İslam dünyası ülkelerinde, kendi kendilerini tebcil ve takdis eden ütopyacı yerel tiranlar, kişisel ihtirasları doğrultusunda, evrensel İslami idealleri, yerel sloganlara dönüştürdüler. İslam’ın yerel sloganlara dönüştürülmesi, İslam’ın özgün-bağımsız-evrensel içeriğiyle, O’nun konformist-yerel tezahürleri arasındaki derin mesafeyi-uçurumu görünmez hale getirdi. Propogandanın gücü, hakikatin gücünden daha etkili hale geldiği için, Müslüman kitleler, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, bu yabancılaşmayla, tahrifat ve tahribatla ilgili olarak, ahlaki-eleştirel bir öfke bile üretemediler, böyle bir öfke üretmeye cesaret edemediler. İslam’ın özgün-bağımsız-evrensel içeriğine yabancılaşarak, konformist-yerli-milli dini yorumlarla bütünleşen İslam toplumları, otoriter bir gelenek oluşturdular. İslam’ın yerli-milli, otoriter sloganların sınırları içerisine hapsedilmesiyle birlikte, İslami eğilim ve oluşumlarla, devlet-iktidar ideolojisi-çıkarı arasında radikal bir karşıtlık-çözülme yaşandı. Bu dönemle birlikte, İslam-İslamcılık, düşüncelerimizin merkezinden, kalbimizin merkezinden çıktı.
Günümüzde, İslam toplumlarında düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, yerli-milli sloganların dünyasında yaşamanın, gerçeklikten uzak, boşlukta, uçurumda yaşamak olduğunu farketmiyor. Toplumlarımız bugün, statüko ile sınırlı umutlar ve ufuklar içerisinde yaşadığı, resmi umutlar ve resmi ufuklar içerisinde yaşadığı için, sosyal patolojilerle, toplumsal kriz’le ilgilenmiyor, insani alanların ve hayatın metalaşmasını sorgulama konusu yapamıyor. Bugünün dünyasında, hem küresel anlamda, hem de yerel anlamda sistem-siyaset, bütünüyle, araçsal akıl ve çıkar temelinde şekillendiği için, toplumlar gerçek İslam’a ihtiyaç duymuyor. İslam toplumlarında, konformist din algısı, resmi din algısı ve kültür, tarihin hep kendi beklentileri-yorumları doğrultusunda ilerlediğine, kendi zaferleriyle sonuçlanacağına inandıkları için, patolojik yanılsamalar biriktirmeye devam ediyor, bu nedenle de, hiçliğin sıradanlaşması merak konusu bile olmuyor. Sözünü ettiğimiz yanılsamalar, yerli-milli bir kültüre-zihniyete dönüştüğü için, milliyetçiliklerin, mezhepçiliklerin, İslam medeniyeti bilincinden, hassasiyetinden, ruhundan, ahlakından, çok derin bir kopuşun ifadesi olduğu bir türlü idrak edilemiyor. Yerli-milli bağlamın kutsallaştırılmasıyla birlikte, yeni bir İslam medeniyeti ufku üzerinde çalışmak imkânsız hale geliyor.
Günümüzde tarihsel sorumluluklarıyla yüzleşmeyen İslam toplumları, bu yüzleşmeyi gerçekleştirmedikleri için, tarihsel bir özne olma iradesini kaybettiklerini de görmüyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, İslam ülkesi olarak anılan ülkeler, emperyalist yeni paylaşım savaşlarının, hegemonya mücadelelerinin nesneleri konumunu aşma iradesi gösteremiyor. Kendi toplumlarında eleştirel bilinci temsil eden, aydınlar/akademisyenler olmadığı için, Müslüman toplum tarihsel sorumluluğun nasıl üstlenilebileceğini bilmiyor, kuru gürültüden ibaret hamaset kültürü ile oyalanıyor. İslam’ı yalnızca soyut bir değerler manzumesi olarak konuşan gündemde tutan düşünce/kültür/ilahiyat hayatı, İslam’ın yirmibirinci yüzyılda nasıl etkili olabileceği konusunda bir fikir beyan etmiyor, bu doğrultuda bir proje üretmiyor. İslam toplumlarında, konformist/otoriter/sağcı/muhafazakâr unsurların bağnazlığı ve baskısı sebebiyle bugün, devrimci/eleştirel/muhalif düşünceyi seçmek, çok riskli hale gelmiştir. Her milliyetçilik, her mezhepçilik, her mistisizm, çok derin fanatizmler ve dar görüşlülükler ürettiği için, İslami bünye içerisinde çok acımasız, ahlaki olmayan, barbar karşıtlıklar oluşuyor. İslam toplumlarında eleştirel üretken bir bütünlük sağlanamadığı takdirde, tarihin yeniden yapılandırılması hiç bir şekilde gündeme getirilemez.
Avrupa sömürgeciliğinin yerini, Amerikan sömürgeciliğinin almasıyla birlikte, Siyonist-Haçlı emperyalizmi İslam’a karşı bir kez daha savaş açmış bulunuyor. Amerika’da göçmenler zincire vurularak sınır dışı edilirlerken, bu emperyalizm Filistin’i, Filistinlilerden boşaltmayı, topyekûn tehciri gündeme getirebiliyor. Siyasal hiçliğin kıyısında yaşayan İslam ülkesi olarak bilinen ülkeler, bu gelişme karşısında, her zaman olduğu gibi, klişe protesto diliyle, bu korkunç projeyi geçiştiriyor. Eski ve yeni her emperyalizm, yeni ve eski her sömürgecilik çok açık, çok net bir Haçlı Seferi mantığı ile hayata geçiriliyor. Bu mantığın çok aşağılayıcı bir meydan okuma olduğunu görmek gerekiyor. İdeolojik ırkçı hesapçılık, çıkar hesapçılıkları, insani/ahlaki/vicdani dünyayı imkânsız kılıyor. Bütün bu olup bitenler karşısında İslam ülkesi olarak anılan ülkelerin siyasal-kültürel kayıtsızlığı, İslam toplumlarının halen içerisinde bulundukları mistik edilgenliklerle yakından ilgilidir. Bu edilgenlikler sebebiyle, toplumlarımızda düşünsel/kültürel hayat, düşünsel/kültürel kadrolar, içerisinde yaşadığımız toplumlarda, gündelik hayatta hak/hukuk/adalet gibi kavramların hiç bir karşılığı bulunmadığını görmüyor. Toplumlarımızın halen karşı karşıya bulundukları mistik edilgenliklerle acımasızca yüzleşmeleri gerekir. Müslüman halkları, edilgen-teslimiyetçi kılan tüm geleneksel koşullar üzerinde, radikal anlamda yeniden düşünmek hayati önem taşıyan bir konudur.
İslam dünyası toplumları, bugün, Haçlı-Siyonist sömürgecilik karşısında, tarihi bir kırılma dönemi yaşıyor. Bu kırılmayla hesaplaşmak yerine, İslam ülkeleri, yerli-milli çıkarı, mezhepçi çıkarı, bu doğrultuda üretilen hesapçı düşünceyi/siyaseti, hiç bir evrensel İslami ideale geçit vermeyecek şekilde mutlaklaştırıyor. Karşı karşıya bulunduğumuz kırılmalarla hesaplaşmadığımız takdirde, yeni bir İslami irade üretme yeteneği kazanamayız. Mistik edilgenlikler, tarihsel gerçekliğe nüfuz etmemizi engelleyen, idrak yetersizlikleri üretiyor. İnsanlık tarihinin en korkunç dönemlerinden birinde yaşadığımız halde, İslam, bugün, ne yazık ki, eleştirel-etkili bir güç bile değil. Mistik edilgenlikler, İslam toplumlarında İslami özgünlüğün kaybına neden olduğu kadar, gerçeklikten utanç verici bir kaçışın da ifadesidir. Bu sistematik kaçış sebebiyle, İslam dünyası olarak anılan, ancak, İslami özgün içeriğini çoktan kaybeden dünya, organize bir suç örgütü gibi, katliam/soykırım endüstrisiyle, Bosna’yı, Irak’ı, Afganistan’ı, Libya’yı, Filistin ve Suriye’yi uçsuz bucaksız mezarlıklara dönüştüren, modern/seküler/liberal/demokratik dünya karşısında, modern/seküler/liberal/demokratik tiranlıklar-diktatörlükler karşısında, ortak bir varoluşsal dayanışma-direniş gerçekleştiremiyor. Günümüzde, istilacı Amerikan emperyalizmi, barbarlığın yeni paradigmalarını oluşturuyor. Günümüzde soykırım bir araç değil, bir amaç haline gelmiş bulunuyor.
Modern uygarlık, ideolojik/politik barbarlık yönünde, çöküş yönünde ilerliyor. Bu barbarlık ideolojik/ırkçı/sömürgeci geleneği yeniden canlandırıyor. İnsanlığın dünyası nükleer silahların, iklim felaketlerinin, biyolojik bilimin, yapay zeka’nın, dezenformasyonun, yanlış bilgi’nin, komplo teorilerinin baskısı altında bulunuyor. İslam toplumlarında da, demagojik-popülist siyaset, otoriter, baskıcı yöntemlerle toplumu dönüştürmeye çalışıyor. Bu durum, Türkiye’de de yaşandığı üzere, hayatın anlamını/ruhunu/kalbini çürütüyor. İslami bütünlük bilincine, İslami evrensellik ve dayanışma bilincine musallat olan, mutlak bir yabancılaşma ve mutlak bir bilinç sefaletinin ifadesi olan, milliyetçilikler ve mezhepçilikler, İslami zihnin varoluşsal bir altüst oluş ve çöküş içerisinde bulunduğunu gösteriyor. Her dönemde olduğu gibi, bugün de, İslami dayanışmayı, ulus-devlet bencillikleri tehdit ediyor. İslam dünyası ulus-devletleri, Siyonist-Haçlı emperyalizmi karşısında, sadece ve sadece, hiçlikte bir ortaklık sergileyebiliyor. Bu ulus-devletler, sömürgeci ittifaka mahkûm edildikleri halde, bu mahkûmiyeti reddetmek üzere, İslami dayanışma iradesini gündeme getiremiyor. İslam dünyası ulus-devletleri, çok rahatsız edici, çok incitici, aşağılayıcı hakikatlerle yüzleşmek yerine, rahatlatıcı/abartılı yalanlarla kitleleri kontrol ediyor, hakikati korumak, temsil etmek yerine çıkarlarını korumaya çalışıyor.
Günümüz İslam toplumlarında, içerisinde yaşadığımız toplumda da, İslam, tarih’le, dünya ile, toplum’la, hayat’la ilişkisini kesmiş, bir uzmanlık alanı olarak görülüyor. Gerçekle yüzleşmeyi düşünmeyen, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, gerçeği çarpıtıyor, propoganda duygusallıkları, düşüncesiz/fikirsiz duygusallık gösterileri sergiliyor. Toplumlarımızda, milliyetçiliklerin ve mezhepçiliklerin ısrarla ve yoğun bir biçimde gündemde tutulması, bu konuların bir saplantı haline getirilmesi, bilinçsizliğin normalleştirilmesi, toplumsallaştırılmasıyla yakından ilgilidir. Hangi toplumda olursa olsun, milliyetçi ve mezhepçi patolojiler, kapsayıcılığı, kuşatıcılığı ve çoğulculuğu, diyalog ve etkileşimi imkânsız kılıyor. Bugünün muhafazakârlıkları, akla, tefekküre değil, duygusallıklara hitap ediyor. Her tür eleştirelliğe kapalı olan muhafazakârlıklar, duygusallıklara bir mesafe koymayı başaramıyor, duygusallıkların gerçeklere yabancılaştırıcı etkilerini görmüyor. Dijital sömürgecilik özellikle genç kuşakları, anlam, ahlak ve bilgelik dünyasından, toplumsal aidiyet ve sorumluluk duygusundan uzaklaştırıyor. Yıkıcı teknolojilerin dünyası ahlaka ihtiyaç duymayan bir dünya, vicdan muhasebesinden yoksun bir dünya oluşturuyor. Sosyal medya bağımlılığı antisosyal kişilikler-karakterler üretiyor.
İslam dünyası ulus-devletleri, milliyetçilik ve mezhepçilik doğrultusunda kendilerini yeniden yapılandırırken, sömürgeciliği tasfiye iradesi-bilinci oluşturmakta özgür değiller, bu nedenle de, bu devletler her zaman ontolojik ve epistemolojik soykırıma açık devletler olarak mevcudiyetlerini sürdürüyor. Milliyetçilikler ve mezhepçilikler, hakikat ve adalet dışı siyaseti meşrulaştırıyor. Hakikat ve adalet dışı siyaset, İslam’ı ve hukuku araçsallaştırıyor. Araçsal hukuk, hukuku bilgelikten arındırarak, ruhsuz/ahlaksız/soğuk/kısır kurallar oluşturuyor, iktidar ihtiraslarının, teknolojilerinin bir aracı haline getiriyor. Sömürgeciliği nihai anlamda tasfiye iradesine sahip olmayan İslam toplumları, bu nedenle altüst edici değişimlere maruz kalıyor, kaygılı ve ızdıraplı yıllar geçiriyor. Müslüman halkların İslami anlamda bir gelecek umudu taşıyabilmeleri için, İslami anlamda bir dayanışma-direniş iradesi-tecrübesi ortaya koymaları gerekir. İslami bilinç, sınırlar ötesi umut topluluklarının adanmış çabalarıyla gerçeğe dönüşür. Resmi umutlarla, resmi sınırların dışına çıkılamaz. Karizmatik dini ya da politik figürlerin/liderlerin, dini ya da politik köleler/putperestler tarafından kayıtsız şartsız taklit edildikleri, dokunulmaz kılındıkları, eleştiriden muaf sayıldıkları toplumlarda, bağımsız/eleştirel entelektüel, kültürel, felsefi bir hayat düşünülemeyeceği gibi, bu tür toplumlarda, evrensel zihin dünyasına sahip düşünürler, bilgeler, sanat-edebiyat adamları, filozoflar vb. da yetiştirilemez.
Adalete yabancılaşan hukuk sistemlerinin, aklı ve kalbi ikna ettiği görülmemiş ve duyulmamıştır. Demagoglar ve propogandacılar tarafından ele geçirilen toplumlar, toplum olma özelliklerini kaybettikleri için, kültürsüzlüğe mahkûm oluyor. Bu tür toplumlarda, Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere, iletişim çağında büyük bir iletişimsizlik yaşanıyor. Örgütlü yalanların belirleyici olduğu toplumlarda gerçeği kurgudan ayırt etmek mümkün olmayabiliyor, hakikati temsil çabası risk almayı, bedel ödemeyi gerektirebiliyor. Milliyetçi-mezhepçi bencillikler, partizanlıklar, ortak değerleri, ortak kültürü, ortak hassasiyetleri bütünüyle işlevsiz kılıyor. Patolojik bencillikler ve patolojik partizanlıklar, ortak toplumsal hassasiyetlerin aşınması, bir histeri iklimi oluşturuyor. Günümüz İslam toplumlarında yaşandığı üzere, milliyetçilikler ve mezhepçilikler temelinde, aziz İslam’a yönelik saldırılar günümüzde, politik hesaplar ve emperyalist dünyanın beklentileri doğrultusunda tahkim ediliyor.
İslam toplumlarında, Türkiye’de de, entelektüel-akademik hayat, yüzyıllardır içerisinde yaşadığı, konformist yanılsamalar, konformist umutlar ve edilgenlikler sebebiyle, ontolojik ve epistemolojik soykırımla yüzleşemiyor. Aziz İslam’a, konformizmler, mistisizmler, milliyetçilikler ve mezhepçilikler gibi içeriden yönelen sistematik saldırılar, bu saldırıların kötürümleştirici sonuçları olmasaydı, Müslümanlar dışarıdan gelen sömürgeci saldırılara karşı daha etkili karşılıklar verebilecekti. Konformist-mistik-muhafazakâr kültür ve din algısı, İslam toplumlarında zihinsel ve ruhsal bir kölelik oluşturuyor. İslam toplumlarının bugün karşı karşıya bulunduğu yapısal sorunların kaynağında bu kölelikler var. Sözünü ettiğimiz zihinsel-ruhsal edilgenlik ve kölelik, toplumlarımızda bir hayat tarzına ve dünya görüşüne dönüştüğü için, düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, bu konformist-mistik dünya görüşü ile hesaplaşma ihtiyacı duymuyor, derin ve radikal bir eleştirel kültür geliştiremiyor. Konformist-mistik-sufi dünya görüşünü içselleştiren İslam toplumları, bu içselleştirme nedeniyle, direniş ve dayanışma yolunu seçmiyor, imkânsızlığı ve hiçliği normalleştiriyor.
Günümüz dünyası, teknofaşizme doğru ilerleyen, öngörülemez bir tarih oluşturuyor. Bugün, insanlık çok düşük nitelikli bir dünya ile, çok düşük nitelikli toplumlarda yaşıyor. Düşük nitelikli toplumlar, İslam dünyası toplumlarında da görülebileceği üzere, otoriter rejimlere kol kanat geriyor. Yerel tiranlar, Müslüman halkları her zaman felaket tellallığı söylemleriyle kontrol altında tutabiliyor. Yeni emperyalizm, yeni sömürgecilik, ideolojik-ırkçı propoganda aracı olan Avrupamerkezci değerlerden/kavram ve kurumlardan vazgeçtiği için, yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda tercihler yapıyor, kendi çıkarlarını İslam toplumlarına dayatıyor. Emperyalistlerin, küresel-yerel tiranların çıkarlarına hizmet etmesi koşuluyla, daha önce azılı terörist olarak ilan edilerek başlarına milyon dolarlık ödüller konulan teröristler, bu hizmetleri karşılığında, ülkelerinde cumhurbaşkanı olarak ödüllendirilebiliyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde dijital sömürgeci baronlar, bilgi’nin kontrolü üzerindeki tahakkümü küresel ölçekte tahkim etmeye çalışıyor. Dijital sömürgecilik her toplumda kimlik-kişilik bölünmelerine, kimliksizlikten, kişiliksizlikten, bağımlılıklardan kaynaklanan şizofrenik hayatlara neden oluyor. Bu ağır ve tehditkâr koşullar içerisinde, örgütlü kötülükler emperyalizm ve sömürgecilikle işbirliği yapan İslam dünyası ulus-devletleri, bu örgütlü kötülükleri daha etkili hale getiriyor, örgütlü kötülüklerle suç ortaklığı içerisine girebiliyor.
Aziz İslam’ın, yerelliklerin, geçmişin, mistik-sufi düşüncenin konusu haline getirilerek kurumsallaştırılmasıyla birlikte çok derin ve büyük tarihsel bir kırılma yaşandı, bu kırılmayla birlikte, İslam dünyası ile, Batı dünyası arasında yapısal bir asimetri oluştu. Bu asimetri oluşturulurken, “Aydınlanma Düşüncesi” ideolojisi, sistematik-yoğun bir ideolojik silah olarak kullanılmak suretiyle, İslam toplumları entelektüel anlamda terörize edildi. İslam toplumları içerisinde bulundukları yapısal asimetri sebebiyle, bugün, resmi ya da gayriresmi tiranlıkların etki alanı içerisinde bulunuyor. Müslüman halklar, mistik teslimiyetçilikler sebebiyle, emperyalizmlerin dolaylı işgallerini sorun haline getirmiyor, dolaylı işgalleri farketmiyor. Yapısal asimetri ve mistik edilgenlikler, kadercilikler yoluyla kendi kendilerini işlevsiz-etkisiz kılan İslam toplumları, tarihin en korkunç haydut devleti Amerika tarafından, bir kez daha ve yeniden, “beyaz adamın yükümlülüğü” ideolojisine mahkûm ediliyor. İçerisinde yaşadığımız teknofaşizm, kaos çağında, küresel küstahlık ve emperyalist şizofreni çağında, İslam dünyası tiranlıkları, bu gelişmelerle nihai anlamda yüzleşmek-hesaplaşmak yerine, kitleleri mistik-sufi tercihler yönünde yönlendirerek etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Tiranlar orantısız güçlerini, toplumların mistik edilgenliklerinden alıyor. Popülist zihniyete maruz kalan toplumlar her tür yalana ikna edilebiliyor. Aziz İslam’ın eşsiz, emsalsiz evrensel değerleri, İslam medeniyetinin birden fazla aidiyete, inanca, kültüre ev sahipliği yapan kuşatıcılığı bir yana bırakılarak, politik ihtirasların, megaloman yanılsamalardan ibaret milliyetçiliklerin nesnesi haline getiriliyor.
Karanlık bir korku çağında, ırkçı ve ideolojik kepazeliklerin küreselleştiği, iç karartıcı bir çağda, kendilerini İslam’a nisbet eden yerel tiranlar, İslami direniş ve dayanışma, varoluşsal ve tarihsel bir zorunluluk haline geldiği halde, bu zorunluluğa kayıtsız kalarak, İslami aidiyetlerinin sahte, ulus-devlet aidiyetlerinin de gerçek olduğunu gösteriyorlar. Yerel-bölgesel-sınırlı aidiyet biçimleri bir şekilde milliyetçi-ırkçı öncelikler oluştururken, evrensel aidiyet biçimleri insani-ahlaki öncelikler oluşturuyor. Hangi toplumda olursa olsun, siyaset ahlakiliğini-insaniliğini kaybettiğinde, hukukun adaletsizliği sıradanlaşabiliyor. Günümüzde, İslam toplumları ölümcül sorunlarla karşı karşıya bulundukları halde, hamaset saçmalıklarıyla, korkuları sömürerek, bu sorunları örtbas etmeye çalışıyor. Toplumlarımız Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere, kendilerini muhafazakâr-dindar olarak tanımlayan kesimler, soyut ahlakçılığın sözcülüğünü yapar, bu tür bir ahlakçılığın tekelini ellerinde tutarken, somut ahlakiliklere derinden yabancılaşıyor. Bu arada, tarih boyunca sufi-mistik düşüncenin de ahlaki göreceliği meşrulaştırdığını kaydetmek gerekiyor. Etnik üstünlükçülük, mezhepçi üstünlükçülük duygularının/bağlılıklarının etkili olduğu toplumlar, ahlaki ilkelerin, duruşun ve tercihlerin yerini oportünizmlerin aldığı toplumlar, kültürler, siyasetler İslamilik iddiasında bulunamazlar.
Eski ve yeni emperyalizmler, ‘’beyaz adamın üstünlüğü’’ ideolojisi adına, İslami ebedi öteki olarak ilan etmek suretiyle, İslam’ın, ancak, folklorik bir gelenek olarak varlığını sürdürebileceği saplantısını/takıntısını mutlaklaştırdıkları için, İslam’ın, İran İslam Devrimiyle siyasal hayata/tarihe/dünyaya yeniden girişini, ideolojik-ırkçı-sömürgeci bir kan davasına dönüştürmüş bulunuyor. İslami siyasal tercihleri sebebiyle, Haçlı-Siyonist emperyalizmin kuşatma ve husumeti ile karşı karşıya bulunan, her tür emperyalizme karşı bir direniş ve dayanışma iradesi ortaya koymaya çalışan İran; milliyetçi-mezhepçi tercihleri ve emperyalistlerle ittifakları sebebiyle, diğer İslam dünyası ulus-devletleri tarafından dışlanırken, İslami anlamda bir ittifakı da dışlamış bulunuyor. İçerisinde yaşadığımız dönemde Haçlı-Siyonist saldırıları, küstahlıkları, meydan okumaları karşısında İslam toplumlarının etkisizlikleri/güçsüzlükleri, iradesizlikleri, teslimiyetçilikleri, bağımlılıkları ile tanımlanıyor, değerlendiriliyor olmaları, bu toplumların çok derin, içsel bir yozlaşma/yabancılaşma/bayağılaşma içerisinde bulunduklarını gösterir. Haçlı-Siyonist kötülüğün, Müslüman halkları büyük bir insan kitlesi/sürüsü, kendi varoluşunu, kaderini, geleceğini belirleme iradesi olmayan biyolojik unsurlar muamelesine tâbi tutulabiliyor olmaları, mutlak kötülük ideolojisi karşısında İslam toplumlarının yapısal ve onur kırıcı bir edilgenliği içselleştirdiklerini gösterir.
Ortak iyiye ve ortak onura yabancılaşarak, oportünizmi tek geçerli tercih haline getiren İslam toplumları, içerisinde yaşadığımız toplumda da somut olarak müşahede edilebileceği üzere ahlaki iklimin bütünüyle çölleştiği toplumlardır.
Hangi toplumda olursa olsun, popülizmlerin hâkim olduğu toplumlarda, kitleler, gerçekler ve fantezileri birbirinden ayırt edemezler. Bu toplumlar, düşüncesiz başarı ve kahramanlık öyküleri üreterek hayatlarını sürdürürler. Küresel anlamda olsun, yerel anlamda olsun bütün popülizmler, faşizme doğru yol alırlar. Popülizmlerin ve faşizmlerin yükselişi, siyasal ve kültürel bozulmaya, ahlaki bozulmaya işaret eder. Tarih boyunca, sınırsız kibir ve sınırsız kendine güvenin, çok büyük çöküşlere neden olduğunu hatırlamak gerekir. Çok aziz ve mükerrem İslam’ın, muhafazakâr/sağcı/popülist bir faşizmin, politik aracı haline getirilmesi, bu araçsallaştırma nedeniyle popülizm ve faşizmlerin meşrulaştırılması, İslam’a yönelik çok ağır bir saldırıdır. Muhafazakâr-dindar kesimlerin popülizme ve faşizme ilgi duymaları, özenmeleri, faydacı hesapçılığı içselleştirmeleri, bu kesimlerin, evrensel-varoluşsal İslami niteliklere bütünüyle yabancılaştıklarını, yerli-milli dindarlıklarla büyülendiklerini gösterir.
Ortak insani değerleri-anlamları yok sayan yerel faşizmlerle, ortak insanlık değerlerini yok sayan Haçlı-Siyonist faşizm arasında kayda değer bir farklılık yoktur. Günümüz İslam toplumlarında faşizme öykünen/özenen çevreler, çoğulculuğu, çok boyutluluğu ve çok sesliliği susturmaya çalışıyor, eşitlik karşıtlığını toplumsallaştırıyor. Bu toplumlarda, iktidarlar, siyasal rakiplerini siyasal şiddet yoluyla etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Popülist kültürün, faşist kültürün, hiç bir zaman ahlaki gücü, etkisi ve içeriği olmamıştır. Aynı şekilde pragmatizm ve hesapçı bir muhafazakârlığın da ahlaki-entelektüel değeri-misyonu olmadığını kaydetmek gerekir. Nitekim, bugün, kendilerini muhafazakâr-dindar olarak tanımlayan toplumlarda, kültürsüzlük, yolsuzluk, adaletsizlik, zontalık, magandalık, ahlaki felaketler, muhafazakâr sürüleşme kol geziyor.
Modern zamanlarda, sömürgecilik, önce, “uygarlaştırma misyonu” retoriği ile, daha sonra da, özellikle, yirminci yüzyılda “insan hakları” ve “demokrasi” maskesi altında tahakkümünü sürdürürken, bugünün yeni sömürgeci emperyalizmi, hiç bir maskeye, ikiyüzlülüğe ihtiyaç duymaksızın, insanlığa, özellikle de, İslami bağımsızlık-direniş mücadelelerine meydan okuyarak, tahakkümünü sürdürüyor. İnsanlığın modern tarih, modern uygarlık, kültür ve siyaset konusunda şimdiye kadar benimsediği, içselleştirdiği, savunduğu bütün fikirlerin, düşüncelerin; Filistin-Gazze’ye yönelik olarak sergilenen, savunulan soykırım ve tehcir politikaları, dayatmaları sırasında, bütünüyle yanlış, bütünüyle karanlık ve kirli, bütünüyle ırkçı ve sömürgeci olduğu ve bütün bu fikirlerin/düşüncelerin acilen sorgulanarak reddedilmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Bugün, küresel ya da yerel, bütün biyoiktidar rejimleri, hayatın bütün boyutlarını kontrol altına almaya çalışıyor. Emperyalist çıkarlara göre biçimlendirilen, dünya düzeni, insani varoluşun bütün niteliklerine, evrensel varoluş ve bilincin yansıması olan insana, barbarca saldırıyor. İslam dünyası toplumlarında, konformist gelenekler ve din algısı, önce, aklı-zihni ve iradeyi yok ederek, halkları yapısal kötürümlüğe mahkûm etti. Bu yapısal kötürümlük sebebiyle, Müslümanlar, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatı, İslami ontolojinin ve epistemolojinin yüzyıllardır bağımsız olmadığını, güvence altında olmadığını ve sistematik bir şekilde aşağılandığını fark etmiyor. Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek kültürü, İslam toplumlarını yapısal bir körlüğe mahkûm ediyor. Bugün, içerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere, İslami düşünce/kültür/edebiyat/ilahiyat hayatının, İslam’ın ontolojik-epistemolojik haysiyetine yönelik saldırılarla ilgili bir sorunları, meseleleri yok. Toplumlarımızda, nitelikli hayatı bütünüyle imkânsız kılan ağır/derin koşullar, bugün, ne yazık ki, sadece hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor.
Aziz İslam’ın, İslam dünyası toplumlarında, ontolojik ve epistemolojik haysiyetine/bağımsızlığına sahip çıkmak gibi, varoluşsal/tarihsel bir sorumluluğu üstlenebilecek, ahlaki-entelektüel yeteneklere-niteliklere sahip olmayan, bir gün utançla anılacak olan tenekeden tiranlar, bugün, yalnızca biyopolitik egemenlik ve tahakküm için mücadele ediyor. Günümüzde, ahlaki-kültürel siyasal yön kaybı içerisinde bulunan İslam toplumları hayati meselelerin farkına varamayacak ölçüde İslam’a yabancılaştıkları için, “varoluşsal öteki” muamelesine tâbi tutuldukları halde, sömürgeci/ırkçı paradigmalara, sapıklıklara, anormalliklere katlanmaya devam edebiliyor. İslam dünyası ulus devletleri, yeni sömürgeci emperyalizmle yüzleşmek yerine, gerçek bağımsızlıktan feragat ederek, insanlığa karşı sürdürülen sömürgeci siyasetle uzlaşmaya, ittifak kurmaya, dost olmaya çalışırken; yalnızlığa, kaderlerine terk edilen, İslami onurları sürekli olarak hakarete uğrayan, İslami direniş hareketleri/mücadeleleri, tarihi bir misyonu çok güç koşullar içerisinde yerine getirmeye, İslami onuru temsil etmeye çalışıyor.
Günümüz dünyasında, toplumlarında, İslam toplumlarında da, ahlaki varoluşun, ilkelerin, tavrın, tarzın, duruşun yerini bugün araçsal rasyonalite, bağımsız siyasetin yerini de, teslimiyetçilikler almış bulunuyor. Araçsal rasyonalite, bütün kötülükleri, yabancılaşmaları normalleştiriyor, insanlar, toplumlar kötülüklere alışıyor, hayatlarını kötülükler içerisinde geçiriyor. Her toplumda, özellikle de, İslam toplumlarında, temel İslami ilke ve ideallerle, gerçekler arasında büyük uçurumlar oluşuyor. Bu toplumlarda iktidarlar, kendi çıkar ve ayrıcalıklarına hizmet eden kesimleri ölçüsüz ve sınırsız bir biçimde ödüllendirirken, muhalif-eleştirel kesimleri de ölçüsüz ve sınırsız bir biçimde cezalandırmaya, etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Pragmatik hesaplar ve reel politik yanılsamalar, ilkesel varoluşu-mevcudiyeti imkânsız kılıyor, kılabiliyor. Yerli-milli güvenlik öncelikleri, İslami değer ve ilkelere ilişkin öncelikleri savsaklayabiliyor, ihmal edebiliyor. İçerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere, iktidarların çıkar ve öncelikleri doğrultusunda yeni kavramsal çerçeveler, yeni kurallar, yeni yaptırımlar ve uygulamalar üretilebiliyor. Kuralların yerini, istisnalar alıyor. Bir diğer yanda da, yeni sömürgeci Amerikan emperyalizmi, emperyalist istisnacılığı-korsanlığı, ideolojik ve ırkçı öncelikleri, küresel kural haline getirmeye çalışıyor. Bu dönemde, yeni sömürgeci emperyalizmin elinde rehin olarak bulunan İslam dünyası ulus devletleri, kendi ülkelerinde, eleştirel-muhalif aydınları, yazarları-gazetecileri ve politikacıları hapishanelerde rehin olarak tutabiliyor.
Bugünün dünyası, bir yanda, yeni sömürgeci emperyalizmin dayattığı utanmaz/hayasız tehditler, savaşlar, soykırımlardan; bir diğer yanda da, ortak insanlığın vicdanını temsil eden, sömürgeci emperyalist dünya karşıtı dayanışmacı-direnişçi kozmopolit bir insanlık dünyasından oluşuyor. Böyle bir dünyada, aziz ve mükerrem İslam ne yazık ki, utanç verici milliyetçiliklerle ve mezhepçiliklerle, bu milliyetçilikler ve mezhepçilikler sebebiyle, evrensel bir cemaat-ümmet olma niteliklerini kaybediyor. Milliyetçi ve mezhepçi bağnazlıklar, önyargılar sebebiyle, İslam, Müslümanların ortak dili, bilinci ve kalbi olmaktan çıkıyor. İslam toplumlarında, İslam’ın yerine geçen, bilgelik/erdem/tefekkür ve sadelikten nasibi olmayan, çıkarcı, muhteris muhafazakârlıklar, muhafazakâr maskeli seküler hayatlar, saray ve saltanat kültürüne öykünen, lüks, debdebe, ihtişam düşkünü görgüsüz muhafazakârlıklar, toplumu belirlemeye çalışıyor.
Ağır bir bilinç tutulmasının tezahürü olan konformist ve mistik kültürün etkili olduğu toplumlarda, kendi geleceklerini tasavvur etme iradeleri olmayan toplumlarda, sözünü ettiğimiz bu kültür, İslami evrensel bilinç temelinde, kapsamlı bir değişimi/dönüşümü imkânsız kılıyor. İslami anlamda tasavvur ettiğimiz dünya ile, içerisinde yaşadığımız toplumlar arasında çok büyük mesafeler var. Bu büyük mesafeler sebebiyle, İslam uzak geleceklere ait bir mesele gibi görünüyor. İçerisinde yaşadığımız toplumda, İslami düşünce/kültür/edebiyat ve ilahiyat hayatı, eleştirel kültür ve özgün/bağımsız içerik üretimini felce uğratan, geçmişi saplantı haline getiren, zihinsel-entelektüel dünyayı bir harabeye dönüştüren, konformizmlerle, mistisizmlerle ilgili sorgulamalar yapmak yerine, konformist/mistik aptallıklarla büyüleniyor.
Toplumlarımızda, İslam’ın yerine konulan, devlet dindarlıkları, devlet mezhepçilikleri, devlet muhafazakârlıkları, propoganda ve gösteriye dönüşen, ruhsuz/biçimsel teatral çerçeveler, İslami anlamda umut kırıntılarına bile yer bırakmıyor. Bu nedenle, İslami cemaatler/vakıflar/partiler vb. olarak tanımlanan topluluklar, hayatları boyunca, Kur’an’ı Kerim’i, İslam’ı nasıl anlayabileceklerini/yorumlayabileceklerini konuştukları halde, Kur’an’ı-İslam’ı, nasıl somut gerçeğe dönüştürebileceklerini hiç bir şekilde gündemlerine almıyor. Kendilerini, resmi dindarlıkla değil, evrensel İslami tasavvurlarla tanımlayan Müslümanların, özellikle içerisinde bulunduğumuz dönemde, kapsamlı bir özeleştiri süreci başlatmaları, bu süreçten ahlaki ve siyasi dersler çıkarmaları gerekir. Özeleştiri süreci, geçmişin zaferlerini ve yenilgilerini yeniden yorumlayarak, geleceğe giden yolları açmak durumundadır. Kuşkusuz eleştiriyle düzen değişmeyecek, ancak, özeleştiri yoluyla teoride bir bütünlük olan İslam’ın, pratikte/gerçekte, neden paramparça ve işlevsiz hale geldiğini çözümlemek mümkün olabilir. Özeleştiri süreci derin sorular sormayı gerektirir. Konformist ve mistik kültür, hiç bir konuda, hiç bir şeyi sorgulamayan bir aptallık kültürüdür. Konformist-mistik-sufi kültür, radikal bir değişim için gereken uzun soluklu, bilgi, birikim, bilinç, eylem ve cesarete sahip olmadığı için, hiç bir şeyin değişmeyeceğine, değişmemesi gerektiğine inanır. Müslümanlar samimi, derinlikli bir özeleştiri süreciyle, İslam’ın, siyasal/ entelektüel/felsefi gücünü, misyonunu ve vizyonunu nasıl kaybettiğini konuşabilirler.
Günümüzde, İslam dünyası ulus-devletleri, istilacı, etnik temizlikçi, yeni sömürgeci Amerikan emperyalizmini dünyanın kaderi gibi gördüğü için, emperyalist dünya düzeninin müttefiki konumlarını kaybetmemeye, emperyalist zalimlerle özdeşleşmeye, İslami direniş hareketleriyle özdeşleşme görüntüsü vermemeye çalışıyor. Yerli-milli resmi muhafazakârlıkları içselleştiren, İslami topluluklar, bugün, mevcudiyetlerini; hem muhafazakâr, hem sağcı, hem popülist, hem kapitalist, hem seküler kültürün belirlediği/dayattığı koşulları/sınırları koruyarak sürdürüyor.
İslami dünya görüşünü gerçeğe dönüştürme gücü; bunun mümkün olduğuna zihnen ve kalben inanan, bu yolda her tür riski alabilecek, her tür bedeli ödeyebilecek bir adanmışlık ahlakı içerisinde olan, evrensel zihinlerin/kadroların katkılarıyla mümkün olabilir. Ortak tarih ve ortak siyaset bilincini imkânsız kılan, kabileci/yerli-milli/milliyetçi/mezhepçi, resmi sınırları aşarak; hep birlikte, Allah’ın (c.c.) kopmaz ipine sarılarak, içtenlikli çabaları birlikte bir hayat tarzına dönüştürerek, hep birlikte aynı bilinçle umut ettiğimizde, hep birlikte aynı ufuklara baktığımızda, İslami umut kırıntıları, gerçek umutlara dönüşecektir.
İslam ve Müslümanlar bugün, varoluşsal bir dönüm noktasında bulunuyor.
Tarih boyunca İslam’ın/Müslümanların başına gelebilecek olan en kötü şey, radikal emperyalizmle, radikal Siyonizmle ilişkilerini normalleştirmeleri oldu. Müslümanların başına gelebilecek en iyi şey ise, İslami varoluşun ve mevcudiyetin kalbi olan somut İslami direniş mücadeleleridir. Konformist ve mistik kültür, her tür İslami keskin farkındalığı ve bilinci silip süpürdüğü için, bugün, Müslümanlar ne en kötü şeyin, ne de en iyi şeyin farkındalar.
Atasoy Müftüoğlu / İktibas Dergisi Nisan Sayısı