Siyonizm- Haç ittifakının, yerli uşaklarıyla birlikte ümmetin bu son kalesine hayâsızca saldırdığı şu günlerde, biraz da “Ya kuruyu yaştan ayıramazsam!” kaygısıyla, bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye mütereddit oldum. Ancak geçen günlerin birinde, televizyonda cerahat akmayan bir kanal bulabilir miyim diye beyhude dolaşırken kanallardan bir kanalda belamlardan bir belamın, İslam’ı kirli emellerine nasıl alet etmeye çalıştığını gördüm: Arsız bir sözümona bayan telefon ediyor:
-Alo, Hocam; benim kocam şöyle kötü, böyle çirkin, öyle adi.
Belam’ın, Kuran’dan haberi olmadığı için; kafasındaki dinin kaynağı Israiliyat, muharref Hristiyanlık, Budizm, Şamanizm, Panteizm, eski Babil- Sümer kültürü, Yunan felsefesi, uydurulmuş sözler, kutsanmış hazretler olduğu için haberin tahkikinden de haberi yok tabi. Daha kadının dürüst bir ayakkabı olup olmadığını anlamadan, adamın kim olduğunu bilmeden, adamı dinlemeden başlıyor sözümona Hoca:
-Senin kocan çok kötüymüş canım, onun tedaviye ihtiyacı var, onu doktora götürün, falan filan.
Zanlı, hâkime:
-Hâkim Bey, biraz bekler misiniz? Avukatım gelecek.” deyince Hâkim:
-Bre oğlum, çaldığın şeyi kucağında yakalamışlar, avukatın buna ne diyecek? demiş.
Zanlı:
Hâkim Bey, vallahi ben de merak ediyorum, bakalım ne diyecek? demiş.
Hocayı dinleyince ben de kendi kendime dedim ki:
“Şimdi o bedhah kadının bedbaht kocası telefona sarılıp gözünü yumabildiği kadar yumup ağzını açabildiği kadar açıp cümlenin sonundaki ünleme kadar dümdüz gitse ve sonra da suçunun olup olmadığına dair bu hoca bozuntusundan bir fetva istese bu adam ne diyecek acaba?”
2000’den önce, televizyonlarda dinî sohbetler yok, diye şikâyet ederdik. Şimdi bu kutuya; dini, para kazanma aracı olarak gören sakallı/ sakalsız, cübbeli/ cübbesiz, tesbihli/ tesbihsiz, takkeli/ takkesiz, kravatlı/ kravatsız, arlı/ arsız, hırlı/ hırsız, kârlı/ kârsız belam dadandı.
Önceleri düğünlerde, “Kesik Çayır”la “Ankara’nın Dağları” türküsü arasında, Kuran’dan, bilmem hangi makmada iki dakika tilavet ederek harçlıklarını çıkarırlar; bu kesmeyince de cenaze avcılığı yaparlardı. Tevhit, adalet, kul hakkı algıları olmadığı ve dini namaz ve oruçtan ibaret gördükleri için “devir” denen bir (hâşâ) Allah’ı kandırma operasyonuyla fakirleri kandırırlar; “Aldım kabul ettim, bağışladım.” ayağından ölen sarhoşların, berdoşların oruç/ namaz günahlarını resetlerler; mezarlıkta da vefat etmek zorunda kalanın diriyken yanına yaklaştırmadığı Kuran’dan birkaç ayet tilavet eder, cenazeyle yalnız kalarak ona yeni format atar, sorgu- sualde kolaylık sağlayacak kopyalar verirler; cenaze sahibinin hâli vakti iyiyse onu cennette görürler (Kendileri cenneti garantiledi ya!) ya da Süleyman Çelebi’nin; İranlı bir vaizin okuduğu285. ayetteki “lâ nuferriqu beyne ehadin min rusuluhi” cümlesine inatlaşarak yazdığı “Vesiletü’n Necat” şiirinden okuyup
“İndiler gökten melekler saf saf,
Kâbe gibi kıldılar evim(beytim) tavaf.” diyerekten harçlıklarını çıkarırlardı.
Şimdi çıtayı o kadar yükselttiler ki… İlk perşembesinde melekler gelir töreni, at yirmi beş kuruş; bilmem hangi gecede kemikler ayrılır töreni, at yirmi beş kuruş… Pideler, paket pastalar, çaylar, börekler… Bizi öldüğümüze öleceğimize pişman ettiler. Fakirin, parasından korkmadığı için tek özgürlüğü ölümdü, onu da elimizden aldılar.
Çıtayı yükselttiler derken kastettiğim bu da değil; medyalardan otlanmaya başladılar. İnzal edilen dini yalanlayarak, eksik bularak, o dine ilaveler yaparak külliyetli paralar kazanmaya başladılar. Şimdi bunlardan bazıları paraya para demiyor, çünkü “dolar” diyor.
İbrahim Tatlıses’in otobüs şirketini duymuşsunuzdur. Şirketin kurulduğu sene, şoför ve muavini, yoldan aldıkları yolcuların parasını da dürüstçe getirip İbo’ya vermişler. İkinci yıl, şoför, muavine:
-Lan oğlum, yollarda canımız çıkıyor, parayı üçe bölsek biz sır sakladıktan sonra İbo’nun nereden haberi olacak? demiş. Ve öyle olmuş:
-Şu siye, şu biye, şu İbo’ya.
Üçüncü yıl, muavin şoföre:
-Ya aga, canı çıkan biziz. İbo’nun yoldaki yolculardan aldığımız parada ne hakkı var ki? demiş.
Şoför:
-Tamam lo, şu siye, şu biye; demiş.
Önce Kuran vardı ve sünnet Kuran’dan kopuk değildi, Rasulullah Efendimiz “Yürüyen Kuran”dı. Sonra Kuran’ın yanında sair kaynaklar yığılmaya başlandı. Sonra “Evet, Kuran da var ama siz ona dokunmayın, çarpılır marpılırsınız maazallah; en iyisi uyun hazır olan hazrete…” babından Kuran evin kıble tarafına asıldı ve cenazeden cenazeye, yeminden yemine lazım olmaya başladı. Ya şimdi? Kurulan yeni paralel dinde Kuran’ı Furkan kabul etmek sapıklık sayılır oldu. Ey İmam-ı Azam, ey Mehmet Akif! Sizi anlıyorum galiba! Siz de Ateizmle muharref İslam’ın çatışması arasında kalmış olmalısınız.
Yazık! Söylediklerinin biri bize, dokuzu kendilerine zarar.
Biri bize zarar, çünkü onlar İslam’ı böyle anlattıkça sırtımız daha çok bombalanacak.
Dokuzu kendilerine zarar çünkü Allah’a ve Rasulüne yaptıkları iftiraları bilmem hangi gecede kılacakları iki rekâtlık namazla affettireceklerini sanıyorlar.
Yazık! Rehberlik servislerinin okullardaki tahribatını ve ifsadını bunlar da toplumun hücreleri sayılan aileler üzerinde yapıyor.
Yazık! Bildiklerini zannetmeleri İslam’la bunların arasında aşılmaz bir duvar oluşturuyor.
Yazık! Kuran’ın kıstaslarıyla/ kriterleriyle inanmış olslardı ateşi, bu dünyada gördükleri kadar yakinen görürlerdi.