Söz konusu bağımlılık ilişkisi ve bağımlı faaliyetler, bilindiği üzere “nüfuz casusluğu” kavramıyla da ifade edilmektedir.
“Bağımlı Yapı” Denince Akla İlk Gelmesi Gereken
Türkiye şartlarında “bağımlı yapılar” diye tesbit yapılacaksa işe öncelikle mevcut laik-Kemalist rejimle başlamak gerektiği açıktır. 1923’te “Lozan Anlaşması” zemininde kurulan mevcut rejim, ideolojik niteliği, yasaları, kültürü, ictimai-siyasi-iktisadi işleyişiyle topyekün batıya bağlı ve “bağımlı bir yapı” olarak vücuda getirilmiştir.
Bu rejim, her şeyiyle bir “copy-paste” (kopyala-yapıştır) rejimidir. Bâtıl batının laisizmi, rasyonalizmi, nasyonalizmi, kapitalizmi olduğu gibi kopyalanmış ve Osmanlı bakiyesi bir halka dipçik zoruyla dayatılmaya çalışılmıştır.
Temelinde “bağımlı bir yapı” olarak kurulan rejim, İngiliz/Fransız kırması ideolojik ve kültürel niteliğini bugüne kadar çeşitli kabuk değişimleriyle birlikte sürdürmüştür. Askeri olarak da 1950’lere kadar İngilizlerin kendisi için çizdiği daireye riayete dayalı “uslu çocuk” rolüne bağlı ve bağımlı olan rejim, bu tarihler itibariyle yeni küresel Firavun rolünü üstlenen ABD’ye bağlı ve bağımlı hale gelmiştir, ki günümüzde 28 adet ABD-NATO üssüyle bu bağımlılık bilfiil devam etmektedir.
gücü, tüm dünyayı tehdit eden bir emperyalist dalgayı beraberinde getirmektedir.
Bu gerçekler ortada iken, Türkiye’de Rusya ve Çin adına aleni bir şekilde algı ve nüfuz faaliyeti yürüten Avrasyacı/ulusalcı çevrelerin bu “bağımlılığı” görmezden gelinmekte ve gündem dışı bırakılmakta, “bağımlı yapılar” söylemi batı emperyalizmi bağlamına hasredilerek, Türkiye’nin geleceğinde doğu emperyalizmi adına ciddi bir bağımlılık ilişkisine tekabül edeceği aşikâr olan söz konusu bağımlı yapılar, bir de “emperyalizm karşıtlığı” üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Buradan mevcut “iktidar” için çıkacak sonuç yeni bir “aldatılmışız” hikayesinden başka bir şey değildir. Muhtemelen bunu kendileri de biliyor olmalıdırlar. Lakin, “iktidar”ın sürdürülebilmesi için konjonktürel ittifaklar siyaseti çerçevesinde bu ilişki sürdürülüyor olsa gerektir ki, “FETÖ” olayından ders alınmamış görünmektedir. Neticede bu gibi kirli “iktidar oyunları”nın bedelini her defasında halk ödemektedir.
“Bağımlı yapılar” gibi aslında çok önemli ve işlevsel bir söylemin, konjonktürel iktidar stratejilerinin dönemsel bir aracı olarak sahaya sürülmesi, hem 1923’ten bu yana devam eden sistemik bağımlılığın kalıcılaştırılmasına, hem de farklı bağımlılık ilişkilerinin meşrulaştırılmasına yol açmaktadır.
Tabii ki biz, temeli itibariyle “bağımlı bir yapı” olan bu rejimin aktörlerinden bu konuda tutarlı bir yaklaşım ve söylem bekliyor değiliz. Bu konudaki mevcut söylemin, kulağa hoş gelse de neticede bir sihirbazlıktan, gözbağcılığından ibaret olduğunu ifade etmeye ve “bağımsızlık” gibi bir değerin, gündelik siyasetin payandası kılınacak bir enstrümana dönüştürülmesine itirazımızı dillendirmeye çalışmaktayız.
Bağımsızlık Ancak İslam’la Mümkündür
Son bir asır içinde “İslam coğrafyası”ndaki siyasi oluşum ve cepheleşmelere baktığımızda, sınırları emperyalist güçlerce cetvelle ve ideolojik nitelikleri talimatlarla çizilmiş, tamamıyla “bağımlı yapılar”la karşılaşırız.
Her biri dönemsel olarak batı veya doğu blokuna sırtını dayamış ve sırtını dayadığı blokun bölgedeki jandarmalığını yapmış olan mevcut rejimlerin kendilerini “bağımsız devlet” olarak nitelemesi gerçekte bir karşılığı olmayan züğürt tesellisinden ibarettir.
Bağımsızlık, her şeyden önce bir “kıble” meselesidir. Kıblesi Washington, Londra, Brüksel veya Moskova ve Pekin olan mevcut rejimler bağımsızlıktan nasıl söz edebilirler?
Oysa bir ferdin gerçek “özgürlüğü” (her türlü kula ve eşyaya kulluk ilişkisinden azade olması) nasıl ki, yalnız Allah’a kulluk etme bilinciyle mümkünse, bir toplum ve onun yönetimiyle ilgili organizasyonun (devletin) bağımsızlığı da ancak dini (hayatla ilgili ölçüleri) Allah’a has kılması ve kendisine yönelinecek, sığınılacak, dayanılacak yegâne güç olarak Allah’ı tanımasıyla mümkündür.
Ölçülerine tâbi olunacak, insanlar için belirlediği ahkâmı tatbik edilecek ve kendisine sığınılıp dayanılacak yegâne güç olarak Allah’a yönelmeyen fert ve toplumların, sığınılacak ve dayanılacak güç ve merciler araması kaçınılmaz olacaktır. İslam’ı kendileri için hayat nizamı edinmeyen toplumların “bağımlı toplumlar” olmaları ve siyasi düzlemde de “bağımlı yapılar” üretmeleri kaçınılmazdır.
Bu itibarla, “bağımlı yapılar” gibi cazip bir söylemin, mevcut asli “bağımlı yapı” durumundaki laik-Kemalist rejimin bekası ve sistem içi iktidar mücadelesindeki dönemsel ittifakların meşrulaştırılması gibi konjonktürel politik hedefler doğrultusunda araçsallaştırılmasının, bu toplumun geleceği açısından büyük bir kayıp olduğunu belirtmek istiyoruz.
Bu toplumun ve tüm insanlığın dünyevi ve uhrevi kurtuluşunun ancak, yaratan ve emreden yegâne merci olan Âlemlerin Rabbi’nin dinine tâbi olarak, her türlü bağımlılıktan, kula ve eşyaya kulluk zilletinden kurtulmakla mümkün olduğunu hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Muhakkak ki izzet ancak Rabbimizin bizim için belirlediği hayat nizamına tâbi olmaktadır. Bu istikametin dışındaki her türlü tercih ve yönelim dünyada da âhirette de zillettir.
“Mü’minleri bırakıp da kafirleri veli edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” (Nisa, 4/139)
Bağımsızlıktan söz edilecekse, bunun yoluınu Rabbimiz bize şu şekilde bildirmektedir:
“De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız diğer bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Âl-i İmran, 3/64)
İktibas Dergisi – Eylül Sayısı Yorumu