Zamandan bahsediyorduk; bilimin, felsefenin, ilahiyatın temel kavramlarından biri olan, içinde mi dışında mı olduğumuzu bilmeden ömrümüzü tüketen zamandan. Zamanla uğraşmamızın nedeni, kültürün “vakit”ten başlayarak algı sistemimizi belirlediğini, dolayısıyla modernliğin sanılandan çok daha köklü bir değişiklik getirdiğini vurgulayabilmek. Bunu anlayamamışsak insana ve hayata dair yaptığımız yorumların çoğunun beyhude olacağının altını çizebilmek…
Zaman konusunda kıymetli bir eser, Marc Wittman’ın “Hissedilen Zaman”ı geçenlerde Ö. D. Durukan çevirisiyle (Metis Yayınları) yayınlandı. ‘Hissedilen zaman nedir? Zaman duygumuz nasıl oluşur? Zaman neden bazen yavaş bazen de hızlı geçiyormuş gibi gelir? Hayatın çeşitli evrelerinde zaman algımız nasıl değişir? Neden bazı insanlar beklemeyi becerebilirken bazıları sabırsızdır? İçsel saatimiz nasıl işler? Duygular ve beden ritmi zaman algımızı nasıl etkiler?’ gibi sorulara bilimsel ve psikolojik açıdan cevaplar vermeye çalışmasının yanı sıra kitap, bizim ilgilendiğimiz zaman algısı farklılıklarını da ele alıyor. Wittman’a göre zamanın hissedilişi, bırakın önceki devirleri günümüzde dahi ülkeden ülkeye hatta aynı ülkede kırsalda yaşayanlar ile şehirde yaşayanlar arasında dahi değişim gösteriyor.
Bugün her şeyi önceden belirlenmiş zaman dilimleri içinde yaşamamızı, sürekli zamana karşı, “Zamanım yok,” “bir vakit bulabilsem!” diye diye yarışmamızı da konu ediniyor Wittmann. Modernler, zamanı hem farklı görüyor hem de farklı yönetiyorlar. Özellikle iyi eğitimli olanlarımız, dakikliğe, hıza daha çok önem veriyor, arkasından atlı koşturuyor gibi hep acele ediyorlar. Hemen hepimiz dostlarımıza, arkadaşlarımıza ayıracağımız zamanı, iş toplantımızın, randevumuzun saatine göre belirliyoruz. Randevu saati gelmişse muhabbeti ne kadar koyulaşmış olursa olsun, mecburen yarıda kesiyoruz. Oysa bugün bile kırsal kesimlerde koşuşturmaya mahal yok, insanlar daha geniş zamana yayarak birbirleriyle sohbet edebiliyor, tarlada çalışırken işi ve sohbeti aynı anda sürdürebiliyorlar.
Wittmann, zaman kültürlerinden bahsederken, ünlü sosyal psikolog Robert Levine’in “Zamanın Coğrafyası: Kültürlerin Zaman Algısı Üzerine” kitabından yararlanıyor. Ne mutlu bize ki, bu kitap da dilimizde var (Çev. Ö. U Hoşafçı, 1998, Maya Kitap). Levine, gündelik eylemlerimizin sorgulamadan kabul ettiğimiz bir boyutu olan zaman algımızı keşfetmemizi istiyor. Bizi dünyanın etrafında çağlar boyu süren büyüleyici bir zaman turuna çıkarıyor. İnsan kurgusu olan zamanın, kültürleri tanımlayıp ve sınırlandırdığına inanan yazarla beraber, üç saatlik gecikmelerin normal sayıldığı Brezilya’yı ve Batı’da hiçbir şekilde bilinmeyen bir uzun vade algısının bulunduğu Japonya’yı geziyoruz. Amerika’da farklı toplulukları ziyaret ederek nüfus büyüklüğünün yaşam hızını ve hatta yürüme hızını nasıl etkilediğini görüyoruz. Antik Yunan’daki, eski zamanlardaki saatleri inceleyip buradan da Sanayi Devrimi’nde ortaya çıkan “saat zamanı”nın başlangıcına gidiyoruz. Levine, Witmann’ın daha sonra ayrıntılı biçimde cevaplamaya çalıştığı sorular soruyor: Zamanımızı nasıl kullanıyoruz? Saatlerimiz tarafından mı yönetiliyoruz? Bu durumun şehirlerimize etkisi nedir? Peki ya bedenlerimize?…
Levine, her birimizin kendi zamanımızın coğrafyasının haritasını çıkararak, “çoklu-zamansallığa” sahip bir toplum olarak yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini savunuyor. Wittmann, okurlara biraz yavaşlayıp hayatı daha sakin bir şekilde, mevcut anın farkına vararak yaşamanın, böylece daha tatminkâr bir hayata ulaşmanın ipuçlarını sunmak istiyor. Ama korkarım üstatların bu hayli naif önerileri hiçbir işe yaramadan kalacak. Birçok güzel öneride bulunuyorlar ama hayata geçme imkânın olmadığını göremiyorlar. Çünkü günümüzün en parlak düşünürlerinden Kore kökenli Alman Byung-Chul Han, “Zamanın Kokusu”nda (Metis, 2018) artık zamanı doğru dürüst algılama şansımızın dahi kalmadığını söylüyor:
“Bugünün zaman krizi hızlanma olarak nitelendirilemez. Hızlanma çağı çoktan bitti. Bugün hızlanma olarak duyumsadığımız şey, zamansal dağılmanın semptomlarından sadece biri. Günümüzün zaman krizi, zamanda çeşitli aksaklıklara ve yanlış duyumlara yol açan bir diskroniden (zaman algısının bozulması-EG) kaynaklanıyor. Zaman, düzenleyici bir ritmin eksikliğini çekiyor. Bu yüzden de ölçüsünü kaçırıyor… Diskroninin esas sorumlusu zamanın atomlaşması… Yaşamın atomlaşmasına atomlaşmış kimlikler eşlik ediyor. İnsanın elinden kendinden, küçük bir Benlikten başka bir şey yok…” Anlatı, zamana bir koku verir; zaman anlamdan koptuğunda kokusunu kaybeder. Şimdi olduğu gibi…
Yeni Şafak / Erol Göka