Fakir bir ailede büyüyen kardeşimiz, çocukluk günlerini anlatırken: “Gardaş, bir ayın kırk gününü aç geçirirdik.” derdi. Ben de altmış yaşındayım ve yetmiş senedir bir “taraf” tartışmasının içindeyim. “Hangi taraftasın, tarafsız mısın?” sorularına başımla beraber cevap aramak zorunda kaldım. “Gerçekten her çatışmanın tarafı olmak zorunda mıyız? Bu çatışmanın içindeysek tarafımızı gerçekten biz mi seçiyoruz, bir tarafa itiliyor muyuz?” soruları üzerinde düşünelim isterseniz.
Yeryüzünde bu kadar insan birbiriyle çatışıyor, birbirini öldürüyor. Saldırıya uğradığı için kendini savunmak zorunda kalanları ve gerçekten adaletin ikamesi için savaşanları istisna tutarsanız bu çatışmaların çoğunun çıkar çatışması olduğu muhakkak; buraya kadar olanını çoğumuz görüyoruz. “Peki, bu çıkar, ölenlerin ve öldürenlerin çıkarı mı?” sorusunu sorabilecek kadar ilerlemişseniz, bunun cevabını idrak edecek kadar ileridesiniz demektir. Vardığınız bu noktada, bu çatışmaların, ölenlerden ve öldürenlerden ziyade, öldürtenlerin işine yaradığını; insan hayatının, kapitali ya da erki elinde tutanlar tarafından hoyratça harcandığını görürsünüz. Bu tespit doğruysa, bunun bütün sosyal birimlere teşmiline geçebiliriz: Köy, şehir, ülke, dünya…
Çatışan tarafların, her iksinin birden suçladığı ve düşman ya da “ot” kabul ettiği grup ise tarafsızlardır.
Tarafsızları,
1. “Gelen ağam, giden paşam!”cılar ya da “gavurun topuna da Müslüman’ın topuna da ‘maşallah’ diyenler;
2. Ortada durmayı bilinçli olarak seçenler,
3. Çatışan tarafların aslında aynı tarafta olduğunu idrak edebilenler olarak üçe ayırabiliriz.
Birinci maddede nitelenen insanlarla ilgili anlatılabilecek fazla bir şey yok. Çünkü onlar, kendi küçük dünyalarında ve biyolojik ihtiyaçlarının peşindeler. Onların, Ne İslam’ın, zalim ve mazlum/ haklı ve haksız ortasında tarafsız kalınamayacağı ilkesi ne de başkalarının çıkar çatışması ile ilgileri var. Kolay yoldan yaşayıp taklidî bir imana sahipseler de İslam’ın beş ritüelini yerine getirerek kolay yoldan cennete girmek peşindeler. Dolayısıyla bunların içinde,
“Derviş bağrı taş gerek,
Koyundan yavaş gerek.”
diyerekten “şaplak” yemeyi, anladıkları dinin icabından görenler de var.Beyhude ölenler ve öldürenler gibi bunlarda da araştırma zahmeti ya da araştıranların emeğine saygı, tefekkür… yok.
HERKES tanrısının sadık kulları.
İkinci grubun tarafsızlığı, içinde bulundukları gemiyi ele geçirmeye çalışanlarla gemiyi kurtarmaya çalışanlar arsındaki bir tarafsızlık… Bunların içinde içinde kendilerini taraf olmayacak kadar büyük görüp taraf olmayı bizim gibi ufak adamlara yakıştıranlar var; ihtiyaten ortada duranlar var. Öyle ya, çatışan tarafların, mola verdiklerinde ya da aracı aradıklarında başvurabilecekleri “akil?” adamlar lazım. Ya da dışarıdaki güçler gemiyi ele geçirirse bunların bir şansı olmalı.
Bu iki grubun ortak vasfı ortada durmak. Zalimle mazlumun, haklıyla haksızın, hırsızla ev sahibinin, müstevli ile mücahidin… ortasında. Aslında iki odanın ortasındaki eşiğin üzerinde durarak kendilerine göre kurnazlık yapıyorlar. Böylece bunları her iki odadakiler de kendinden sanacak ve taraf değiştirmeleri daha pratik olacak.
Üçüncü gruptaki tarafsızlık; müminlerin, muhlislerin, muhakkiklerin, mütefekkirlerin yani salihlerin tarafsızlığı; bir bakıma tarafı. Bunlara göre münkirler, müşrikler, müfsitler ya da muharrifler her ne kadar ayrı parselde olsalar da aynı adadalar. Vahyin geniş penceresinden bakınca kendi içinde savaşmış görünenlerin kendilerine karşı nasıl birleştiklerini/ birleşeceklerini; aynı dili kullandıklarını/ kullanacaklarını biliyorlar. Onun için üçüncü grubun tarafsızlığı (bir bakıma tarafı); Hakkı temsil etmeyen, hatta çoğu zaman başkalarının çıkarına hizmet eden taraflardan hiç birine mensup olmayan, gücü elinde tutanların bu gücü korumak için çektiği çizgileri tanımayan insanların tarafsızlığı. Bunlar, topluma ve olaylara daha yukarıdan bakan ve çatışan tarafların göremediklerini görenler. Görenler ama yukarıda oldukları için de çatışan taraflarca görünmeyenler, anlaşılmayanlar; dolayısyla da birinci grupla karıştırılanlar.
Bunlar, “koyundan yavaşlar” değil,
“Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum,
Kesilir belki ama çekmeye gelmez boynum.” diyenler.
Bir zamanların “Sağcı mısısn, solcu musun?” dayatması bunlara tabi ki komik gelmiştir ama kendi adasında çatışan taraflar bunları anlayamamış, hatta suçlamıştır. Haçlı saldırılarına göğsünü siper eden Rahmetli Akif de sonra güya dinsizlerin ve uydurulmuş dine mensup olanların çatışmasını daha yukarıdan izlemedi mi? Onun için de Rahmetli’ye din karşıtlarını temsilen nasıl Nurullah Ataç saldırdıysa muharref İslam’ı temsilen de Necip Fazıl saldırmadı mı?
Çatışan tarafların ne kendi çerçevelerine ne de karşıdaki çerçeveye sığdırabildikleri için “tarafsız” ilan ettikleri bu insanlar taraf değil midir? Tabi ki taraftır, çatışan tarafların göremediği, idrak edemediği, daha yüksekte bir taraf. Çatışan taraflar biraz daha yükselip de tarafsız ilan ettikleri bu adamların baktığı yerden bakabilselerdi çatışan tarafların aynı tarafta olduğunu görürlerdi
Kulluğu kendine yakıştıramayan taguti güçlerin çektiği çizgiler ya da kendi içindeki çatışmaları; İlah’ı İlah yerinde, kulu kul yerinde gören, insanların kulluğunu ve eşitliğini savunan insanların tabi ki gündemi değildir. İnsanları, insan kurgusu “-izm” putlarını ilahlaştırıp sonra da bunların çıkarlarını kendi çıkarlarıyla tevhit edip savaşanların yanında değilse bunlar tarafsız mı oldu? Hayır, bunlar hep taraftı. Tahkike, emeğe dayanan bir taraf; bir tarafa itilenlerin değil; iradesiyle gelenlerin tarafı.
Kişiliksiz insanın, tarafını bulması emeksiz ve zahmetsizdir. Dünyası yalan dünyadan ibaret olduğu için bu dünyada çıkarının nerede olduğunu takip eder. Birinci pusulası budur. Dün dediği ile çelişince de: “Dün dündür, bugün bugündür.” der, olur biter. Birinci pusulanın çalışmadığı yerlerde “B” planını, ırkçılığını çalıştırır. Amcasının oğluyla başkası dövüştüğünde amcasının oğlu haklı, amcasının oğluyla kardeşi dövüştüğünde kardeşi haklı, kardeşiyle kendi dövüştüğünde de kendi haklıdır. Bakın, ne kadar kolay.
Mümin, tarafını hep Furkan’a göre seçmeye çalıştığı için yaratılmış her şeyi bir bünye olarak algılar. Filistinlinin kolunun kırıldığı anda onun da kolu kırılır, kol kıran İsrailli adına da o utanır. Ondan kendisine de bir günah payı olabileceğini hesaplar. Ayağı kırılan karıncayla o da topal olur, kanadı koparılan kelebekle o da uçamaz.
“Aldırma da geç git diyemem, aldırırım/ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.“
der.
Batılların kendi içindeki kavgaya karışmaz, ancak hakla batılın savaşındaki tarafsızlıktan Allah’a sığınır. Çünkü böyle bir tarafsızlığın zulümden tarafa olmak olduğunun bilincindedir. Ve bilir ki zalimle mazlumun ortası yoktur; bu orta zalimin zulmü arttıkça zulme doğru kayar; yani bu ortayı zalim belirler.