İnsanın içinde yaşadığı çağı tanımlaması gerekseydi nasıl tanımlardı? Bu sorunun iki türlü cevabı olabilir kuşkusuz. Birinci cevap kitabi olan yani okullarda öğretilen tarih dilimi çerçevesinde olurdu. Bu tanımlamaya göre postmodern bir çağ yahut 21. asır olarak ifadelendirilebilir. İkinci cevap ise insanın acılarına ya da sevinçlerine göre, yani hissettiği duygulara göre olabilir. İlk cevabı aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Mesele ikinci cevabın bizdeki yansımasının ne olduğudur.
Kurgu ve hayalin birbirine karıştığı bir çağdayız diye düşünüyorum. Peki, bunun ne sakıncası var diyeceksiniz? Hayal bana ait bir şeyken kurgu bana dayatılan bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda hayal öz olarak iyi iken kurgu özünde kötücül gelmekte bana. Hayatta iyi kurgular ya da iyi niyetli kurgular yok mu dediğinizi duyar gibiyim. Elbette olabilir bunda bir sıkıntı yok. Ama ne kadar iyi niyetli olursa olsun özünde kurmaca olduğu için yapaydır. Kurgu bir kaç farklı şekilde örneklendirilebilse de en fazla sanat alanında kullanılan bir terimdir. Sanat için kurgusal ve kurgusal olmayan eserler vardır. Kurgusal eserden kasıt semantik özellikleri olmayan yani gönderim ve doğruluk değeri taşımayan eserlerdir. Kurgusal olmayan eserler ise semantik özelliği olan yani gönderim ve doğruluk değeri olan eserlerdir. Kurgusal eserleri özellikle fantastik edebiyat alanında ve sinemanın bazı türlerinde görme imkânımız vardır.
Hayal dediğimiz şey bana ait olandır. Yalnızca beni ilgilendiren bir şeydir. Benden taşıp ötekine ulaştığında kurguya dönüşme imkânı bulunur. Peki, hayal sadece hayal olarak mı kalmalı yoksa hayalin hayata geçirilebilmesi için yapılacak bir eylem planı kurgudan muaf tutulabilecek mi? Eğer muaf tutulamayacaksa bir dayatma ile karşı karşıya kalacak mıyız? Zira dünyada milyar sayıda insanın varolduğunu düşünürsek her insanın hayali hayat bulma yoluna girdiğinde milyar sayısınca bir dayatma da söz konusu olabilir. Öyleyse hayalin kurguya dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu bir alanda dayatmanın da imkân dahilinde olduğunu görebiliriz. Bir roman yazılırken yazar bir karakter kurgular. Bu karakter örneğin madenci olsun. Okuyucu bu karakteri madenci olmanın dışında başka bir karakterle okuyamaz. Bu kurgu okuyucuya dayatılmış bir kurgudur. Bu yanlıştır anlamında söylemiyorum ama kurguyu tanımlama açısından böyle. Sanatın oluşumunda, vücut bulmasında, ifşa olmasında kurgu kaçınılmaz olarak karşımızda duruyor. Peki, kurgu yalnızca sanat alanında mı oluyor? Başka alanlara geçtiğinde kurgu nasıl bir güce dönüşüyor? Sanat alanında dahi okuyucusunu, izleyicisini bir çerçeveye hapseden kurgu, bir şeyi takipçisine dayatan kurgu; siyaset, din ve psikoloji alanlarında da kullanıldığında aynı şeyi yapamaz mı? Bu açıdan baktığımızda kurguyu tartışırken ister istemez sanatın yanında, din, siyaset ve psikoloji üzerinde de düşünmemiz gerekmektedir.
Avrupa düşüncesinin gelişim aşamasına baktığımızda skolastik düşüncenin ardından gelen rönesans, reform hareketleri ve sonrasında sanayi devrimi bir hayalin ürünü müydü yoksa bir kurgunun sonuçları mıydı? Avrupa tarihine çok girmeden meramımızı anlatacak kadar bir hatırlama yaşayalım. Rönesans, sanat alanında başlayan bir gelişmedir. İtalya’da dönemin ekonomik ve siyasal anlamda güçlü olan Medicini ailesi sanatçılara kol kanat germektedir. Sermayenin emrinde bir sanat, sermayenin hayalini kurgulamakla meşguldür. Aslında sanat dediğimiz şey sipariş üzere yapılan bir etkinlik değildir. Sanatçının hayal dünyasında olan şeyin vücut bulmasıdır. Bir gerçekliğe tekabül etmesi şartı yoktur. Ama sanat, rönesans ile birlikte toplumları dönüştüren bir aygıt görevi üstlenmiştir. Shakespeare’nin tiyatroları, Michelangelo’nun çıplak Davut heykeli, Dante’nin “İlahi Komedya”sı, Boccaccio’nun “Decameron”u incelendiğinde Tanrı’dan ve kraldan bağımsız hümanist bir insan tipinin yaratıldığını görebiliriz. Sanat bu alanda kurgu yoluyla toplumu terbiye eden bir araç olarak kullanılırken “sanatçılar” ise sermayenin düşünü gerçekleştiren büyücüler olmuşlardır.
Avrupa’da burjuva, sonraki tanımlamasıyla kapitalistler kiliseyi ve kralı güçten düşürüp kendi egemenlik alanlarını ve pazar paylarını artırmak maksadıyla sanatı ve onu yaratan sanatçıları (büyücüleri) kendi hayallerini gerçeğe dönüştürecek kurguların araçları olarak kullanmışlardır. Kurgu sadece sanat alanında kalabilseydi, birilerinin dünya görüşünü topluma dayatan bir aygıta dönüşmemiş olsaydı mazur karşılanabilirdi belki. Lakin kurgunun özünde bir gerçeği kendince yeni bir forma çevirmek vardır. Yani kurgu, hayalin dışında mevcut bir durumu farklı bir gösterimle istediğin yöne çevirebilme becerisini ifade eder. Eğer, hayalin olan şeyi kurgularla istediğin yöne çevirecek olursan o saf akıldan ve fıtrattan uzaklaşman gerekir. Mesela halk arasında “Yine ne kurguluyorsun?” cümlesi “Aklından ne fesatlıklar geçiyor?” şeklinde kötü bir anlama tekabül eder. “Bunların hepsi senin kurgun!” ifadesi de yine kurgunun kötücül bir anlamını ifade eder. Avrupa’nın ideolojik baskıları da tam bu kurgular eliyle oldu. Amerikan rüyası da ideolojileri kaldırarak sadece kurgunun kendisiyle bir dönüşüm yaşattı. Üstelik bir varlığa gerek olmaksızın bunu yaptı. Sadece kurgular vardı. İnsanların gerçek sandığı ama aslında olmayan bir dünyayı bir semptomu gerçekmiş gibi insanlara satıverdi. Adeta uyuşturucunun etkisinde kalan insan misali kurguyu gerçek zannedip hakikate savaş açan yeni bir insan tipi oluşturuldu. Hakikat olan ne varsa karşısına yasalarla dikilen devletler varedildi. Gıdaların imitasyonu yapıldı. Bal yerine glukoz/fruktoz şurubu, peynir yerine soya, et yerine labaratuvarda üretilen yapay et geçti. Güneşte bronzlaşan ten, solaryumla bronzlaşmaya başladı. İnsanların bir araya gelerek kucaklaşıp gözlerinin içine bakarak muhabbet ettiği ortamlar sanal camların ardından yahut kabloların ucundan yapılmaya başlandı. Giderek kurguların egemen olduğu dünyada hayal insanı terkediverdi. Daha bir sürü örneği vermek mümkün. Tüm bunlar kurgular vasıtasıyla yapılıverdi. İşte bunun için rönesans sonrası sanatı büyü; sanatçıyı ise büyücü olarak tanımlamak mümkündür diye düşünüyorum. Belki Firavun’un büyücülerini bu gözle okuyabiliriz.
Hayal ile planı birbirine karıştırdığımızı düşünüyorum. Misal, bir çocuğa ya da yetişkine senin hayalin ne diye sorduğumuzda doktor olmak, hâkim olmak, ya da zengin olmak gibi cevaplar alabiliriz. Bu cevaplar bir hayalden çok gelecekle ilgili bir planlamayı işaret eder. Ne olmak istiyorsak o alanla ilgili okumalar, pratikler yaparak kendi mesleğimizi seçebiliriz. Hayal daha çok ulaşılması çok zor olan bir şeyi ifade ediyor gibi. Gerçekleşmesi mümkün olmamakla birlikte gerçekleşmesi de ihtimal dahilindedir. Gerçekleşmesi hiç/asla mümkün olmayan hayali kategorik olarak ütopya şeklinde tanımlıyoruz. Planlama bir gerçekliğe tekabül ederken hayal illa bir gerçekliğe tekabül etme zorunluluğu taşımaz. İnsan bir kuş gibi gökyüzünde uçmayı hayal edebilir. Hayalde bir bilinç elbette vardır. İnsan hayal kurarken argo tabirle söyleyecek olursak ayık kafayla hayal kurar. Hayal ve ümit birlikte yol alır. Hayal ettiğiniz şeyi ümit edersiniz. Öyleyse insanın umudu olacak hayalleri her daim olmalıdır. İnsan hayal ettiği şeyi gerçekleştirmek için çaba sarfeder hatta sarfetmelidir de. Ancak nasıl bir çaba sarfetmeli ki kendi hayali başkalarına dayatılmış bir kurguya dönüşmesin?
Tolstoy’a nazire olsun diye bir soru soralım. Hani Tolstoy, “İnsan Ne ile Yaşar?” diye soruyor ya, biz de “İnsan ne ile hayal kurar?” diye soralım. İnsan elindeki olan şeylerle hayal kurar sanırım. Nedir insanın elinde olan peki? İnsanın elinde içine doğduğu toplumun örfleri, inançları, öfkeleri ve ortak paydaları vardır. Kurgu tüm bu ortak paydaları yerle yeksan ederek tek bir kalıp içinde bir insan varedebilme gücüne sahiptir. Tıpkı post truth (gerçek ötesi) çağı insanında yaptığı gibi. İnsan, içine doğduğu toplumun kendisine miras bıraktığı kelime ve duygularla hayal kurar. Aslında insanı Allah yarattığında ona yüklediği kelimeler var. Bu kelimeler içine doğduğu dünyayı anlama kılavuzu gibi şeylerdir. İnsan bu kullanım kılavuzu içinde anlar, düşünür ve hayal kurar. Felsefede tartışılan sınırlı varlık/sınırsız varlık ya da kelamda tartışılan mümkün varlık/zorunlu varlık uyarınca insan mümkün varlıktır. Mümkün varlık zorunlu varlığın ona çizdiği alan içinde kalmakla yükümlüdür. Oysa rönesans sonrası insan kendini zorunlu varlık yerine koyma arzusundadır. Hal böyle olunca arzu, hayal ve kurgu birbirinin içinde karışmaktadır. İnsan da Allah’ın kendisine yüklediği eşyanın isimlerini doğru okuyamadığı zaman tersinden bir modernleşme yaşayabilmektedir. Yani insan dindarlık adına kendini Allah’ın yerine koyabilmektedir. Tıpkı rönesans sonrası hümanist insan gibi ama biçimsel olarak farklı bir şekilde. Bunu dini ideolojikleştirerek yapmaktadır. Her şeye bir sınır, bir çerçeve çizerek kendi kafasında kurguladığı dinî yaşamı bir başkasına dayatabilmektedir. Peygamberlerin mücadelesine baktığımızda şunu irdeleyebiliriz: Allah’ın gönderdiği vahyi toplumlara dayatmışlar mıdır yoksa tebliğ mi yapmışlardır? Peki, bir iktidar olma yoluna girdiklerinde yolda kullandıkları araçlar bir dayatma mahsulü kurgular mıydı yoksa kendilerine dayatılan kurgulara itiraz eden bir duruştan mı ibaretti? Bu soruların cevapları bizi kurgu ile hayalin bahçesinde gezdirecektir.
Allah, insanı yaratan ve onu hükümleriyle kuşatan olması hasebiyle insana sınır çizmeye muktedirdir. İnsana çizdiği sınır insanın fıtratını gürleştirebilmesi için bir imkândan, lütuftan ibarettir. Dolayısıyla insan Allah’tan kendini bağımsızlaştırdığı sürece girdiği her yol, kurduğu her hayal kurguya, kurmacaya mahkûmdur. İnsan, kendisini yaratan rabbiyle bağını güçlü tuttuğu sürece hayal dünyası da ebedi olanın razı olacağı sınırlar içinde kalır. Hayal kurmak insanın ilahi bir yasaya bağlı kalarak yaptığı bir şey olduğu sürece güzelleşecektir. Böyle olduğu takdirde ne dini ideolojikleştirerek bir kalıba sokacak ne de dünyayı tekdüze yapmanın derdine düşecektir. Allah’ın insana vahyettiği haliyle olması gereken bir insan tipi vardır. Cömert, affeden, zulme karşı duran, kendisi zulmetmeyen, tek olan Allah’a sadakatle bağlı, muttaki, adil vs. Tüm bu sayılanlar bir kurguya gereksinim duyar mı? Muttaki olmayı kurgular mıyız, hayal mi ederiz? İnsan hayali olarak en muttaki kul olma arzusunda olabilir. Ama bunu şöyle yapayım diye kurgulayamaz. Onun yaşam formu zaten yaratıcı tarafından belirlenmiştir. İnsan, bu tanımlamanın içinde kalarak yapar bunu. Ama insan muttaki olmayı kurgulamaya başladığında işler değişebiliyor. Ruhbanlık denilen bir mefhum doğabiliyor. O vakit çerçeveler ardı ardına gelmeye başlayabiliyor. Mesela, sakallı olunmalı, sakal şu kadar uzatılmalı, şu kadar zikir çekilmeli, çilehanede kalınmalı, tesettürün ölçüsü şu olmalı, rengi şu renk olmalı vs… Biz buna tersinden modernleşme diyebiliriz. İşin içine kurgu girince tıpkı modern insanda olduğu gibi tanrılık iddiası baş gösteriveriyor.
Peki, hayal kurmak güzelse ve insan için gerekliyse Allah insana hayal kurdurur mu? Bu soruya olumlu cevap verebilmek için hayal kurmanın iyi bir şey olduğuna inanmanız gerekiyor. Aksi takdirde bu sorunun cevabı başından bellidir. Din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar küfredenlerle savaş halinde olmamızı istemesi bize sunulan büyük bir hayal midir? Ya da mümin kullarına vadettiği genişliği yerle gök kadar büyük olan cennetin tasvir edilmesi müminlerin orayı hayal etmesi için midir? Yahut tam tersi, cehennemi tasvir etmesi onun dehşetini hayal etmemiz ve yaşamımıza bu hayalle çeki düzen vermemiz için midir? Veyahut İsmet Özel’in “Taşları Yemek Yasak” kitabında belirttiği gibi “hayal, ipleri elden kaçırmak” mıdır? Bu soruların cevapları da elbette okuyucudadır.
İktibas Dergisi Mayıs Sayısı