Venhar: Celal ağabey, kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Celal Sancar: Mehmet kardeşim, 1950 yılının Mayıs ayında Sinop/Boyabat/Kozanlı köyünde doğmuşum; nüfus kayıtlarına göre… İlkokulu köyümde, Ortaokul ve Hayvan Sağlığı Meslek Lisesini İstanbul/Üsküdar’da okudum. 1971 yılında tayinen Siirt/Şirvan ilçesinde 8 aylık görevden sonra, askerlik; dönüşte (1974), Trabzon/Of’dan başlayan ve Kastamonu/Taşköprü, Kırşehir, Diyarbakır ve Adapazarı’nda emeklilikle biten 24 yıllık memuriyetten sonra, Ercümend ağabeyin vefatını (1995) takip eden bir yılın sonunda (1996 Şubat ayı) İktibas Dergisinde çalışmak üzere Ankara’ya yerleştik. 2000 yılının sonlarına doğru, yayın kurulunun (sen de dahil) söylemediği; benim de sormadığım sebeplerle İktibas’la ilişiğimin kesilmesinin ardından üç yıl Recep Vidin-Osman Kayaer kardeşlerimle İNFAK Vakfında çalıştım. Halihazırda MEKDAV’da çalışmaya devam ediyorum.
'Şirvan’da yol arkadaşlarım 1971'
Venhar: Müslümanlar arasında bir gelenek oluşmuş bulunmaktadır: İslam’la yeni bir bilinçle tanıştıkları dönemi, geleneksel atalar Müslümanlığı döneminden ayırmak maksadıyla, “şu tarihte Müslüman oldum” gibi cümleler kurarlar. Sizin de böyle, ‘müslüman olduğunuz’ bir tarih var mıdır, yoksa siz zaten ‘doğuştan’ Müslüman mıydınız?
CS: Malum, senin de bildiğin gibi her insan İslam fıtratı üzere doğar; annesi-babası hangi din üzere ise o yöne meyleder. Biz de İlkokul çağında toplumun kahir ekseriyeti üzerinde bulunduğu dinin gereği olarak köy camiindeki görevliden namaz surelerini ve Kur’an’ı yüzünden okumayı öğrenmek üzere sabah namazını takiben giderdik. Köydeki öğretmenlerimiz Köy Enstitüsü mezunları oldukları için yakalandığımızda azar işiteceğimiz ve engel olacakları korkusuyla gizlice gider, sonra da okulun yolunu tutardık. Okul sonrası İstanbul’a gittiğimizde Üsküdar/Zeynep Kamil semtinde, evimizin yakınında Toptaşı Camii vardı. İslam Enstitüsü’nde okuyan öğrencilerin camilerde görev almaya başladıkları dönemdi. Bizlere yardımcı oluyor, sıcak davranıyor; cami müştemilatındaki odalarında sohbet ediyorlardı.
Batı Trakya göçmeni, adları Ramazan ve Şerif olan kardeşler bizlerle ilgilendiler; bildikleri İslam’la bizi tanıştırmaya çaba gösterdiler. Böylece (tabir caizse) nerede bir ışık gördüysek dinimizle ilgili, yöneldik; dikkatle takip etmeye çalıştık. Senelik izinlerimizde İstanbul’a geldiğimizde, Beyazıt’taki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı uğrak yerlerimizin başında geliyordu. Yeni çıkan kitapları gördüğümüzde, ayrı bir sevinç duyar; hemen satın alır, okurduk.
1980 İhtilali sonrası, Taşköprü’den Kırşehir’e sürgün edilip yerleşince; bir süre sonra tanıştığım Hüseyin Alan’ın muhasebe bürosunda Ercümend ağabeyle karşılaştım. Onun, Peygamberimizin hayatına ilişkin anlattıkları; o güne kadar okuduklarımı bir araya getirdi ve tabir caizse hedefimiz netleşti ve hayatımız anlam kazanmaya başladı.
Venhar: Yeni bir İslamî bilince ermenin toplumsal ve siyasal faturası mutlaka olmuştur?
CS: OF’da görev yaptığım 4.5 yıl içerisinde günde ortalama mesleğim gereği 30 köy dolaşıyor; görev sonrası ise aynı düşünceyi paylaştığım kardeşlerimi iş yerlerinde ziyaret ediyor, geceleri de toplanıyorduk. MSP’nin gölgesinde İslami faaliyetlerde bulunuyor, Kadir Mısıroğlu’nun çıkardığı Sebil Dergisi ve daha sonra çıkan Şura-Tevhid dergilerinin esnafa dağıtımını yapıyorduk. Dağa-taşa (“İslam gelecek, vahşet bitecek”, “Anayasanın göbeğine İslam yazacağız”) yazıyorduk; yıllar sonra bir de baktık ki, “Laiklik küfürdür”den, “Laikliğin de iyisi var”a getirilmişiz: “Yavuz Donat’ın, ‘Refah’ın laikliğe bakışı nasıl?’ sorusuna Erbakan; ‘Amerika’da neyse, bizimki de o. İngiltere, İsviçre laiklikten ne anlıyorsa, biz de onu anlıyoruz’ cevabını veriyor; Arkasından gelen, “Laik misiniz?” sorusunu ise, “Tek laik biziz” diyerek cevaplıyor.”
1978 yılında Ecevit’in hükümeti devralmasıyla birlikte, CHP’nin marifetiyle Kastamonu Valiliği emrine sürgün edildik. Harcırahımızın, ekonomik kriz sebebiyle verilmesinin gecikmesiyle epeyi bir müddet ilişiğimiz kesilmedi. Ben de ara sıra beni sürgün ettirenlere rastladığımda, “Aranızda para toplayın da, harcırahımı verin; ayıp oluyor!” diye takılıyordum.
Kastamonu/Taşköprü ilçesindeki görevim esnasında da çalışmalarımızı devam ettiriyorduk. Kağıt oynanan bir kahvehaneyi, “Meşveret Kıraathanesi” adıyla kütüphanesi de olan çay evi haline getirince; 23 aylık ikametin akabinde ikinci bir sürgünle karşılaştık, 12 Eylül 1980 sonrası. Bu sefer istikamet, Kırşehir’di. O günkü şartlarda dört çocukla oradan oraya gidiyorduk; ama bize hiç yorgunluk ve bıkkınlık vermiyor, daha da bilenmemize vesile oluyordu. Kırşehir’deki çalışmalarımızda, Kur’an ve Peygamberimizin hayatını; O’nun örnekliğini daha iyi anlama istikametindeki gayretlerimiz, daha önceki sohbetleri yönetenlerce hoş karşılanmadı; ajanlıkla suçlanarak dışlandık.
Venhar: Celal ağabey, siz Müslüman mahallesinin kıdemlilerindensiniz. ‘Arı-duru bir İslam’ davası uğrunda, gücü nispetinde ‘sessiz sedasız’ çaba göstermiş Müslümanlardan birisiniz. Şöyle sorsak: Celal Sancar feleğin çemberinden geçmiş midir?
CS: Kur’an, içinde yaşadığımız toplumun gözünde, süslü kılıflar içinde duvarları süslediği sürece değerlidir; “Kur’an’ı mealinden okumalı ve hayatımıza tatbik etmeliyiz” derseniz, bir şekilde tepki ve sıkıntıları celbetmiş olursunuz. Bu günlere, hamdolsun haddimizi bilerek çeşitli sıkıntılar içerisinde geldik; bütün bunlara rağmen, içinde yaşadığımız toplumdan kopmamaya çalışarak, inandığımız değerleri paylaşmaya çalıştık. Bu süreçte elbette muhtelif sıkıntılarla karşılaştık; “feleğin çemberinden geçmek”ten kastınız bu ise, az da olsa “geçtik” diyebiliriz.
Venhar: Ercümend Özkan’la ilk tanışmanızı çok merak ediyoruz. Ercümend ağabeyle yollarınızın ilk kesiştiği günlerden bahseder misiniz?
CS: Ercümend Ağabeyle, Mucur’a bir vesileyle gelişinde, uğradığı Kırşehir’de Hüseyin Alan kardeşimin muhasebe bürosunda tanıştığıma 2. soruya verdiğim cevapta kısaca değinmiştim; ama birkaç cümle daha ilave edeyim. Kısa süren tanışma konuşmasında, Peygamberimizin; fertten devlete mücadelesini özetledi. O güne kadar edindiğim bilgiler parça parça dağınık bir halden, insicamlı bir şekle girdi zihnimde. Önceki düşüncelerimizin yerini, daha sonraki görüşmelerimizden de edindiğimiz bilgilerle “Kur’an merkezli” bir yöntem aldı. Edindiğimiz bilgileri çevremizle paylaşmaya başlayınca, dananın kuyruğu koptu; birden etrafımız boşaldı, yurtdışı bağlantılı yetiştirilip gönderilen “ajan” suçlamasıyla dışlandık.
Kimi zaman sustuğumuz, arkadaşlarımızın konuşmalarını dinlediğimiz yerde, “Bakın, konuşmuyor; konuşturuyor” ithamlarıyla yalnızlaştırılmaya çalışıldık. Bu şartlarda, yolumuza devam ettik; bir elin parmakları kadar kardeşlerimizle.
'Ercümend ağabeyle yaylada'
Venhar: Siz İktibas’ın ‘dinleme servisi’ydiniz. O günkü şartlara göre düşünüldüğünde bu da oldukça orijinal bir buluş. ‘Dinleme Servisi’ni siz mi keşfettiniz?
CS: 1971 yılında Şirvan’daki görevim sırasında köylere gittiğimde; insanların BBC’nin yayınlarını dinlediğine şahit oldum. Bu durum bende de merak uyandırdı; aldığım küçük radyo ile BBC Türkçe ve daha sonra Amerika’nın Sesi, Almanya’nın Sesi derken; devrim sonrası İran Radyosunu da listeme ilave ettim.
İktibas Dergisi’nin dinleme servisi, 76. sayısında başladı. Ben de ara sıra radyolardan dinlediğim haberleri teybime kaydeder, önemli gördüğüm haberleri deşifre ederek daktilom ile yazar; her ayın yarısından sonra gönderirdim. Bir süre sonra dinleme servisi görevi tamamen bana verildi; ta 1997’yılının sonuna, yayın yönetiminin talebiyle kaldırılıncaya kadar devam etti. Son kez yayımlanan Dinleme Servisi’nden bir örnek:
“SUSURLUK’TA ELDE VAR SIFIR
ERBAKAN: “Böyle yamyam dansının, gulu gulu dansının hiç kimseye faydası olmadığı gibi, yapanlara da hiçbir faydası olamaz.”
ÇİLLER: “Bu millet uğruna, bu ülke uğruna, devlet uğruna kurşunu atan da, kurşunu yiyen de bizim için saygıyla anılır, onlar şereflidirler.”
YILMAZ: “Olayı ortaya çıkarmak için de hükümet olarak ne yapabilirsem, ne yetkim varsa, ne gücüm varsa hepsini kullanmazsam da bu başbakanlık bana haram olsun.”
Bir üst düzey emniyet görevlisi, Interpol’ün, kırmızı bültenle aradığı bir kanun kaçağı ve aşiret reisi bir Güneydoğu milletvekilinin aynı arabada kaza geçirmesinin üzerinden tam bir yıl geçti. Susurluk kazası 74 yıllık Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük kördüğümünü Türkiye’nin gündemine getirdi. Siyasetçi, bürokrasi, mafya bağlantısı üzerine son bir yılda çok şey söylendi, iddialar ortaya atıldı, senaryolar çizildi. Belki hastalığın röntgen filmi çekildi; ama Susurluk ve sisteme ilişkin pek çok soru hala yanıtsız. Ve sistemin kısa vadede kendisini tedavi edemeyeceğine dair kötümser bir izlenim var. Türkiye’de Susurluk olayının “hukuksuzluk” olduğu konusunda hemfikir olmayan yok gibi. Ancak bunun köklerinin nerede olduğu hakkında görüş ayrılığı var. Geniş bir kesim tarafından kabul gören birinci görüş, Susurluk’ta ortaya çıkan hukuksuzluğun 1950’li yıllara dayandığı. Buna göre Cumhuriyet tarihinin yaklaşık 40 yılını içine alan bir dönem, Avrupa’da komünizme karşı Gladio örgütünün kurulmasıyla başlıyor. Bu örgütün İtalya ve Belçika’da varlığı belirlenmiş, başbakanlar yargılanmıştı. Zaman gazetesi başyazarı F. Koru, kökü 1950’lere uzanan bu hukuksuzluğun Türkiye’de 3 evreden geçtiği inancında:
“Kronolojik olarak baktığımızda ben üç evre görüyorum: Birinci evrede Amerikan güdümünde kurulmuş olan bu örgütün gayri milli diyebileceğimiz amaçlarla kullanılması, o amaç da, Türkiye’de iktidara sosyalist bilinen ya da onların oluşturduğu partilerin gelmesini engellemek. Bu herhalde 1980’lere kadar devam etti. Bu dönemden sonra askeri yönetim altındayken Türkiye, Kenen Evren liderliğindeki askerler bu çeteleri devlet içerisine çektiler. Böylece daha önce Amerika’yla çok yakın olan bu çeteler 80 sorasında Ermeni Asala örgütüne karşı ya da Kürt PKK örgütüne karşı kullanılır hale getirildi ve millileştirildi. 1990 sonrasında da bu çetelerin özelleştiği anlaşılıyor: ‘Madem ki biz devlet adına bu tip işler yapabiliyoruz; uyuşturucu kaçakçılığı dahil, pek çok şeye, cinayetlere göz yumuluyor, o halde kendi adımıza da birtakım şeyler yapabilir ve bunlardan para kazanabiliriz’ diye düşünen birileri, bu çeteleri özelleştirmişe benziyorlar. Böylece ortaya saçılan pisliklere biraz yakından bakıldığında, bunun Türkiye’de en az üç evrede olduğu ortaya çıkıyor.”
Susurluk komisyonunda ANAP’ın üyesi olarak görev yapan, şimdiki koalisyonun Bayındırlık Bakanı Yaşar Topçu, mafya-devlet ilişkisinin bu denli üst düzeye 1990’larda çıktığını düşünüyor: “Şimdiye kadar Türkiye’de çete, mafya ve karanlık ilişkilere bulaşan insanlar olmuştur. Bunun devlet içerisinde uzantıları da olmuştur. Nitekim biz bu komisyonda bu araştırmayı yaparken birçok çeteyle karşılaştık. Ama bunların hiçbir tanesi devletin üst kademesine doğru tırmanmamıştır. Bir komiser mesafesinde kalmıştır. Veyahut da bir ilin emniyet müdürlüğünün üst düzeyinde kalmıştır. Zaten bir ülkede polisle işbirliği kurmadan mafyanın, çetenin yaşaması mümkün mü, ayakta durması mümkün mü? Değil. Bunu herkes biliyor ve herkesin kanaati de budur. Bunun 50 ile 60 ile 80 öncesi olaylarla ilişkisini kurmak yanlıştır.”
Kökü nereye uzanmışsa uzansın Susurluk’ta, mercedesin kamyona çarpmasıyla en azından uyuşturucu, kara para, faili meçhul cinayet gibi hukuk dışı uygulamaların devletle ilişkili olduğu kabul edilmiş oldu.”
Venhar: Ercümend ağabeyle akide ve amel bakımından ters düştüğünüz hususlar oldu mu?
CS: Ercümend ağabeyle akide ve amel bakımından ters düştüğüm bir husus olmadı. Ayda bir veya iki kere görüşüyorduk; uzun süreler görüşseydik, olabilir miydi? Bilemiyorum…
Venhar: Biraz da İslamî düşünce ve İslamî uyanışa ilişkin sorunları konuşsak. Şöyle başlayalım isterseniz: Kendinize ve bizlere hariçten baktığınızda hem kendinizi hem de bizleri değerlendirir misiniz?
CS: Bizler tabiatıyla insanız kardeşim, olaylara bakışımız, değerlendirişimiz aldığımız kültüre göre farklı olabilir/olabiliyor da. Temel referansımız “Kur’an” olduğu sürece bu farklılıklar bizleri birbirimizden uzaklaştırmamalı. Birbirimize tahammül etmeyi beceremiyoruz bir türlü. Dostluk ve kardeşlikleri uzun süre sürdüremiyoruz. Bu durum da ortalama aynı düşüncelerin paylaşılmasına rağmen, dağınık grupların oluşmasına; o da fikirlerin topluma yansımasına menfi yönde etki ediyor. Toplumlar, genellikle güce yöneliyorlar; olaylara farklı baksak, değerlendirsek de oturup bir çay içecek, kapımızı birbirimize açacak kadar ilişkilerin devamından yanayım. Maalesef hepimiz bu handikabı yaşıyoruz, eleştirsek de…
Venhar: Müslümanlar çay sohbetlerinde, AKP’nin İslamî uyanışı bitirdiği şeklinde yorumlar yapıyorlar. Sizce de böyle midir, yoksa meselenin, üzerinde pek durulmayan başka boyutları da var mıdır?
CS: Osman Bölükbaşı, Cumhurbaşkanı İnönü’nün 12 Temmuz (1947) Beyannamesi’ne cevaben kaleme aldığı yazıda, “DP’nin aslında CHP döneminin pisliklerini temizlemek için kurulan bir ‘muvazaa partisi’ olduğunu” iddia etti. (Ayşe Hür, Müzmin Muhalif Osman Bölükbaşı, taraf, 12.6.2011)
CHP dışında, “Serbest Fırka” dahil; DP ve sonrası kurdurulan bütün partiler “Muvazaa Partileri”dirler. “Muvazaa” kelimesinin en bilinen karşılığını, “danışıklı iş, danışıklık” oluşturuyor; “Birden çok kişinin gerçek amaç ve konuyu saklayarak, gerçek iradelerine uymayan ortak bildiride bulunmaları” veya “tarafların gerçek iradelerini ya da gerçek durumlarını yansıtmadan üçüncü kişileri aldatmak üzere, onlara farklı görünme tavrı” olarak özetlenebilir. (Tolga Ersoy, Muvazaa Partiler, Özgür Üniversite Kitaplıgı, 2000)
'İktibas Dergisinde'
“Türkiye’de siyasi partilerin iki işlevi vardır, rejimi meşrulaştırıp dayatmak; bu amaçla kitleleri aldatmak ve sisteme ‘demokratiklik’ süsü vermek.” (Fikret Başkaya)
AKP de bir “muvazaa” partisidir… Sistemin sahipleriyle anlaşarak, sisteme soğuk bakan toplumun büyük bir kesimini devletleştirmek üzere hükümet etmeye talip olmuş; esas devlet partisinin kontrolünde görevine devam etmektedir. Görevini yaptığı sürece devletin nimetlerinden istifade ettirilecek; işleri bitince de kendilerinden öncekilere nasıl muamele çekildiyse, onlar da aynı akibete uğrayacaklardır.
Değerli kardeşim! Toplumdaki İslami uyanış, bir bütün halinde tehlike arz ediyor gibi algılanmış olacak ki, “muhafazakâr demokratlar”ın çelmeleriyle yerle yeksan olduğu iddia ediliyor. Benim inancıma göre İslami Hareket hiçbir zaman kesintiye uğramaz, bir kişide de kalsa Kur’an’ı hayatının mihveri yapan; (tahnit olmuş ‘içi boşaltılmış’ buğday taneleri arasında velev ki, bir tane sağlam dane kalsa; zamanla toprakla buluştuğunda yemyeşil ekin tarlasına dönüşebileceği gibi) temsil kabiliyeti olan bir kişi de, o süreci devam ettirebilir ve zamanla toplumda da karşılığını bulur.
Sizin de yakinen bildiğiniz gibi, Müslümanların (ne kadar sağlıklı bir yapı idi; o ayrı bir tartışma konusu) gün yüzüne çıkmaya çalıştığını gören yerli ve yabancı İslam düşmanları, Graham Fuller gibi elemanlarını kullanarak, 28 Şubat sürecinde doğumuna yol açtıkları AKP’ye malzeme yaptılar. Şu da bilinmelidir ki, Ulus Devletler, kontrollü krizlerle yönetilirler; çünkü halklarına güvenmezler. Yaşadığımız topraklara hakim olan güçler de yüzyıllardan beridir aynı oyunu oynayarak, krizlerle bu güne geldiler; halk da bu oyuna teşne olunca, “yaşasın saltanat!”
Biraz uzunca bir alıntıyla meramımın daha iyi anlaşılmasına çalışacağım; yazarı halen hükümetin başının danışmanıdır:
“BİR POLİTİK MUHALEFET OLARAK İSLAM
…
Türkiye’de İslam’ı millileştirerek ehlileştirme ve ilkönce ulusal egemenliğin sonra da emperyalizmin bir parçası yapma projesinin tipik ve tarihsel örneği Erbakan ve onun ‘milli’ görüşüdür. Ortadoğu’da bütün laik ve Baas rejimleri bu temel anlayış üzerine bina edilmişti. Bu anlamda bütün bu coğrafyada ‘milli din’ aynı zamanda, ulus-devlet ve onun bekası sayılmıştır. Böyle olunca İslam’ın temel çıkış noktası olan ümmet yok sayılmış onun yerine ırka bağlı aidiyet, İslam’la güçlendirilerek ulusal egemenliğin ve baskının temel ideolojik yapısı olmuştur. Türkiye’de, şimdiye değin faşist ideolojinin temelini, bundan dolayı, ‘Türk-İslam sentezi’ bulamacı oluşturmuştur. Türk-İslam sentezi, bu anlamda ne yalnız Türk ne de İslam’dır; hatta İslam hiç değildir. Doğrudan Amerikancı-faşist ve güdük bir ideolojidir. Şimdiye değin, Ortadoğu’daki bütün Baas rejimleri, Kemalist Türkiye, Nasır’ın ve Mübarek’in Mısır’ı, Esat’ın Suriye’si, Fas, Ürdün ve Körfez’in bütün aile krallıkları ve, ve… İran… Bütün bu rejimler, özellikle ikinci savaş sonrası, İslam’ı ‘millileştirerek’ soğuk savaş ‘düzeninde’ Amerikan ekseninde yer almışlardır. Baas rejimleri, milliyetçi ama aynı zamanda İslam vurgusu güçlü olan rejimlerdi. Diktatörler dinî önderler gibi davranıyor, bütün konuşmalarına besmele ile başlıyorlardı. Türkiye’de ise laisist düzen, din devletin içine alınarak gerçekleştiriliyor ve Diyanet İşleri en büyük bütçeli “laik” birimlerden biri oluyordu. Ama Türkiye’de, aynı zamanda, aşağıdan gelen İslam muhalefetini bu çembere almak için İslam referanslı partiler kurduruluyor, bunlar ‘Milliyetçi Cephelerin’ ortağı yapılıyor ve çember tamamlanıyordu.
Bütün İslam coğrafyasında millet oluşumu ve milliyetçi ideoloji, aynı Türkiye’de olduğu gibi, İslam’la birleştirilerek sağlanmıştır. Ortadoğu’nun kan ve ateşle Türkiye’nin de asker çizmeleriyle kalkınma yolu aradığı 60’lı yılların başında Habib Burgiba, milli kalkınmayı ‘cihad’ olarak gösteriyordu. Ziya Gökalp içinse kalkınma, Türkleştirme ve Türkleşme ile aynı anlama geliyordu ama Gökalp, İslam’ı ulus-devletin temellerinden biri olarak görmekte ve bu anlamda bir ‘İslamlaşmayı’ reddedememekteydi. Kemalist devlet kurulduğunda aynen bu yola devam etmiş, ulus vurgusunu tanımayan ve hiçbir zaman da tanımayacak, tarikatlara, medreselere ve gerçek İslam entelektüellerine acımasız bir terör uygulayarak onları yok etmiştir. Ama öte yandan aynı devlet, Mustafa Kemal’e de hutbe okutmuştur. Kemalist devletin amacı ile mesela Nasır’ın hatta İran Ayetullahlarının amacı arasında pek fark yoktur: İslam’ı gerçek özünden, ümmet’ten uzaklaştırarak ulus-devletin dikenli tellerinin arasına sokmak ve orada ilk önce Jakoben bir küçük burjuva diktatörlüğü sonra da “milli burjuvazi” gelişince içe kapalı faşist bir diktatörlük kurmak.
Bu anlamda, faşist Kemalist Türkiye ile Ayetullahların İran’ı aynı ülkelerdir. (Ey Kemalist faşistler, ‘Türkiye İran olacak’ diye korkmayın; zaten şimdiye kadar aynı ülkelerdi.) Bütün bu ülkelerde gerçek anlamda İslam ve sol muhalefetler boğulmuş hele hele özgürlükçü solla İslam’ın yan yana gelmesi çok büyük provokasyonlarla önlenmiştir. (Mesela Türkiye’de Uğur Mumcu’dan, A. Taner Kışlalı’ya, Bahriye Üçok’a kadar olan suikastların asıl amacı budur.) …” (Cemil ERTEM, Taraf, 10.09.2010)
Venhar: Bugün İslamî harekette bir tıkanmadan mı bahsetmek gerekir, yoksa bir tükenmeden mi?
CS: Kur’an, Peygamberin örnekliğinde yaşanmaya çalışıldığı sürece; yaşamaya çalışanlar az sayıda da olsa ne tükenme ne de tıkanmadan bahsetmemiz mümkün değildir. Söz konusu yapılar ise eğer bahse konu, mevcut görünen öbeklerin çoğu insanların İslam’dan şüphelenmelerine, araya mesafe koyarak uzaklaşmalarına hizmet etmekten başkaca bir işlevleri yok kardeşim; dolayısıyla, lafı uzatmadan bu kadarla geçelim…
Venhar: Celal ağabey, çok aşina olduğumuz bir sorudur: ‘Ne yapmalı?’
CS: Eğer Müslümansak ki, bütün bu olumsuzluklara rağmen iddialıyız; inancımızdan hiç şüphemiz yok. Bütün eksikliklerimize rağmen Allah’ın Kitabı ve Resulünün bu kitaba göre yaşadığı bizler için de örnek hayatı rehber edinmeye devam edersek; bir kişi de kalsak, ailemize ve çevremize, bu dinin gereklerini yaşadığımız sürece örneklikler gösterebiliriz. Gücümüzün yettiğinden sorumlu olacağımızın farkında olarak, olaylara bakışımızı belirlemeli; kısacık olan hayatımızı, bu minval üzere tamamlamaya çalışmalıyız.
Venhar: Gençlerimize yapacağınız tavsiyeler var mıdır?
CS: Bu sorunuza karşılık, Ercümend ağabeyin çalışmasından kısa bir özeti aktaracağım; ilgilenenler, tamamını okuyabilirler.
“Aktardıklarımız İslami doğrular olarak görülüyorsa alına ve gereğince amel edile. Mü’min olmayı hedefleyenlerin önünde, Allah’ın gösterdiği bir güzel örnek vardır; o da Allah’ın Elçisi Muhammed Resulullah’tır. Kur’an’ı ahlak edinerek şahsiyetini bulan Resulullah, bize de bunu önermiştir.
Her ne kadar asırlardır bu yolun sisten görünmez oluşu bizleri şaşkınlığa/arayışa uğratmış ve zaman zaman yolu şaşırmamıza sebep olmuşsa da; elhamdülillah bu yol, gereği gibi arayanlarca görünmektedir. Bu sisi dağıtacak, tümüyle ortadan kaldıracak yegâne şey, Kur’an rüzgarını estirmektir. Her birimiz şahıslarımızda ve giderek toplum üzerinde Kur’an rüzgarını ne kadar estirirsek, o nispette bu sis dağılacak, yolumuz aydınlanacaktır. Kur’an’ın yol göstericiliğindeki bu işaretleri bu Kitabı ahlak edinen Resulullah’ın hayatına tatbik ettiği esaslar olarak görmekteyiz.
'Adapazarı Depreminde'
Bizlerin istemesi ve Allah’ın inşa etmesiyle, bunlara riayet edilmesi sonucu nefislerimizde bulunan ve değişmesi gerekenleri, değiştirilmesi gerekenlerle değiştirecek ve sonucunda Rabbimiz Allah’ın “halimizi” değiştirmesini beklemeye hak kazanacağız. Hep birlikte bunları yapmaya çalıştığımızda, sonuç olarak önce kişiliklerimizin İslami niteliğindeki gelişmeler kendimize güven vereceği gibi, çevremizi de etkileyecek; bunu yapanların çoğalması sonucu, toplumda karşılığını bulacak, diğer insanların da İslam’a yönelmelerini sağlayacaktır.”
Venhar: En son okuduğunuz kitaptan kısaca bahseder misiniz?
İlk ve son okuduğum kitap, vazgeçemeyeceğimiz Kur’an elbette; ama sorunuzda kastettiğiniz, “Kur’an’ın dışında okuduklarım” olduğundan söyleyeyim… “Erbakan’ın Kürtleri”
Kitaptan bir bölüm
ŞIRNAK OLAYLARI VE POSTAL SESLERİ
“Şırnak’ta 22 Ağustos 1992 günü meydana gelen olaylar, Türkiye’nin gündemini birdenbire değiştirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK arasında yaşanan çatışmaların ardından geride harabeye dönmüş bir kentten başka bir şey kalmamıştı. TSK’nın Şırnak’ta güç denemesi yaptığı yolunda iddialar dile getirildi. Olaylardan sonra hiçbir PKK’lının sağ veya ölü olarak yakalanmaması, birçok evin ağır silahlarla harap olması, cevaplandırılmayan soru işaretleri arasındaydı. Yakılan-yıkılan evlerin önünde incelemeler yapan heyetten bazı milletvekilleri yollarda buldukları roket parçalarını topladılar. Daha sonra Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan, yanında Şırnak Emniyet Müdürü Necatı Altıntaş ile beraber RP heyetine ‘hoş geldiniz’ demeye geldi. Kahramanmaraş Milletvekili Ahmet Dökülmez, Erkan’a şöyle bir soru yöneltti:
-‘PKK’lılar asker çemberini nasıl yardılar?’ Soruya Emniyet Müdürü Necati Altıntaş cevap verdi:
-‘Teröristler eğitimli; hem ateş edebiliyor, hem kaçabiliyorlar. Kaçarlarken dört ölüyü birden götürebiliyorlar.’ Cevap karşısında milletvekilleri gülünce, Emniyet Müdürü Altıntaş milletvekillerini azarlamaya kalktı:
-‘Bunların suçu hep Parlamentonun… Ateşli silahlar kanunu çıkardınız ve Şırnak’ı bu hale getirdiniz.’ RP Yozgat Milletvekili Hüseyin Erdal’ın ‘haddinizi bilin’ şeklindeki sözleri üzerine Ünal Erkan, Emniyet Müdürü’nü susturdu.” (Milli Gazete, 22 Eylül 1992) RP heyeti daha sonra Şırnak Valisi Mustafa Malay ile görüştü. Heyet üyeleri, valilik binası, jandarma komutanlığı gibi resmi dairelere ateş edilmemesini hayretle karşıladıklarını söyleyip, topladıkları kovanların MKE yapımı olduğunu da sözlerine eklediler. Nitekim daha sonra kaleme alacakları Şırnak raporunda Şırnak Emniyet Müdürü’nün görevden alınmasını istediler.
‘Şırnak, Utanç Bölgesidir’
RP heyeti, Diyarbakır’da Şırnak olayları ile ilgili bir basın toplantısı düzenledi. Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata, olaylar ile ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: ‘Resmi açıklamalara göre sayıları 2 bin 300 kadar olan silahlı PKK’lıların Şırnak’a baskın düzenleyerek güvenlik güçleri ile çarpıştıkları söylendi. Çatışma 60 saat sürmüş. Çatışmadan hemen sonra Şırnak’ın etrafının iki defa çembere alındığı açıklandı. Peki, baskın düzenleyen silahlı militanlar nerede? Beraberlerinde getirdikleri ağır silahlar nereye uçtu? Gerçekten Şırnak’ta ne oldu? Bu soruları yönelttiğimiz halkın tümü; gerek çatışma süresince, gerekse sonrasında herhangi bir PKK’lıya rastlamadıklarını çok net bir şekilde açıkladılar. Buna karşılık, görüştüğümüz Bölge Valisi, Emniyet Müdürü daha önceki iddialarını tekrarladılar; PKK’lıların, ölülerini kaçırdıklarını söylediler.’
Rejim tarafından Kürt halkının potansiyel suçlu olarak görüldüğünü iddia eden Korkutata, bölge halkının bu konuda söylediklerini kamuoyuna şöyle açıkladı: ‘Şırnak halkı bize soruyordu: ‘Biz teröristsek ekinlerimiz de mi teröristti, evlerimiz de mi teröristti, hayvanlarımız da mı teröristti?’ Şırnak halkı, ‘devlet bize terörist, PKK da MİT diyor. Biz ne yaptık da devlet bize bu muameleyi layık gördü’ diyor. Devlet yöre halkına suçlu gözüyle bakmaktan vazgeçmelidir.’ (Cumhuriyet, 4 Eylül 1992)
Verilen gensoruda Erbakan, olayı rejim sorunu olarak değerlendiriyor: ‘Umumi kanaat, Şırnak’ta ateşin tek taraflı olduğu şeklindedir. İki gün süren çatışma sonunda dört güvenlik görevlisi, 16 sivil öldürülmüştür; ancak il içinde hiçbir teröriste rastlanmamıştır. Çatışmadan sonra teröristlere ait olduğu iddia edilen hiçbir silah ortaya konulamamıştır.” (Fehmi Çalmuk, Erbakan’ın Kürtleri- Millî Görüş’ün Güneydoğu Politikası, s. 106-107, Ankara 2001)
Venhar: Ağabey bize zaman ayırdınız, çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.
Venhar Haber
ağabeyimize selamlar ve hayırlı ömürler ve başta mehmet hocama olmak üzere venhar ailesine selam ve şükranlarımı sunarım…
Teşekkür ederim Mustafa kardeşim. Allaha emanet olun.
Üstad cevaplanmayan sizi ve o zamanki yayın kurulunu ilzam eden soru maalesef cevap ve bir izah beklemektedir: celal ağabeyin iktibasla lişiği neden kesilmiştir, bu kendisine izah edilmeli kamuoyuyla paylaşılmalı ve sis perdesi kaldırılmalıdır diye düşünüyorum… Bu belki sonraki süreçlerdeki benzeri uygulamalara da ışık tutabilir…
Celal Sancar ağabeye hayırlı ömür ve mükafatını niyaz ederim. Güzel bir söyleşi olmuş. Sizlere de teşekkür ederim. Yeni okudum ama halâ taptaze, güncel ve geçerli. Net bir Müslümanın idraki ve sözleri de net olur, yıllar geçse de değeri azalmaz. Selam ve sevgilerimle.