiyaç kalmamıştı. Herkes herkesin ihtiyacını görmek için yaratılmış bir köle yahut paralı işçiler olmaktan öteye gitmiyordu. Hazlarımız için çalışan paralı şeyler, eğitim almamız için çalışan paralı şeyler, bize bakmakla meşgul paralı ebeveynler olan şeylere dönüşmüştük. Artık hepimiz bir gölgeydik, şahsiyetimizi kaybetmiştik. Her şeyimizi parayla halledebildiğimiz için kulluğumuzu sunacağımız tanrı da kuşkusuz oydu. Yeni çağın çağdaş adamı olmak ancak tüm duyargalarımızdan soyutlanarak, sokağımızın dilini, rengini, coşkusunu terkedip yalnızca tekbir şeye hazza ve coşkunluğa ve onu elde tutabilecek araca indirgeyerek yaşamakla mümkün olacaktı.
Soluk soluğa gezdiğim sokakların tekrardan başına geldim. Rüzgarların her şeyi tarumar ettiği bu sokağa, yeni insan tipinin varedildiği çağda, çocuklarımı benden çalan eğreti zamanların içinden koşarak sokaklarıma geldim. Hüznümü ve tasamı Allah’a havale ederek geldim bu sokaklara. Belki Süleyman abimi ve diğer tüm kardeşlerimi yeniden bulabilirim ümidiyle geldim. Yüreğim yangın yeri ama benim bu sokaklardan başka gidecek yerim yok. Herşeyi yeniden inşa edecek bir zihinle, her şeyi yeniden düşünecek bir zihinle ve tarumar edilmiş sokağın yıkıntıları arasından yepyeni bir sokak yaratma umuduyla geldim. Yusuf’unu kaybetmiş Yakup gibiyim ama Yusuf’umu nerde arayacağımı bilmeden ve aradığım şeyin Yusuf olmadığını, onu dönüşmüş olarak bulacağımı bilerek bu sokaklara geldim. İçinde canavarlar olan bu rüzgarları yenemeyebiliriz, sokaklarımız yeniden tarumar olabilir. Ama bu rüzgarlara teslim olmayabiliriz. Şiirlerimizi, marşlarımızı ve eskiden bildiğimiz ne varsa hepsini yeniden gözden geçirip bu devasa canavarlara karşı çok daha güçlü, çok daha coşkulu şiirlerle ve marşlarla sokağımızı yeniden inşa edebiliriz. Belki o vakit bize muştulanır bir örümcek ağına nerden ve nasıl üfüreceğimiz…