Semt Pazarı
Semt pazarlarına bayılırım. Mahallenin en geniş ama en tenha caddelerine kurulurlar. Sabahın erken saatlerinden itibaren bir telaş başlar. Tezgâhlar açılır, tatlı bir gayretle. Mevsimine göre meyveler, sebzeler, baharat ve kuruyemişler, genç hanımların vazgeçemediği cıncık boncuklar, çocuklar için ucuz oyuncaklar. Cıvıl cıvıl olur her yer. Marketlere göre ucuz, taze ve renklidir pazarlar.
Ufak tefek münazalara rağmen birbirinden vazgeçemez pazar esnafı ve müşterileri vardır. Geçen haftadan kalan kırgınlıklar ufak atışmalarla devam eder; bir süre sonra da unutulurlar.
-Geçen almadın fasulyemi, ne oldu abla? Elimde mi kaldı sanki?
-İster kalsın ister kalmasın, pahalı satıyordun. Az ötede bir lira eksiğine aldım.
-Kılçıklı fasulye ile ayşe kadın fasulye bir olur mu? Tabi ucuz olacak.
-Geçen senden aldığım fasulye sanki çok iyiydi. Yorgan ipi gibi kılçık çıktı. Örsem bir kazak olurdu bizim oğlana.
-Ama o da bir lira daha ucuzdu, onu hiç demiyorsun abla.
-Amaaan anca laf seninki? Bir daha bir şey almam senden.
-Almassan satmam ben de. Ama şu domatesi almazsan pişman olursun, haberin olsun.
-Niyeymiş?
-Tarla domatesi, dün toplandı. Hem de hormonsuz, nasıl kokusu var hele bir kokla.
-Bakıyım bir, hımmm. Kaç liraymış?
-Hele sen beğen anlaşırız.
…
Pazarı severim demiştim. Yine bir gün pazarı gezmeye gitmiştim. Taze nane kokusu her yeri sarmıştı. Hava güzel, pazar canlıydı. Birkaç defa pazarı baştan sona gezdim. Alacaklarımı aldım eve doğru yöneldim.
Semt pazarımız büyük caminin önündeki caddede kuruluyordu. Pazarın bitimine doğru daha önce hiç görmediğim bir tezgâh kurulmuştu. Başında da ciddi bir kalabalık birikmişti. Genelde akşamüzeri fiyatı düşen ürünlerin başında böyle kalabalık olurdu. Ama bu tezgâh farklıydı. Kimsenin bir şey aldığı yoktu ama tezgâhın başındaki kalabalık da epeyce vardı. Merakımı yenemeyip ben de vardım. Önce tezgâhtara baktım; zira hiç de diğer pazarcılara benzemiyordu. Genç ama sakallıydı, yüzü bembeyaz, bakımlıydı. Temiz ve kaliteli kumaş elbiseler giyinmişti. Gümüş irice bir yüzüğü vardı.
Tezgâhın üstü altın sarısı bir tozla kaplanmıştı. Tozun içerisinde küçük ama farklı ebatlarda gizemli şişeler vardı. Şişelerin her biri rengârenkti. Gizemli şişelerin kapakları Arapça yazılı hasır iplerle bağlanmıştı. Renkleri göz alan şişelerin içinde ne olduğunu göremiyordum. Ama inanılmaz albenileri vardı. Tezgâh başında kim varsa, benim gibi, efsunlu şişelerden almazsa hayatının en büyük fırsatını kaçıracakmış gibi hissediyordur. Satıcı ise tok satıcıydı belli ki. Ellerini göbeğinin üstünde kavuşturmuş, sürekli bir şeyler anlatıyordu.
-Tekrar ediyorum, beni iyi dinleyin. Her bir şişede, alıcısını Yüce Allah katında kıymetli kılacak şeyler gizlidir. Zümrüt gibi yeşil olanlarda huzur ve kanaat vardır. Yakut kızılı şişelerde adalet vardır. Safir mavisinde zafer ve iktidar vardır. Pırlanta ve elmas gibi olanlarda güzel ahlak vardır. Zebercet yeşilinde sağlık ve afiyet, sitrin sarısında takva ve kerem, akik kına renginde doğruluk, altın renginde merhamet ve cömertlik, kehribarda da ihlas, kristallerde ise ilim vardır. Bunları alın ve selamete erin.
Dinlediklerim karşısında adeta büyülenmiş ve topluluktan bir parça olmuştum. Beraber düşünüyor, beraber konuşuyorduk adeta. İçlerinden biri bizim adımıza sordu;
-Kaç lira efendi bunlar?
Satıcı kaşlarını çattı ve hiddetle;
-Bunlara paha biçilmez bre ahmak, bunları ne zannediyorsun?
Başka biri sordu bizim adımıza;
-Bedava mı yani?
-Bu denli kıymetli şeyler karşılıksız olur mu hiç, siz aklınızı kullanmıyor musunuz?
Satıcının haline şaşırıyor ama sormaya devam ediyorduk;
-Peki, nasıl satın alabiliriz?
-Erdemi, ahlakı, inancı satın alamazsınız ey bir şey bilmeyen halkım. Bunlar satılık değil; ama onları almaya hak kazanabilirsiniz!
-Bu nasıl olacak öyleyse? Satılmayan bir şeyi hak etmek için ne yapmalıyız?
-Neden hep soru soruyorsunuz? Neden inanmıyor ve hak kazanmak için çalışmıyorsunuz?
-İnanıyoruz ama ne yapacağımızı bilmiyoruz.
-Bilmek için ilim sahibi olmalısınız. Onun içinde tezgâhımdaki kristal şişeler almalı, ondaki ilimden istifade etmelisiniz.
-Ama hala nasıl alacağımızı bilmiyoruz!
-Siz inkârda şartlanmış budala bir toplumsunuz. Siz bunları hak etmiyorsunuz. Sizden nefret ediyorum.
Tezgâhını toplamaya başlamıştı sakallı genç adam. Çok öfkeliydi. Elleri titriyordu. Dişlerini sıktığını da hissediyordum.
Bir türlü anlaşamamıştık. İçimizden biri sakin, naif, gönül alıcı bir eda ile son bir soru sordu.
-Neden bu kadar öfkelisin? Sakin ol ve bize anlat.
-Neden mi? Neden mi öfkeliyim?
-Evet, biz sana kızmadık ki; seni anlamak istiyoruz sadece. Sen neden bu kadar öfkelisin?
Tezgâhı toplamayı bıraktı. Bir iç çekti. İtirafta bulunacak gibi bir hale büründü.
-Ben yıllardır bu tezgâhın başında beklerim de hala bir tanesini hak etmedim. Her defasında öfkeme ve nefretime yenildim. Çok müşterim oldu, hepsi kendinde olanı istedi. Benim şişelerimin içi boştu aslında; ama onların kalbi, aradıkları şeyle doluydu. Ben ise öfkeyle doluyum.
…
Duyduklarım karşısında şaşkındım. Bir anda düğümlerim çözüldü sanki. Yüzümü çevirdim, evime doğru yürümeye başladım.
Burnuma taze nane kokusu geliyordu. Mis gibi…