Hava güneşli ama soğuk; mevsim sonbahar, günlerden pazar. Durağa geliyorum, tam o anda otobüs de geliyor önüme; fakat otobüse binmekten vazgeçiyorum. Kitap fuarına gidecektim aslında; saate bakınca “daha kurulmamıştır tezgahlar, vakit erken fuar için” diye düşünüyorum. Arka sokakta bir çay ocağı görmüştüm, oraya gidiyorum. Pek âdetim değildir çay ocağına gitmek; bugün bir değişiklik olsun istiyorum.
Caddenin köşesinden sokağa doğru girdim. Tam karşımda duran çay ocağının eski bacasından duman tütüyordu. İnce, eski, boyası yer yer çatlamış tahta kapıdan içeri girdim. Sıcak ve nemli bir hava yüzüme vurdu. Ortada duran sac soba hararetle yanıyor, üzerinde büyük bir ibrik huzurlu bir tınıyla tıngırdıyordu. İçeride, ocak başındaki çaycı dışında iki kişi vardı. Bunlardan birincisi; bacak bacak üstüne atmış, gazete okuyan belediye çöpçüsüydü. Öyle keyifli gazete okuyordu ki… Çayını arada bir yudumluyor, kimseyi umursamıyordu. Diğeri de yaşlı bir adamdı. Bir köşeye saklanır gibi çökmüş, başını eğmiş, ömrünün muhasebesini yapar gibi düşünceler içinde kaybolup gitmişti.
Keyifle bir pencere kenarına oturdum. Ahşap lambriden yapılmış masa üzerinde bir sigara küllüğü, bir de şekerlik vardı. Duvardaki levhada “kapalı mekanlarda sigara içmek yasaktır” yazılıydı. Yine de masada küllük vardı. Yasaklara muhalefete alışkınız toplum olarak. Buna mecburuz belki de… O kadar çok yasak var ki hayatımızda… Doktorlar yasak koyar, hocalar yasak koyar, devlet yasak koyar, babalar, kocalar, belediyeler; herkes yasakçıdır bizde. Yine bizde, yasaklar tam yasak değildir; yakalanmadıkça…
Çaycı işini bitirmiş olacak ki tezgahın arkasından çıktı. Elinde bir çayla bana yöneldi. Kır saçlı, pala bıyıklı, irice bir adamdı. Omuzunda sarı bir havluyla, babacan bir hali vardı, çatık kaşlarına rağmen. Masaya çayı bırakırken “beyim afiyet olsun” dedi. Yeşilçam filmlerinden tanıdığım Kadir Savun’a benziyordu. Hiç kötü rolde oynamamıştı Kadir Savun, öyle hatırlıyorum; hep babacan, hep adı gibi, kadirşinas…
Beyaz porselen çay tabağının üzerinde kırmızı desenler vardı. Bardak da eski çay bardaklarından, ince belli… Çayın rengi kehribar gibi; kokusunda da hafif karanfil var. Her çaycının bir formülü vardır; öyle ki, çayları aranır olsun. Onların çayı öyle herkesin çayı gibi olmaz, evde demlenen çay gibi, kafelerin ya da pastahanelerin çayı gibi olmaz; hakiki çay olur onların ocaklarında. Çaycı tüccar değildir; o bir sanatkardır; çay ocağı da onun atölyesi… Gönülleri fetheder çaycı, dertlileri dinler, garibanı doyurur, üşüyeni ısıtır çayıyla, terleyenin hararetini alır buz gibi limonatasıyla. Radyo şairlerini onlar dinler, haberleri onlar bilir, küsleri onlar bir araya getirir.
Gerçek çaycılar, en büyük edebiyatçıdırlar aslında. Ama sessizdirler, sessiz edebiyat yaparlar. Zordur onlardan hikaye çıkarmak; herkese anlatmazlar, sır vermezler. Onlar defterdirler, ama kendileri okumadıkça yazdıkları okunmaz.
(İçime bir his doğdu. Bugün o gündü; çaycının konuşacağı gün. Onunla konuşmanın bir yolunu bulmalıydım. Elimde çayımla ayağa kalktım, ocağa doğru yöneldim. Çaycı, ocaktan çıkan buharın arkasına saklanmış gibi duvara yaslanmıştı. Onun da elinde çay vardı, gözlüğünün altından bana bakıyordu. Yanına iyice yaklaştım;
-Usta eline sağlık, çayın çok güzel olmuş.
-Afiyet olsun beyim.
-Usta, hangi çayı kullanıyorsun?
-Çaykur kullanırım beyim, dedi gülerek.
-Bizim demlediğimiz çay neden bu kadar güzel olmuyor?
-Sır çayın markasında değil beyim, sır yürekte.
(Aslına bakarsanız bunları zaten biliyordum, maksadım çaycıyı konuşturmaktı. Masum bir oyun oynamıştım).
Şaşkın bir eda takınarak;
-Çay demlemenin sırrı yürekte nasıl olur usta?
-Beyim, biz burada kaynar suya çay katıp satmayız; biz çay demleriz, çay. Besmeleyle başlarız ocağı yakmaya. İbrahim peygamberi yakmayan o ateş, yanan yüreklerin acısıyla harlanır bizim ocakta. Bu ocakta, hasta eşinin tedavisi için şehre gelen köylünün, hastane kapısında kaldığında yanan yüreği vardır. Gurbetten dönmeyen babasının intihar haberini alan evladın acısı vardır. İşten kovulan garibanın, ekmeksiz eve dönecek olmasının acısı vardır. Bu çayın suyunda yeni doğan bebeğin müjdesi vardır. Bu suda, evden kaçan kızını arayan babanın sabrı vardır, aşık olmuş delikanlının gel gitleri vardır, dayak yiyen işportacının kabaran gönlü vardır, hacdan dönen hacının saflığı vardır. Bu çayın deminde özlem var, aşk var, öfke var, keder var, hayat var, ölüm var, yalnızlık var, kısmet var, emek var… Bu çayda, bu ocağı yakan ustanın emeği var. Bu çayda evde bekleyen beş çocuğun rızkı var, hanımın duası var. Bu çayda baba nasihati var;
“İşine hile katma,
Aşına haram katma,
Her dertliyi dinle ama,
Her dertliye derdini anlatma”
Kapı açıldı, içeri zayıf bir çocuk girdi. Sırtında ayakkabı boyama sandığı vardı. Çocuk içeri bir göz attı, belli ki müşteri arıyordu. Çöpçüyü de köşedeki yaşlı adamı da görmezden geldi. Onları tanıyor olmalıydı. Bana döndü, ayakkabılarıma baktı. Ayağımda spor ayakkabı vardı. Çocuk boş gözlerle çaycıya döndü. Çaycı bir çay doldurup çocuğa uzattı.
-Bugün erken çıkmışsın sokağa Halil; hem de bugün pazar.
-Abi çalışmam lazım, abim dün yine kriz geçirmiş. İlacını biran önce almalıyız.
Ocağın ateşi biraz daha harlandı sanki. “Usta, bir çay daha” dedim. Bir çay doldurup uzattı bana. Bir yudum aldım. Çay artık acımıştı benim için.