Bayram öncesi hafta sonu, çok daha önce planlanmış ve fakat ancak fırsatları denkleştirebildiğimiz seyahatimizi gerçekleştirmemiz mümkün oldu. Bu niyeti amele dönüştürme fırsatı, imkanı veren Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Aslında öncesindeki hamd-ü sena bu niyetlilik içinde bulunabilecek bir duygu, düşünüş ve duruşu veren Allah’ımızadır. Binlerce şükürler olsun!
Bu son seyahatimiz dergimizin de yazarı olan, Edremit’te mukim daha ziyade yakın ve son dönem okumaları ve yazıları (makale ve kitaplar) tanıyacağınız Yakup Döğer kardeşimizi ziyarete yönelik idi. Baştan sona, doğumdan ölüme hep ve daima bir seyahat içinde olduğumuz malum. Yol, yolculuk, hadef/varış… İster durduğunuz yerde durun, isterse ters yöne hareket edip koşun, ‘kaçın kaçabildiğiniz kadar’; malum akıbet hepimizi bulacak. Ve bizler, istisnasız, aklımızın erdiği, gücümüzün yettiği her şeyden ama her nimetten sorguya çekileceğiz.
İşte bizler de bu minvalde hesap kitabımızı kolaylaştırmak ve tutturmak adına, tanışıklıklarımızı ve danışıklıklarımızı artırmak, pekiştirmek adına bu seyahatleri önemsiyor, fırsat bulmaktan ziyade fırsat oluşturmaya, vesileler bulmaya gayret ediyoruz. Bunun çok yönlü ‘sıhhat’ sunduğunu da biliyor, an be an yaşayarak görüyoruz. Tavsiye de ediyoruz!
İnanın gözlerde büyütülen bir sürü sebep, mazeret yola revan olduğunuzda uçup gidiyor, önemsizleşiyor. Uzaklar yakın oluyor, yakınlıklar perçinleniyor. Yeni tanıklıklara kapı aralanıyor. Gözlerdeki ışıltı gönüllere yansıyor. ‘Ne iyi etmişiz!’ diyerek, ‘Geç bile kalmışız, keşke daha önce gerçekleştirilse ve mutad halde karşılıklı ve farklı açılımlarla, yeni ufuklara yelken açarak sürüp gitse!’ diye de düşünmeden edemiyorsunuz. Bunun ilk olmasıyla tekrarlanmış olması da ‘süreç okumaları’, ‘seyahat amaçları’ anlamında pek de fark etmiyor; fırsat bulanın, imkanları denkleştirenlerin asla ihmal etmemeleri gereken bir durum bu! Yazılarınızla, gıyabi söylemlerinizle dokunamadığınız yüreklere dokunmak, gönüllere girmek çok daha kolay oluyor ve çok daha kalıcı bir neticeler hasıl ediyor.
Hedefe vasıl olduğumuzda oradaki muhabbet ve fikri diyalog sırf bilgilenme, bilgi yükleme, tek taraflı dikteden ziyade göz göze, nefes nefese, ‘ru be ru’ görüşmelerin önemini ve yerini bir kez daha yakinen müşahede etmemize vesile oldu. ‘Bilgi ve görgü’ meselesi iç içe…
Oradaki farklı bir anekdot da iki boyutuyla önemli: Bir camideki vakit namazını edamız esnasında, bizden önce namazı ikame eden oralı biri bizi –yabancı olarak!- görünce (o esnada oradaki refiklerimiz yanımızda değillerdi); ‘Namazdan sonra bekliyorum, buyurun çay içelim’ teklifini sunmuş ve bizleri memnun etmişti. İşte bu, camilerin fonksiyonelliğini hatırlatması anlamında dikkate değer bir durumdur. O esnada refiklerimizin katılımıyla geçirilen kısa bir diyalogun ardından meselenin arka planı da yaşanılan son süreçler hakkında bizleri farklı duygulara, farklı tepkilere sevk etti. O enstantanenin ardından çok farklı okumalar ve analizler çıkabilir elbet, her meselenin ardından olduğu gibi… Bazı şeyler anlatılamıyor; yaşamak gerek!
O meselenin ikinci boyutu da; aynı caminin ismiyle alakalı… Osmanlı son dönemlerinin o bölgedeki etkili ve yetkili bir kişisi, yöre halkı tarafından, işlediği yüz kızartıcı suçlardan dolayı infaz ediliyor ve makam-mevki ve itibar yitimine uğruyor. Gel gelelim cumhuriyet serüveni tüm rüzgarlarıyla esip tozu dumana katınca çok yıllar sonra o şahsın ismi o bahsettiğimiz camiye veriliyor! O isim hala o camide serlevha olarak duruyor! Şimdi yeni süreç mi, eski sürecin yeni devamı mı; siz okuyun, çıkın işin içinden çıkabiliyorsanız!
Bu son seyahatimizde gördüğümüz şu yaşanmışlık da bu seyahatlerin hesap edilemeyen yeni ve farklı durumlara kapı araladığı gerçeğidir: Çok önceleri yine Edremit’e yaptığımız seyahatimizde, Yakup kardeşimizi görmüş, konuşmuş ve orada bir başka tanıdığımıza (o seyahatte beraber gezdiğimiz Bartın’dan bir kardeşimizin tanıdığı) misafir olmuştuk. Bu vesileyle kendilerine tekrar selam vermek üzere aradığımızda, kendilerinin köyde olduğunu öğrenip selam-kelam faslında, bu seferki seyahatimizde refikimiz Mehmed Durmuş, o ismi hatırlayıp/tekrarlayıp tanışıklığını izhar ederek, kendisiyle bir hasbihal fırsatı, araya giren onca yıl sonra yeniden görüşme, irtibat kurma imkanı bulmuş oldu. İşte bu seyahatlerin böylesi faydaları da oluyor! Farklı kişi ve kişilikler farklı kanallardan irtibat noktaları oluşturarak, tanışıklıkları artırıyor, yenilerine imkan bulurken, eskilerini de güncelleme, bir şekilde yitirilenleri yenileme fırsatı buluyorlar. Gözden ırak olanların gönülden ırak olmasının da önüne geçilmiş olunuyor.
Son seyahat kararımızı gerçekleştirmek üzere sözleştiğimizde Kayseri (Mehmed Durmuş) – Ankara (Tarık Özkan) ve Zonguldak (şahsım) istikametinden harekete başlayarak Düzce’de ekibi üçleyerek tamamlamış olduk. Yolculuğumuz bu üçlü ile başlamış ve dönüşte yine aynı hatta kalarak Düzce’de benim inişimle diğer güzergahta devamla, bir dahaki buluşmaya kadar sorunsuz bir şeklide Rabbimize bitmez ve ödenmez şükür borçlarımız dahilinde kendi vüs’atimizin terennümleri, niyazları ile tamamlanmış oldu.
Öncesinde çok detaylandırılmamış olması hasebiyle –ki bu biraz da o an için bizde bulunmayan zamanla alakalı bir durumdur-, sağa sola sapmadan, zorunlu molalar dışında ilk hedef Edremit’ti. Lakin yol refiklerimiz bizi kırmayarak ve zaten güzergahta bizi yoldan çıkarmayan(!) bir ‘es verme’ isteğimize onay verdiler. Mudanya istikametinde, peyzaj işleriyle iştigal eden -ki bu konuda da, ortak hassasiyetlerle ortaklıkları sürdürme azim ve kararlılıkları (iyi ki) süren ve övgüyü hak eden- kardeşlerimizi ‘bir soluklanma arasıyla’ ziyaret etmiş olduk. Orada da ikramlarla karşılanırken, ne tevafuktur ki başka bir ziyaret esnasına denk gelerek kısa bir hasbihale de imkan bulduk. Esasen işte o malum zaman darlığı/mazereti(!) sebebiyle daha koyulaşması beklenen muhabbet ve açılmış farklı kapılara hem itirazî hem cevabî kaydımız eksik kaldı desek yeridir! Bu da bize bir dert/ders olsun! Her ne olursa olsun oradaki dostlarımıza da tekraren ve daima ‘selam’ olsun!
Mesela, o esnada tanışma faslında Tarık Özkan ismi dolayısıyla merhum Ercümed Özkan’ın adı zikredilip rahmetle, sitayişle, medh-ü sena ile anıldıktan sonra, aynı kelamların, teşhis, tanım ve çözüm sadedinde çok daha farklı ve zıt yerlere ge(tiri)lip bağlanması oldukça manidar ve düşündürücüydü; üzücü olduğu kadar! Elbette konular, gündemler konuşulup tartışılacak, eleştiri mahza olacak ve fakat meselenin iki boyutu ve tarafı olduğundan hareketle kendi bakış açımız ve vardığımız sonuçlar, kendi bağlamı, kendi serüveni, nereden nereye geldiği, evrilmesi, dönüşümü, meşgaleler ve mazeretler, gelinen nokta son çözüm olarak okunup sunulmamalıdır. Halimiz, bu tarz kaal ile meşruiyet kazanmaz, kazanamaz! Kaldı ki genellemeler yapılabilsin! Ve dahi bu, tek taraflı monologla zinhar olacak şey değildir! Esasen bu konudaki bir yaklaşımımı önceki seyahat değerlendirmemde de yazmıştım; bizler cevaplar konusundaki etkinlik ve yetkinliğimiz –evsafı, boyutları elbette tartışılabilir, ancak söyleyeceklerimiz kadar, söylediklerimiz de ortadadır; keza duruş ve düşünüşümüz…- kadar, hatta daha öncelikli ve önemli olarak doğru soruları sorup gündemi çekip çevirmekteki liyakatimizle bilinip tanınmalıyız. ‘Değişim’ söylemlerinin ayyuka çıktığı, bunun matah bir şey sayıldığı, şimdiki söylemlerin ve iddiaların (aslında kayıtsızlığın!) ne adına ve bahasına sahiplenildiği, terk edilen söylem ve yerlerin kim ve niçin yanlışlandığı sağlam bir muhakeme ve doğru bir ölçekle ölçülüp biçilmelidir. Sonra çuvaldız, başkasına (bize!) batırılacaksa batırılsın! İyi ki durduğumuz yerde duruyoruz! ‘Dön baba dönelim’ demiyoruz! Üstelik eski söylem ve yazılanlarla yüzleşmeden, onlarla dokuz talakla (esası üç) boşanmadan, onları hala kayıtta tutuyorken, bu değişim, dönüşüm, evrim, evrilme, sürece ve dün ‘tu kaka’ denilenlere eklemlenme nasıl olacak?! Bu nasıl bir aymazlıktır?! Nice bir vurdum duymazlıktır?! Bu mudur matah olan?! Bu mudur tavsiye edilen?! Bizler ne kadar genel kitleden hallice olsak da, kendi duruşumuzu bozmasak da bu hal ve gidişattan memnun olan varsa beri gelsin! Hani nerede din/ahlak, nerede adalet, nerede emniyetler (5E; din, can, mal, akıl, nesil), nerede liyakat, nerede Rabbimizin emir ve nehiylerine hassasiyet, haydi en özeliyle söyleyelim; nerede tesettüre riayet (sırf başörtüsünü tesettür zannedenler başta!)! ‘Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin/Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten!’ demiş ya Namık Kemal, aynen o kabilden ‘millet/din’ malum kaydını düşerek, tekrarlıyoruz!
Başka bir pişmanlığımız da -yol refikimiz Mehmed Ali Durmuş’un da ikrarıyla- esasen başta planlanmayan ve fakat süreçte olması kanaatinin hasıl olduğu, bir zamandır bir rahatsızlık(!) sarmalındaki kardeşimiz, dergimizin yazarlarından Şükrü Hüseyinoğlu’nu ziyaretimizi gerçekleştiremeyişimizdir. Kaldı ki yolculuk güzergahı zaman darlığı söz konusu olsa da buna fırsat veriyordu. Lakin biz farklı denemeler, ısrarlar gerçekleştirsek de kardeşimizin buna çok açık kapı bırakmayan, içinde bulunduğu halin belki kendince haklı (!) mazeretinden dolayı bunu gerçekleştiremedik. Şimdi buradan bakınca bu da içimize bir ‘uhde’ oldu’! Bu kararsızlığı, daha doğrusu yanlış kararı içimize sindiremedik! Bir emr-i vaki, bir baskın ziyaret çok daha isabetli olurmuş! Gel gör ki ‘keşke’ demenin bir anlamı ve önemi kalmadı. Artık farz oldu bu ziyaret; tabi duamız odur ki kardeşimiz bizden önce davranır, kendine gelir ve onun da çok kifayetle farkında olduğu ‘fiili duasını’ kendisi zamanında ve acilen yapar da bize farz olan vacibe/mendupa döner diye umuyor, bekliyoruz!
Dönüş yolunda orada ‘es verememenin’ –ki bu es vermenin çok ötesinde bir ses verme, el verme, omuz verme sayılabilirdi- telafisini(!) Yalova’da başka bir kardeşimizi ziyaretle gidermeye çalıştık. Fakat bunlar öyle birbirinin yerine ikame edilebilecek şeyler değil, itiraf etmesi zor olsa da! Elbette her biri ayrı değer ve önemde olan bu ziyaret aralarının, yine Rabbimizden niyazımız odur ki bol ve geniş zamanlarda daha planlı programlı, güzergah noktaları iyice tesbit edilmiş –kaldı ki o zamanlarda dahi istisnai ve o anki şartlar gereği yeni ve ilave rotalar, güncellemeler vaki olabilecektir-, kararları ve bağlantıları yapılmış bir şekilde örgün ve yaygın olarak gerçekleştirilebilmesi azim ve kararlılığıdır.
Yalova’da çoğu katıldığımız da olsa yine itirazî kısımları olan ve açılımları, izahları ve bir bağlama oturtulmaları gereken fikir teatimiz oldu. Fikir alış verişimiz oldu. İşte bunlar, bir yazı, bir makale ve hatta bir kitap ölçeğinde bile bazen kotarılmayacak işler. Siz yazıyor, söylüyorsunuz, ama muhatap acaba ne anlıyor?! Durumu ne, hangi şartlar ve şartlanmışlıklar içinde okuyor, hazır bulunuşu ne, hangi çeldiricilerle karşı karşıya, psikolojik, sosyal, ekonomik hangi şartlarla kuşatılmış durumda?! Bütün bunlar üstünkörü, çalakalem üzerinden geçilebilecek, görmezden gelinebilecek, yok sayılacak, etkileri yadsınabilecek durumlar değildir. Söz, üslup ve bağlam, muhatabın algı, ilgi ve dikkati mutlaka hesaba katılmalıdır; elbette bu şart şurt denen şeylere mahkum kalmadan! Sözü eksiltmeden, artırmadan ve her hal-ü karda ‘yere düşürmeden’! İşte bu manada ‘vicahi’ buluşmalar önemli! Sözün kararında ve tekrarlanarak, muhatapla ilişkiler bir yazı/söylem muhataplığına, alış verişine düşülmeden! Hele asla ve kat’a tek taraflı bir yükleme moduna girilmeden!
Hasılı bizler esaslı bir hasılatla (gönül ve yüreklerimizi sağaltıp doldurarak), dost ve kardeşlerimizle yeniden görüşme, danışma fırsatımızı kuvveden fiile çıkararak gönenmiş, sadırlarımızda şifaya ulaşmış, olanca mazeret sarmalına rağmen o genişliği bularak menzillerimize intikal ettik. Tekrarlarını nasip etmesi duasıyla, darısı hepimizin başına… Biz erdik muradımıza, siz çıkın kerevetine!
Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Temmuz Sayısı