İyilik nedir, kötülük nedir?
Ak nedir, kara nedir?
Zulüm neye denir adalet neye?
Hak neye benzer, şer neye?
Hak gelmeli ve batıl zail olmalı mı gerçekten?
Ama neden?…
Yoksa bu bir orta çağ masalı mıydı?
Sahi hala Kitab’ın bir ağırlığı var mı üzerimizde?
En çok neyi seviyoruz?
En çok neyden nefret ediyoruz?
Bizi üzen şeyler var mıdır hayatta?
Bizi sevindiren?
Bizi düşündüren?
Uykularımız kaçıyor mu, kaçıyorsa ne için?
Canımızı sıkan döviz ve borsa hareketleri mi yoksa hayatı “felç eden” meteorolojik olaylar mı?
Dünya dönüyor bütün ihtişamıyla. İçinde nice hayatlar da dönüyor. İnişler-çıkışlar, çığlıklar, gürültüler, koşturmalar. Bin bir çeşit cinayetler. Hayatlar düşüyor toprağın kara bağrına. Ne için? Biz dünya içinde seyirci miyiz, oyuncu mu? Aktör müyüz, figüran mı?
Hangi hareketlerimizden kimler memnun?
Hangi fiillerimizle kimin nefretini kazanıyoruz?
Sahi biz var mıyız?
Kimin dostuyuz, kimin düşmanı?
Kime aşığız?
Aşık olmalı mıyız?
Neyi okuyoruz? Okumakla ne yapmış oluyoruz?
Sorular sonsuz ve düzensiz. En iyisi ‘düzenli’ bir yerden sıraya girmek, düzenli bir ‘iş’in ucundan tutmak. Rahman’ın ‘tut!’ dediği yerden. Dünya çok karartıldı ama nur da var. Nur elimizin altında. Çaresiz değiliz. Umutsuz hiç değiliz. Sahipsiz sanmayalım kendimizi. Nebilerin azmine muhtacız sadece. Şunu desek yeter: La ilahe illallah. La ilahe illallah diyebildiğimiz an, bizi yutan kaosun kozmosa dönüştüğünü göreceğiz. İşlerimiz yavaş yavaş yoluna girecektir. Dünyayı çıldırmaktan sadece Allah’ın adına tutunmak kurtarabilir. Gerisi cehennem.