Yeni Zelanda’da, onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açan terör eylemi, başta Müslüman dünyâ olmak üzere, değerlerini ve duygularını kaybetmemiş cümle insanlık âleminde de derin bir yara açtı. Niyetim bu vahşi eylemin gizli bağlantıları üzerine yazmak değil. Zâten bu konuda çok sayıda yazı kaleme alındı. Bu yazılar Çin’in Boeing ambargosu, Huawey kavgası, S 400 meselesi gibi başlıklara oturuyor. Doğru… Eklenecek bir şey yok. Ben burada, daha çok terörün bilişsel ve duygusal etkileri üzerinde durmak istiyorum..
Terör eylemlerinin evvelinde ve akabinde yaşanan süreçlerin, en az terör eylemi kadar düşündürücü olduğuna kâni olduğumu peşinen ifâde etmeliyim. Son eylemin bu açıdan ‘bir ilk’e imzâ ettiğini düşünüyorum. Terörist eylemini yapmakla kalmadı; kaskındaki kamera mârifetiyle bunu anı anına, en ince ayrıntılarıyla “sosyal medya”dan naklen yayınladı. Birileri de bunu hızla dolaşıma soktu. Medya otoriteleri, bu görüntüleri yasaklayıncaya kadar olan oldu ve bu görüntüler başka ağlar üzerinden büyük bir çoğunluğun mobil telefonlarına veyâ bilgisayarlarına düştü. Bunu çok sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Bu kanlı eylemden haberdâr olup, görüntüleri “sonuna kadar” izleyenler; her ne kadar sonunda “Aman Allah’ım”, “Bu ne vahşet böyle?” nidâlarıyla konuşsalar da bu vahşetin “seyircisi” konumuna düşerek eylemcinin gâyesine vâsıl olmasına yardımcı oldular. Bu görüntüleri kendi ağları üzerinden servis edenler, eşlerine, dostlarına gönderen, dâhil oldukları ağ üzerinden yayanlar, en hafifinden eylemciye “yataklık” etmiş oldular. Kendime soruyorum: Acaba kaç kişi, kendilerine kazâen ulaşsa da bu görüntüleri izlemeden silme olgunluğunu gösterdi? Terör bize “bir şeyler” göstermek istiyor. Bunu da , içinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz “görsellik” çağında , doğrusu bîhakkın başarıyor. Kuryeleri de bizler olabiliyoruz.
Neden bu kadar “görmeye” hevesliyiz? Görüntülerin bu kadar ayartıcı olmasını ne için istiyoruz? Bunun en başta “Açık Toplum” safsatasının bir spekülasyonu olduğunu düşünüyorum. Soğuk Savaş’ın kapalı dünyâsını çözen bir etkiye sâhip olduğu için, başlangıçta bu iddiayı heyecanla karşıladık. “Konuşulmayan, görülmeyen bir şey kalmasın” şiârı hepimizi umutlandırdı. Bu sûretle hiçbirşey karanlıkta kalmayacak, aydınlanacak ve hesâbı sorulabilecekti. Bizler de özgürleşecektik. 1990’lardan başlayarak “Ketum Devlet Medyasının” tekellerini kıran Özel Tv’ler, ardından sosyal medya, nihâyet görüntülü cep telefonları “Açık Toplum” idealini bir şekilde hayâta geçirdi.
Esrikliğin hüküm sürdüğü bu esnâda, nedense içbükey bir kültürden, dışbükey bir kültüre geçişin mâliyeti hesaplanmıyordu. Görenler açısından farkına varamadığımız şuydu: Daha çok görerek, duygularımızı kaybediyorduk. Görme eyleminin alanı büyüdükçe, görenler, gördüklerini alelâdeleştiriyor, olağanlaştırıyordu. Bu, aynı zamanda bir etkinlik kaybını da doğuruyordu. Görme eylemi, kendi içinde başlayıp, kendisini sönümlendiren dar bir tecrübeye dönüşmüştü. O kadar çok şey görüyorduk ki, bir taraftan görüntülerin akışına kapılıyor; diğer taraftan onları yegân yegân yakalamak, soğutarak ilişkilendirmenin imkânsızlığı fikri, peyderpey zihnimize hâkim oluyordu. Fasılası olmayan anlara mahkûm olmuştuk. Bu, aynı zamanda bir bağımlılık doğurmuştu. Bir görüntüyü tüketmek ,görüntü açlığımızı gidermiyor, tam aksine azdırıyordu. Bu arada insanı geliştiren merak duygusu, beş duyuya dayalı basit algılamalardan zihnî soyutlamalara ulaşmayı gâye edinen târihsel -kültürel derinliğini kaybediyordu. Yüzeyselleşip, ayrıntıların sürek avında takılı kalıyordu merak duygumuz. Bu aynı zamanda, duygu dünyâmızı da sakatlıyordu. Fikir ile duygu arasındaki bağ kopuyordu. En son hangi fikir, hangi ideal bizi heyecanlandırdı acaba? Heyecan duymak yaşıyor olduğumuzu bize kesinleyen bir tecrübedir. Duygular, beş duyu üzerinden sıcağı sıcağına yaşadıklarımızı bir iç damıtıma tâbi kıldığımız yerde değil artık. Duygular artık damıtımsız. Onları yaşadıklarımız “üzerinden” değil, bizzat yaşadıklarımızın “içinde” arıyoruz. Gözümüzü kapatarak, sessizliğe bürünerek ,mahremiyetimize kapanarak, el ayak çekerek, ağzımızı kapatarak, susarak hiçbir şey hissetmiyoruz. Gözlerimizi açarak, bağırarak çağırarak, meydan okuyarak, dostlar ve düşmanlar arasında omuz temâsı üzerinden kalabalıklaşarak, yiyerek ve içerek hissediyoruz.
Devir olayların(events) içinde yaşadığımız devir değil. Dadaizmin ideali olarak “happening” nihâyet gerçek oldu. Görme eyleminin niteliği , gören ve görülen arasındaki ayrımı da siliyor. Sahneler ile seyirci koltukları arasındaki geçişkenlik had safhada. Bugün gören, yarın görülen olabiliyoruz. Pan Opticon artık Sin Opticon’a evrildi. Sahne büyük.. Elbette büyük ve aslî tercih “gören” olmaktır. Ama “görülmek” mukadder ve tercihse bunun da çâresi var:aykırılaşmak ve fütursuzlaşmak..Görüleceğini bilerek ve göstererek yaşamak…Bu nasıl ve ne kadar yaşamaktır?
Görüntülerin heyecan vermediği yerde tutkulu ve gergin bir bekleyiş var. En temelde beklenti şiddet, kan ve ölüm..Kaza, cinâyet, risk ,terör..Heyecan veriyor insanlara ..Bu bekleyiş oyunlarla geçiştiriliyor. Bu vahşi terör eyleminde de öyle olmadı mı? Görüntüleri izleyenler arasında, “Ayy vallahi önce bir bilgisayar oyununun reklâmı olduğunu zannettim” diyenleri sayısı ne kadar çok…
Ölenler öldü. Allah onlara rahmet eylesin. Yakınlarına sabır versin. Bundan sonrası duygu deşarjı. Çiçek bırakmalar, mum dikmeler, protesto gösterileri…Biliyoruz, biliyoruz… Çok “gördük”…
Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün