Günlerden bir gün, bir öğretmen odasında otururken, fizik öğretmeni olabilmek için çalışan fen bilgisi öğretmeni bir kardeşime elindeki fizik kitabını kaç sefer okuduğunu sordum.
-Dört, dedi.
Ben de,
-Bu sınavı kazanırsan fizik öğretmeni olacaksın, kazanamazsan fen bilgisi öğretmeni olarak kalacaksın. Arada büyük bir fark yok. Rabbim katından inen kitaptan da sınava gireceğiz, kazanıp kazanmama arasındaki fark; fen bilgisi öğretmenliği ve fizik öğretmenliği arasındaki fark kadar değil; cennet ve cehennem kadar; dedim. Ve Kuran’ı kaç sefer okuduğunu sordum.
Sonrasını anlatmıyorum, çünkü insanlarımızın Kuran’ı kaç sefer okuduğunu siz biliyorsunuz. Asıl üzerinde durmak istediğim şey, tabi ki okunmasıyla sınırlı değil. Okunan bir şey anlaşılmıyorsa, anlaşılan bir şey uygulanmıyorsa okumanın ve hatta anlamanın ne değeri olabilir?
Kuran’ı, Rabbim anlaşılmasın diye indirmedi, kullarını da Kuran’ı anlayamayacak fıtratta ve kapasitede yaratmadı. Kuran anlaşılmaya, fıtratımız da onu anlamaya müsait. Muhakkak ki idrakimizin farklılığı sebebiyle Kur’an’ı okuyan herkes aynı seviyede anlamayabilir. Dinlediğimiz, okuduğumuz her şeyi kendi istidadımız ve kabiliyetimiz kadar anlarız. Ama ne hikmetse bu sebeple sadece Kur’an okumayı bırakırız. “Öğretmenim benim anladığımdan daha iyi anlıyor.” diye bir romanı okumaktan vazgeçeni gördünüz mü? Biz “Fi-Zilâl”i evimize koyabildik diye göklere sıçramıştık. Size tefsirler elinizin altındaki “cıncık” kadar yakın.
Bugün, bizim asıl gündemimiz de hayatımızdan, eğitimimizden, hukukumuzdan (hâşâ) kovduğumuz Kur’an’ı oralara yeniden hâkim kılma çabası olmalıydı. Bütün yollar buraya çıkmalı, dolayısıyla hukuka güvensizlik tartışmaları da bizi buraya getirmeliydi. Hakk’ı, Melik’i hayatımıza karıştırmadan adalet; Rabb’i karıştırmadan eğitim aramak ne kadar abes bir arayıştır.
Sekülerizm’in moda söylemleriyle kirlenen eğitimci, ilk ergenlikte insanın kudurmak zorunda olduğunu; rehberlikçi, daha ilk ergenlik döneminde ayrı cinsten bir arkadaş tutmayanın bir eksikliğinin olacağını söylüyormuş. Eğitim profesörü, flört etmeden evlenen kızların bu ihtiyacını evlendikten sonra karşılayabileceğini (Kızamık gibi bir şey herhâlde!) anlatıyormuş. Mış, miş, muş, müş… “Bir hâkimin berat verdiğine diğer hâkimin idam verdiğinden; bazı avukatların, nasıl olsa haksız çıkacağız diye aile mahkemelerinde erkeklerin davasını almadıklarından; avukat tutmayanın mahkemede ciddiye alınmadığından…”şikâyetler gelirken şimdi hukuka güvensizlik daha üst perdeden tartışılmaya başlandı.
Ne bekliyordunuz? Bu eğitim kurumlarından Anadol, Murat çıkmasını mı bekliyordunuz? O eğitimciyi ıslah ettiğinizi zannederek ifsat eden sizsiniz. Eğitimde, çevremizle ilgili üniteler koyacaksınız, çevrenin insan zihnini nasıl kirlettiğini/ kirletebileceğini; içinde bulunduğu şartların insan zihnini nasıl koşullandırabileceğini görmeyeceksiniz. Psikolojide “algıda seçiciliği”, hukukta tarafsızlığı anlatacaksınız ve daha yolun başında çelişkiye düştüğünüzü görmeyeceksiniz. Geçenlerde yakalanıp yeniden serbest bırakılan bir hırsızın tam 108 sabıkası varmış. Yani ben bu yazıyı yazarken 108’di. Aile mahkemelerinde erkeklerin elinin kolunun bağlanmasıyla kadın cinayetlerini kaç kişi irtibatlandırabildi dersiniz? Ya da kadına şiddet söylemleriyle fuhşun yaygınlaştırılması çabasını… Hukuk fakültelerinin daha birinci sınıfında “Her şeyi siz bilirsiniz.” dersleri verip onları çatık kaş yapıp sonra da: “Bunlar her şeyi bildiklerini sanıyorlar.” diye şikâyet etmek ne kadar tutarlı? Onlara hiç büyük mahkemeden bahsedildi mi? Rüya âleminin hâkimlerinin de bir gün büyük mahkemede yargılanacakları anlatıldı mı?
Hukukçular: “Bizden başka kimse anlamaz.” mealli bir hukuk oluşturunca haksız oluyor da bir kısım “din adamlarının” (O neyse?) “Dini bizden başkası anlayamaz.” mealli bir anlayış kurarak kendilerine bir imtiyaz yaratmaya çalışması haklı mı oluyor? “Din adamı” sözü, “hukuk adamı” sözünden daha mı sevimli? Hepimiz mükellef değil miydik? Anlamakla ve uygulamakla… Fert olarak ve toplum olarak… Kur’an’a dokunmak için hiç yoktan bir abdest şartı ekleyenler, fazladan bir abdest aldırırız derken insanları Kur’an’dan ettiler. Ya Asr-ı saadette sadece dirilere okunan Kitabı şimdi sadece ölülere mahsus kılıp sonra da uydurma nakillerle; ortaya çelişkili, uyuşturucu bir din koyanlar?… Sonra imam efendi, Marksizm’in, kendi anlattığı dinden daha tutarlı olduğunu dikkatten kaçırarak: “Benim çocuk nasıl ateist oldu?” diye suçu yıkıyor uyduruk kader anlayışına.
Vahyin penceresinden bakılamayan ortamlarda dini eline geçiren çeteleşiyor da hukuku, silahı eline geçiren neden çeteleşmesin? Yedi buçuk milyar insanın hangisinin kafasına göre hukuk, hangisinin kafasına göre eğitim normu geliştireceksiniz?
“Çare, din.” demiyorum. Çünkü bu sefer inananların bile ortak kaygısı: “Hangi din?” olacak. Bazı akademisyen kardeşlerimin saldırıyı göze alarak anlattığı, bazılarının korkudan anlatamadığı gerçek din mi; televizyon kanallarında para karşılığı; kalıplara, tefrikaya ve birbiriyle çelişip çatışan nakillere boğulmuş muharref bir din anlatan hoca efendilerin dini mi? Yazımın başından beri onun için korunmuş kaynak üzerinde duruyorum ya! Dinin kaynağı olarak Kur’an’ı değil de insanların oluşturduğu kaynakları sorgulamaksızın alırsanız Peygamberi bile İran’da başka konuşturursunuz, Türkiye’de başka… Cemil Meriç rahmetli özetle: “Başlangıçta Hristiyanlık kölelerin isyan çığlığıydı, sonra kilise Tanrı’ya yalan söyletti.” der. Peki biz: “Zihnimizdeki İslam’ın ne kadarı Kuran’daki İslam?” diye sormayacak mıyız?
Çare, Kur’an. Çare, Kuranın yüzüne okunması değil, anlaşılması; anlaşılması değil uygulanması. Doktorun size yazdığı bir reçeteyi bile okumanız yetiyor mu? Hayır, o reçetenin anlaşılması gerekiyor. Anlaşılması yetiyor mu? Hayır, o ilaçların, doktorun tarifine göre kullanılması da gerekiyor. Anlaşılmayan Kuran’ın okunmasının, uygulanmayan Kuran’ın da anlaşılmasının ne değeri olabilir? Bir başka ifadeyle okumak anlamak içinse değerli, anlamak da uygulamak içinse değerlidir.
Çare, Kuran’ın hayatımızı kuşatması. Kur’an düğünlerimize gerçekten girmesi, “Kesik Çayır Biçilir mi” ile “Ankaranın Yolları” arasında iki dakika kimsenin bir şey anlamadığı bir metnin okunması değil. Kuran düğünlerimize gerçekten girseydi, orada patlatılan fişeklerin parası ilaç bulamayan yavrulara ilaç parası olurdu. Kur’an, düğünlerimize gerçekten girseydi oradaki çeyiz sergisini de kalça kasık sergisini de men ederdi. Kur’an gerçekten hayatımıza girseydi o düğünlerde “Herkes” tanrısının sözü değil, Allah’ın sözü geçerdi; takı infak olarak algılanır, prestij yarışına ya da borca dönüşmezdi.
Kur’an cenazemize gerçekten girseydi vefat edenin yakınlarının en büyük kaygısı pide ziyafeti değil, vefat edenin gerçek dünyası olurdu. Hoca efendi Kur’an’dan beslenseydi yok ilk perşembeydi, yok kırkıncı günüydü gibi ithal bidatlerden beslenmezdi.
Bu tip haramları, şirkleri ya da bidatleri boykot edebildiğim için bu yazıyı okuyan; Allah’a ve ahrete yakînen inanan herkesi boykota çağırıyorum. Herkes tanrısı beni cehennemine attı da ne oldu? Siz Allah’ın cehenneminden korkun.
Kendi çapımda araştırmalarımın ve tefsirlerin dışında Kur’an’ı baştan sona en az beş altı kere okudum sanıyorum. Tabi ki takıldığım yerlerde farklı meallere, tefsirlere giderek… Fakat Kur’an’ı her okuyuşumda farklı katmanlarına ulaşmanın hazzını yaşadım ve anladım ki insanın zihni nasıl kullanıldıkça açılan ve sonu asla keşfedilemeyecek bir kapasiteye sahipse Kur’an da her okumanızda öyle açılıyor. Öyle bir yere geliyorsunuz ki Kur’an’daki vahiy hayatınızı kuşatan bütün vahyi, kâinattaki vahiyler de Kur’an’ı açıklamaya başlıyor. Hayatın bütününün vahiyden ibaret olduğunu, diğer bütün kitapları doğru anlamanın da Kur’an’ı doğru anlamakla mümkün olabileceğini görüyorsunuz.
Temel’in de bulunduğu bir toplantıda kimin hangi hazrete bağlı olduğu (Memlekette hazret kıtlığı mı var?) konuşuluyormuş. Temel’e de hangi hazrete bağlı olduğunu sormuşlar. O da:
-Pen tirek Allah’a pağluyum, demiş.
Sizi, bilmeyenin, tatmayanın çile zannettiği hazza, “tirek” Kuran’a çağırıyorum. Haydi başlayın, “Sonu gelecek.” demiyorum; güzelliği de sonunun gelmemesinde. Onu “asrın idrakine söyletme” çabamız nerede?