İnsan, doğası gereği hayatına anlam katmak için kendisinden daha tecrübeli, bilgili, üstün vs. kişi veya kişileri örnek alır. Bu perspektifte Müslümanlar da dinlerini daha iyi, daha anlamlı ve daha takvalı yaşamak için kendilerine rehberlik yapacak kişileri ve düşünceleri model alırlar. Bunu yaparken de örnek alınan şahıs, grup veya düşünce bir çıkarım olmaktan çıkıp hayatın merkezine alınabiliyor. Bu durum sorgulanması, tartışılması gereken herhangi bir görüşe dokunulmazlık unvanı kazandırıp “asıl” haline getirilebiliyor. Şari, yalnızca Allah olmaktan çıkıp başka mercilere de verilince ümmet içerisinde ihtilaf, düşmanlık, savaş vs. gibi olumsuz durumlar kaçınılmaz oluyor. Örnek olarak, Peygambere isnat edilen rivayetlerin ravilerini örnek alan, asıl olarak görenler: Her ne kadar teorikte peygamberi örnek aldığını iddia etseler de bu kesim reelde ravilerin hükümlerden anlamış olduğu çıkarımları asıl olarak alırlar. Nitekim, herhangi bir rivayeti kabul etmeyen kişi veya kişileri “Peygamber’siz bir dinin müntesibi” olmakla suçlarlar.
Ehlibeyti veya ehlibeyt hakkında rivayet edilenleri örnek alan, asıl olarak görenler: Ehlibeyt imamlarının içtihatlarına, çıkarımlarına Allah’ın murat ettiği çıkarımlar olarak inanırlar. Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve taraftarlarını “asıl” olarak görürler. Sonuç olarak “Ali tarafını hak, diğer tarafı batıl” olarak görürler.
Selefin dinden anladıklarını ya da çıkarımlarını örnek alan, asıl olarak görenler: Bu kesim, dinde selef kabul edilen kişilere hiçbir değişiklik yapmadan tabi olmayı esas alır. Dinde üretkenliğin temeline dinamit koymuş olan bu kesim, dini bin yıl öncesine hapsetmiş olmakta, bunun aksini iddia edenleri de tekfir etmektedir.
Seyyid olduklarına inandıkları kişi veya kişilerin rüyalarını, ilhamlarını, çıkarımlarını örnek alan, asıl olarak görenler: Peygamberi bedenen “kutsal” gören bu kesim, bu kutsallığın kan yoluyla nesilden nesile aktarıldığına inanır. Nitekim dinle alakası olmayan düşünceleri bile dinden görüp sahiplenirler. Dinin anlaşılmaz olduğunu iddia edip dini seyyid olduğuna inandığı kişilerin tahakkümü altına sokarlar.
Kendi ırkının çıkarlarını örnek alan, asıl olarak görenler: Bu anlayış dini, milli çıkarları ile örtüştüğü oranda kabullenir. Kendilerini sürekli olarak ümmetin abisi olarak görürler. Tabiri yerindeyse her ne olursa olsun Allah sürekli bu topluma çalışır ya da çalışmak zorundadır. Onların duası kabul edilir, görüşü tercih edilir ve hizmeti geçerlidir. Ümmet olma, sınır tanımama, kardeşlik hukukuna savaş açmış bir düşünce. Sonuç olarak bunlar; dinlerini, kitaplarını, peygamberlerini ve hatta tanrılarını millileştirmişlerdir.
Bu anlamda örnekleri çoğaltabiliriz. Devleti, gücü, parayı, nefsi arzuları, korkuyu asıl olarak gören kesimler…
Halbuki Muhammed’in (as) yol gösterici, güzel örnek ve büyük bir ahlaka sahip olmasının en büyük sebebi hiç şüphesiz vahiyle inşa olmasıdır. Aksi takdirde o, “Din nedir iman nedir bilmezdi.” (Şura, 52). Yine o, “Yolunu kaybetmişti.” (Duha, 7) ama “Vahiyle rabbi onu gerçekten doğru yola iletti.” (Enam, 161). Vahiy onun dünyasında alternatifsiz “asıl” oldu. Müşrikler ona biz sana değil senin getirdiğine karşıyız derken Muhammed’in (as) vahye teslim olduğunu sadece onu asıl olarak gördüğünü itiraf ediyorlardı. Nitekim “Ben yalnızca bana vahyolunana uyarım.” (Yunus, 15) diyen kendisiydi. Her şeye rağmen bir insandı ve başka asıllar edinebilirdi. Bu durum, “Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup söylemiş olsaydı, onu sağ elinden yakalar ve şah damarından keserdik.” (Hakka, 44-46) ilahi uyarıyla önlenmiş olacaktı.
“Sonra da sana: Doğru yola yönelerek İbrahim’in dinine uy! O müşriklerden değildi diye vahyettik.” (Nahl, 123). Muhammed (as), İbrahim’e (as) nasıl uyacaktı, onu nasıl örnek edinecekti? İbrahim ile ilgili gelen rivayetler mi vardı? Ya da İbrahim’e (as) uyduğunu iddia eden alimlerin icması veya icmaları mı vardı? Yine İbrahim’in (as) ehlibeyti ve onlar hakkında yazılan ya da anlatılan hikayeler mi vardı? Buna yine Kuran, “Gerçek şu ki (bütün) bunlar, geçmiş vahiylerde bildirilmiştir. İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde.” (Âla, 18-19) diyerek cevap verecekti. Aslında Muhammed (as) kendisine indirilene uyuduğu ölçüde İbrahim’e de uymuş olacaktı. Ve Allah’ın emrini yerine getirmiş olacaktı.
Çünkü vahiy eksik değildi. Kapalı da değildi. Başka şeyleri vahyin yanına koymak vahye saygısızlık olurdu.
“… Biz kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 89), “Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir…” (En’am, 114). “Kendilerine okunmakta olan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?…” (Ankebut, 51). “… Biz Kitapta hiç bir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.” (En’am, 38). “De ki: Ben sizi yalnızca vahy ile uyarıp korkutuyorum…” (Enbiya, 45). “Andolsun, bu Kur’an’da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk…” (İsra, 89). “… (Bu) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan tarafından birer birer açıklanmış bir Kitaptır…” (Hud, 1). “Ve elçi dedi ki: “Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terk edilmiş olarak bıraktılar.” (Furkan, 30).
Bu bilgiler ışığında Kuran’da övülen peygamberlerin, şehidlerin, sıddıkların ve alimlerin uyduğu, örnek aldığı, itaat ettiği vahye uyduğumuz takdirde onları örnek almış oluruz. Yine ehlibeyti, sahabeyi, selefi vs. kim olursa olsun Allah’ın razı olduğu birini örnek almak, ona itaat etmek, vahye uymak ile olur. Onları, Allah’ın sevgili kulları yapan en büyük sebep, vahye uymalarından başka bir şey değildi. Çünkü onlar vahyi merkeze almışlar ve onun yanına hiçbir şeyi denk tutmamışlardır. Onları güzel ahlak sahibi ve model yapan şey de vahiydi. Yani model alınacak kişi, Allah’ın razı olduğu, Allah’ın razı olduğu da vahye kayıtsız şartsız teslim olan kişidir.
“O kimselerden olmayın ki, dinlerini parçaladılar ve fırka fırka oldular. Onlardan her taife kendi elindekiyle övünmektedir.” (Rum, 32). Ümmet içerisindeki çekişmelerin ana kaynağı maalesef fer olan unsurların asıllaştırılmasıdır. Sonuç olarak piyasa birbirinden farklı bir sürü modelle, asılla dolup taşmıştır. Kur’an, sünnete veya ehlibeyte muhtaç denilerek “asıl” olmaktan çıkarılıp “fer” olarak görülmeye başlanmıştır.
“Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.” (Al-i İmran, 103). Allah’ı tek şari, Kur’an’ı tek asıl olarak kabul ettiğimizde diğer şahıslar ve düşüncelerini fer olarak kabul ederiz ki ferden hüküm çıkarıp insanlara, düşüncelerine değer biçemeyiz. Benim naçizane kanaatime göre bu durum ümmet içerisindeki ihtilafların en asgari düzeye inmesi için büyük bir sebeptir. Vesselam
Zaten asıl olan vahiy üzerinde ihtilaf, yok denilecek kadar azdır. İslam ümmetinin ihtilaf ettiği başlıca konular sünnet ve alimlerin ictihatlaridir. Bunlar asıl olarak değil fer olarak değerlendirilirse birçok problemin hal olacağına katılıyorum👍