1924 Yılında Gelişen Siyasî Olaylar ve Hilafetin Kaldırılması
Cumhuriyetin ilanından hemen sonra dikkat çekici bazı ara kanunlar ve kararlar da alınır. Bunların başında seferberliğin kaldırılması kanunu gelmektedir. Osmanlı Hükümeti 3 Ağustos 1914’te seferberlik ilan etmişti. Bu kanun 31 Ekim 1923’te yani Cumhuriyet’in ilanının ikinci günü kaldırılmış, tam on yıl fiilen sürmüştür.
Genel af yasası da bu ara meclise getirilir, Asker kaçakları ve hatta düşmana yardım edenler dahi bu af yasasından daha sonra yararlanacaktır.
Bu arada bir önceki yazımızda bahsettiğimiz Rauf Bey’in İstanbul basınına Cumhuriyetin oldubittiye getirildiği tarzında ki beyanatlarından dolayı hükümet Rauf Bey’in Ankara’ya gelip mecliste savunma vermesini ister. 22 Kasım günü Meclis’e gelerek sekiz saat süren bir müzakerede kendini savunur. Ancak İsmet Paşa ve arkadaşları ona çok ağır ithamlarda bulunarak karşı cephe alırlar. Ve konuşmanın devamında İsmet Paşa, Rauf Bey’i hedef alarak ikilik çıkardığını ifade ettikten sonra bizzat sorar:
“Rauf Beyefendi beyanatlarında gördüğümüz noktaları geri alarak, bu Fırka içinde yaşamak kararında mıdırlar?…”[1] Rauf Bey kendisine yöneltilen eleştirilere cevaben “ikilik iddiasında bulunmadığını, kendisi hata etmişse hükümetinde hataları olduğunu, İstanbul’da her mebusa davetname gönderildiği halde kendisine gönderilmediğini, içtihatlarını söylemek namuskârlık olduğunu, kendisini, söylediklerini yalamaya mecbur etmek, memleketin hayrına olmadığını etraflıca anlatarak ‘hata etmedim, ben buna katiyen kaniim. Hüküm sizindir, karar sizindir, vicdan benimdir. Şahıslar payidar değildir. Fikirler her zaman payidardır.”[2]
Rauf Bey salonu terk ederken onu destekleyen alkışların varlığı ise meclisin bir başka çatışmaya gebe olduğunu, meclisin hiçte uysal olmadığını açıkça ortaya çıkmıştı. Rauf Bey, İstanbul’dan dönerken istasyonda oldukça kalabalık bir şekilde yolcu edilmişti. Bu onun ağırlığını ortaya koyuyor ve hükümette bunun farkındaydı. İsmet Paşa, tüm bu yaşananlardan sonra kürsüye tekrar gelerek “Rauf Bey, açıklamalarında Fırkayı tatmin etmiştir” diyerek olayı kapattı.
HİLAFET MESELESİ:
Yeni Türkiye’yi kuran önder kadro Hilafet meselesini hemen ortadan kaldırmak istiyor, Gazi’ye göre Hilafet “zevaidden lüzumsuz fazlalıktan” ibaret olarak görülüyordu. İstanbul’da halife Abdülmecid’in bazı davranışlarını mesela cuma selamlığını kalabalık tutması gibi törenler; Ankara’da sinirlilik havası meydana getiriyor, Ankara’ya nispet yapar bir davranış olarak algılanıyordu. Tabi bu söylemler fırsata zemin hazırlamaktan ibaretti. Beklenen fırsatta gecikmeden geldi.
Daha önce değindiğimiz gibi milliyetçi/ ulus devletlerin genel siyaset anlayışı olan dış güçler siyaseti, imdada yetişerek Halife meselesine son verilecektir.
Meselenin birden sahneye çıkışını bir dış müracaat kolaylaştırdı. Hindistan’dan, Ağa Han ile Emir Ali’nin, Halifenin siyasi durumunun korunması ve güçlendirilmesi için İsmet Paşa’ya yazdıkları bir mektubun İsmet Paşa’nın eline varmadan 24 Kasımda bazı İstanbul gazetelerinde yayınlanması Ankara’nın elini kolaylaştırdı. Bu mektubun daha muhatabını bulmadan[3] İstanbul gazetelerinin eline geçmesi üzerine harekete geçildi. Haberi yayınlayan gazeteciler; İstanbul’da şüpheli bir organ olan İttihat ve Terakki namına hazırlık yaptığı sanılan Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit, İkdam Gazetesinden Ahmet Cevdet, Tevhid-i Efkar gazetesinden Velid Ebuzziya ile birlikte İkdam ve Tevhid-i Efkar’ın müdürleri hakkında işlem yapılması gündeme geldi. İsmet Paşanın girişimiyle meclis 22’ye karşı 156 oy çokluğu ile İstanbul’da istiklal mahkemesinin kuruluşuna karar verdi. İlginçtir, oylamada hükümete karşı ret kullananlar ileride yeni kurulacak Terakkiperver partisinin üyeleri olacaktı. Aslına bakılacak olursa bu olayın asıl meselesi, gazetecilerden ziyade Hilafet meselesiydi.
Nitekim İstanbul’da mahkeme sürerken, Mustafa Kemal, harp oyunları için İzmir’e gitti. Fevzi Paşa, Karabekir ve Ali Fuat Paşalarda İzmir’de toplandılar. Harp oyunları sırasında Gazi, Halifeliğin kaldırılacağı hakkındaki tasavvur ve görüşlerini arkadaşlarına açıkladı. Bu arada Gazi’ye bir suikast yapılacağı hakkında bir haber yayıldı haber Gazi’ye duyuruldu. Derhal resmi tedbirler alınarak Gazi’nin de tedbirli bulunması hükümetçe hatırlatıldı. Nitekim Gazi eşi ile İzmir’den gece ayrıldı. Fakat ayrılışından önce ordu müfettişi Ali Fuat Paşayla şöyle konuştu:
“Sene başı yaklaştı yeni senede bazı mühim icraatımız olacak bunları Ankara’daki arkadaşlarla müzakere ettikten sonra hemen icraatına geçeceğiz hilafetin kaldırılması ile Osmanlı Hanedanı’nın mensuplarının Türkiye’den çıkarılmaları, Şeriye ve Evkaf Vekaleti, Erkanı Harbiyei Umumiye Vekaletinin kaldırılması, müstakil bir Erkanı Harbiyei Umumiye Reisliği nin kurulması tedrisatın birleştirilmesi gibi… Siz bunlara Ne dersiniz?
Fuat Paşa bunları elbette tasvip etti, bunları Laikliğin icaplarından saydı, nede olsa kendisi Fransız mektebi mezunu idi.” [4]
İslam dini topluluğun her yönüyle ilgilenip davranışları tayin ettiğinden devletin kanunlarının önemli bir kısmı dini esaslara dayanmaktaydı. Laik sistemde siyasi kararların dine aykırı olmadığına dair fetvalar verilmesi gerekliliğinden dolayı Hilafetin, salt dini bir kurum olarak kalması imkânsızdı. Devrimci kadronun yapmak istediği ıslahata İslami grupların karşı koymasıyla karşılanacağına mutlak nazarıyla bakılabilir. Halifenin yalnız Müslüman Türklerin değil tüm Sünni Müslümanların da önderi olduğu göz önünde bulundurulmalıydı. Kurtuluş Savaşı sırasında Hint Müslümanları Halifenin kurtarılması için milliyetçilere para yardımında bulunmuşlar ve savaştan sonra da Halife, Müslüman devletlerden gelen temsilcileri kabul etmeye devam ediyordu. Türkiye’deki İslamcı gruplar da halifenin etrafında toplanarak siyasi muhalefetlerini bu yolla etkin kılmaya çalışıyorlardı. Özet olarak Halifenin milliyetçi hükümete bir rakip teşkil edeceği anlaşılmaya başlandı. İslam dini, “Müslümanları taraftarlarının teşkil ettiği bir topluluk olarak görüyordu. Topluluk İçindeki bütün fertler, dil, gelenek, yaşadıkları bölge ırk veya etnik menşe farkı gözetmeksizin kardeştirler. Oysa Milli Devlet, vatandaşlarının, kendilerini diğer ülkelerin vatandaşlarından ayrı ve başka hissetmelerini ister. Diğer bir deyimle Milli Devlet, vatandaşları arasında biraz dışarıyı sevmeme ister. Milli Sınırları aşan akımlar ise milliyetçilik duygusunu zayıflatıcı niteliktedir. İslam her ne kadar Türkler arasında birleştirici bir rol oynuyorsa da Halifenin varlığı dinin uluslararası yönünü kuvvetlendiriyordu. Bu bakımdan İslam ile milliyetçilik arasında teorik bir çatışma vardı. Ayrıca hem İslam hem de milliyetçilik, vatandaşların en yüksek sadakatlerini talep ediyordu. Milliyetçiler en üstün sadakatin kendilerine bağlanmasını istiyorlardı.[5]
Gazi’nin 14 Şubat 1924 günü İzmir’e hareketinden önce, İsmet paşa ile Hilafetin kaldırılması meselesinin gündem edildiği, bu meselenin milliyetçilik duygusuna engel teşkil ettiği ve üzerinde durulması gerektiğini anlamamızda bir sakınca yoktur. Çünkü Hilafet meselesini daha evvel İzmit’te gazetecilerle görüşerek kamuoyunu bu konuda hazırlamalarını istemişti.[6] Şubat ayının sonlarında mecliste yapılan müzakere sırasında fırtına koptu. Saruhan vekili Vasıf Bey Cumhuriyetin ikiliklere izin veremeyeceğini belirten bir takrir vererek “Cumhuriyeti tehdit etmekte olan Hilafet müessesinin kaldırılmasını, eski hanedan mensuplarının memleket dışına çıkarılmasını, öğretim ve adalet sistemlerinin birleştirilmesini, Şeriye Bakanlığı’nın ve Genel Kurmay Başkanlığının kabineden çıkarılmasını istedi.”[7] Müfit Bey, “mademki hanedan mensupları bize ihanet ettiler bu mübarek Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yerleri yoktur.”[8] Cumhuriyeti kuran kadroları daha evvel Peygamber ve arkadaşlarına benzeten Mehmet Emin Yurdakul ise “…Dinin bekçisi olarak ben bu çatının altında toplanan kardeşlerimi, ulemayı, milletimi görüyorum. Bundan başka hiçbir vasıta kabul etmiyorum. Ya hep ya hiç”[9] gibi çıkışlardan da anlaşılıyor ki yeni siyasal rejimin kadroları zihinleri alıştırmak için daha evvel hem basına hem de siyasetçilere brifingler vererek meseleyi iki koldan ve kısa yoldan halletmenin yoluna gitmiştir.
Nitekim 1 Martta meclis konuşmasında dinin siyasetten ayrılması ve tedrisat konusuna vurgu yaparak konuşmasına devam eden İsmet Paşa, “Tarihin herhangi devrinde bir Halife bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu zihninden geçirirse o kafayı behemehal koparacağız.”[10] Diyerek bundan sonra Hilafet arzulayanların sonlarının pekte iyi olmayacağının işaretini veriyordu.
1 Mart 1924 günü Meclis, Hindistan’dan gelen mektup gündem edilerek Hilafetin kaldırılması ile birlikte bazı maddelerin müzakereleri ile başlamıştı. 3 Mart 1924 Günü Hilafetin lağvı, Hanedanın memleketten ihracı, Şeriyye ve Evkaf Vekâletleri ile Erkanı Harbiyye Umumi Vekaletinin kaldırılmasına ilişkin takrir ile birlikte, Tevhidi Tedrisatın bir vekalette toplanması müzakereleri yapıldı ve bunun neticesinde Meclis, 429, 430 ve 431 numaralı kanunları çıkararak Halifeliği resmen kaldırdı. Bu kanunlara göre Şeriyye Vekaleti yerine aynı gün Diyanet işleri Başkanlığı; Erkanı Harbîye Vekaleti ise müstakil bir kurum olarak Genel Kurmay Başkanlığı olarak değiştirildi.
Diyanet İşleri bundan sonra kendi personelinin sevk ve idaresine karışacak, siyasete asla karışmayacaktı.
Tedrisat kanunu ile eğitim tek bir çatı altında Maarif vekaletine girmesi ile bu alanda birçok değişikliğe gidildi. Yeni rejim için eğitimin temeli milliyetçilik olacaktı. Medreselerin de bu vekalete bağlanması ile artık memlekette din âlimi yetiştirilmesi imkansızlaştırıldı. Bundan sonra okullarda milliyetçilik duygusunun doğması, yükselmesi ve gelişmesi oranında yer verilecekti.
Yeni Cumhuriyetin ayakta kalabilmesinin tek çıkar yolu eğitimdi. Ancak iktisadi açıdan oldukça zor günler geçiren yeni devletin eğitime ayıracak fazla parası yoktu. Yine de eldeki imkanları kullanarak bu meseleye önem verdi. Öncelikle öğretmen okulları ve dar gelirli çocuklar üzerinde yoğunlaşıldı. Bu iki konunun milliyetçi yeni rejim için dikkatle seçildiğini söyleyebiliriz. Yeni devrimin kampanyasını yapma görevi yeni öğretmenlerin olacaktı. Osmanlıdan gelen dar gelirlilerin okuma yazma konusunda hep kenarda kaldığını hatırlarsak yeni rejim dar gelirli çocukları devlet yatılı okullarında okutarak onların meseleye daha sıkı sarılmalarına vesile olacaktır. Amaç, yeni öğretmenlerin halk ile teması daha kolay olacak, yeni rejimin halk ile devlet arasında en etkili sözcüsü durumuna gelecektir.
Hilafetin kaldırılması Yeni Türkiye’de laikliğin bir nevi devlet eliyle bir zemine oturtulması olarak görülebilir. Bundan hemen sonra Medreseler, tarikat, tekke ve zaviyeler kapatılacak yeni kanunlar Avrupa’dan ithal edilecektir.
1924 sonları yeni bir muhalefet partisi kurulacağını öğrenen Mustafa Kemal, bunu fırsata çevirerek ordu üzerinde ki hakimiyetini de güçlendirir. O zamanlar hem mebus, hem komutanlık görevini yürüten Paşaların ya ordudan ya da vekillikten istifa etmelerini ister. Bu durum aynı zamanda muhalif Paşaları da bir nevi sindirme politikasıdır. Bunun üzerine Fevzi Çakmak Paşa, İzzettin Paşa, Ali Hikmet Paşa, Şükrü Paşa ve Fahrettin Paşa isteği yerine getirir ve mebusluktan istifa ederler. Ancak Cevat Paşa ile Cafer Tayyar Paşa mebusluğu tercih eder. Böylece M. Kemal, ordu üzerindeki otoritesini pekiştirmiş ve yeni rejim ordusunun da temelini atmış olur.
Yine 1924 sonlarına doğru Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay yeni bir parti kurma konusunda anlaşırlar. Cumhurbaşkanının tarafsız olması gerektiğini ve Parti başkanlığını bırakması gerektiğini ifade ederler. Zaten bunu zaman zaman dillendiriyorlardı. Mustafa Kemal’in, muhalifler arasında gerçekleştirilen toplantılar hakkında çok iyi bilgilendiğinden şüphe yoktur. Muhaliflerin adımlarını iyi takip eden ve buna göre siyasi tavrını ortaya koyan Gazi, muhafazakar bir kent olan Trabzon’a gider ve orada yaptığı konuşma da kendisinin Halk Fırkası tarafında olduğunu ve Fırka başkanlığını bırakmayacağını söyleyerek muhaliflerine göndermede bulunur. Bu arada “Trabzon halkının kendisini soğuk karşılamasının sonucu valiyi görevden alır.”[11]
Cumhuriyetin birinci yılı böylece son bulur ancak bir sonraki yıl oldukça çetin geçmeye gebedir.