Kuyumcular loncasına kayıtlı, Johannes Gensfleisch adındaki -kısa bir süre sonra Gütenberg denilecektir- Nurenbergli bir matbaacı (ki yahudidir) 1434 yılında ilk hareketli harfleri olan baskı presini devreye soktuğunda, icadı farkedilemeden kalmıştır. Bunu 1441’de kağıdın her iki tarafına da baskı yapmaya izin veren bir mürekkep sayesinde geliştirdiğinde, henüz hiç kimse ondan söz etmemektedir. Fust ve Schöffer adındaki iki ortağıyla birlikte 1448’de tahta hurufatın yerine madeni hurufat geçirdiğinde, kimse bununla ilgilenmemiştir. 1455’te bir Kitabı Mukaddes basımına giriştiğinde, bunun hiçbir yankısı olmamıştır. Ortaklarıyla olan bir davayı kaybetmesinden iki yıl sonra, 1457’de ilk basılı kitabını -Mainz Meza Min- yayınladığında her şey duyulmaya başlamıştır. Avrupa’da yüzyılın sonuna kadar özellikle 1492’de en çok basılan iki kitaptan biri Kitabı Mukaddes diğeri de Fransa’da 1209’da Alexsandre de Villa Dei tarafından kaleme alınıp, ilk önce 1478’de Parma’da yayınlanan sonra da kıtadaki üniversite kuruluşların hemen tamamınca benimsenen bir latince grameridir.
1462’de Paris’teki Sorbonne’de matbaa vardır; 1470’te Floransa, Napoli, İspanya, Alçak Ülkeler ve hatta Krakow’da matbaa vardır. Daha 1480’lerde Avrupa’da yüzlerce matbaa vardır. Venedik’te yüz elli matbaa yılda dörtbinden fazla eser basmaktadır ki bu birinci rakip olan Paris’in üretiminin iki katıdır. 1491’de ikiyüz otuz altı Avrupa kenti matbaaya sahiptir. Kırkbin eseri kapsayan on milyon nüsha matbaalardan çıkmış bulunmaktadır.
Kitap felsefi metinlerin dolaşımını mümkün kılarak, dinin eleştirisini hızlandırmaktadır. Ucuz ayin kitaplarının yayılması belleğin rolünü azaltmakta ve vaizin prestijini kaybetmesine yol açmaktadır. Kitap yolculuk edebiyatını geliştirerek, keşiflerin tabanını sağlamakta; ulusal dilleri teşvik ederek, latincenin terkedilmesine ve ulusallıkların uyanmasına götürmektedir. Örneğin İngiltere kralı IV. Edward’ın kızkardeşinin mali danışmanı olan Caxton Bruges’de bir matbaa kurmuş ve 1476’da burada ilk ingilizce kitapları yayınlamıştır.
Erasmus şöyle yazacaktır: “İncilin ve Aziz Paulus’un mektuplarının bütün kadınlar tarafından okunmalarını ve çiftçinin bunları ağacın arkasında terennüm edebilmesi, dokumacının onlardan tezgahın önünde söyleyebileceği şarkılar çıkartabilmesi ve yolcunun da bunları sohbet konuları haline getirebilmesi için bütün dillere çevirmelerini isterdim.” Ama artık çok geçtir. Laik dönem gelmiştir.
Büyük ölçekte farkına varılmadan kalan diğer büyük icad olan gözlük okumanın ve bilginin gelişmesini önemli ölçüde hızlandırmaktadır. Herkesin daha ileri yaşlara kadar okumasına olanak sağlayan gözlük, daha büyük bir bilgi birikimini mümkün kılmıştı. Rivayetlere göre Roger Bacon onu daha XIII. yüzyılda icad etmiştir. Aslında ilkleri, İtalyan camcıların dış bükey yüzeyli camların yaşlı kişilerin presbitlerini düzelttiğini farkettikleri 1285 tarihlidirler. Kullanımı ancak XV. Yüzyılın ortasında, miyoplar için gözlükler ortaya çıktığında yaygınlaşacaktır. 1482’de Nurenberg’de kayıtlı bir gözlükçüler loncasına ait ilk iz bulunmaktadır.
Avrupa’nın altmış milyonluk nüfusundan yalnızca iki milyonu adlarını sökebilmekte ve beşyüz binden azı da su gibi okumasını bilmektedir. Okuması olanlar matbaa sayesinde, daha çok esere daha az maliyetle ulaşabilir hale gelmişlerdir. Şimdiye kadar birçok manastır ve üniversitenin içinde kapalı kalmış olan bir bilgi yaygınlaşmaktadır; burjuva evlerinde kütüphane oluşmaya başlamaktadır. Tüccarlar, denizciler, coğrafyacılar, hekimler, hocalar daha serbestçe düşünmeye başlamakta ve Bizans’tan gelen Yunan ve Latin düşüncesini şaşkın bir şekilde yeniden keşfetmektedirler. İspanya ve İtalya’daki hahamların daha XIII. yüzyılda düşündükleri gibi, felsefi düşünce bu tarihlerde dinsel sofuluktan ayrılmakta; ikincisi sözle anlatılamaz ve hidayet alanına ait olurken, birincisi de bilinç ve akıl alanına ait olmaktadır.
Fikirler artık skolastiklerin karanlık Latinceleri içinde değil de, daha açık daha basit, hatta daha yüce bir cüretle, bazı ulusal dillerin içinde dolaşıma girmektedirler; Kastilyaca, Toskanaca, Fransızca, Almanca, İngilizce. Kültüre, bilgiye, gerçeğe susamış olan okumuşlar o sıralarda aslında Avrupa’nın ne ekonomik, ne de siyasal kalbi olan tek bir kentin etrafında, gerçek bir uluslararası “şebeke” kurmaktadırlar: Medicilerin Floransa’sı. Demek ki her şey Floransa’da kesin olarak kente hükmeden hanedanın reisi, en büyük kumpanyanın sahibi olan Cosimo de Medici 1462’de Platon’un bütün eserlerinin Latinceye çevrilmesinin masraflarını karşılamaya karar verdiğinde başlamaktadır.
Floransa katedral kurul üyesi, büyüleyici bir keşiş ve filozof, hükümdar danışmanı ve müneccim karışımı olan Ficino, basit çevirmen rolünün ötesine çok erkenden geçmiştir. Platonculuk ile Hristiyanlığın felsefi sentezini gerçekleştirme işine tutkuyla bağlıdır. Marsilio Ficino’dan daha cüretkar olan öğrencisi genç Pico de la Mirandola, Platon’un düşüncesinde artık Hristiyanlığın sahte temelini değil de, bilimin, özgürlüğün ve sorumluluğun temelini görmektedir. İnsan dünyanın merkezindedir demektedir. Kaderinden yalnızca o sorumludur. Tanrı ona dünyayı keşfetmesi ve bilimi kurması için bırakmıştır. Tanrının insana şöyle söylediğini düşünmektedir: “Ona daha kolayca bakabilesin ve içerdiği her şeyi görebilesin diye seni dünyanın merkezine koydum. Kendinin tek eğiticisi ve kendi kendinin efendisi olabilmen ve kendi kendine, kendine özgü biçimin verebilmen için seni ne göksel, ne yersel, ne ölümsüz olarak yarattım.” harika formül! Demek ki insanın dünyayı anlama hak ve ödevi vardır. Bilgi aracılığıyla kendini tanrısal yaratık olarak gerçekleştirmektedir.
Böylece 1492 yaklaşırken, Floransa’nın bir kaç soyutlanmış çevresinde kaderciliğin örtüsü yırtılmaktadır. Kavramlar su yüzüne çıkmaktadır. (Birey, sanat, özgürlük, sorumluluk, yaratma) bunlar antik Yunan’ın fikirlerinin yeni versiyonlarıdır. Bunlar çok çabuk bir şekilde Avrupa’nın bütün kentlerine yayılmaktadır.
Tüccarlar artık felsefenin ve bilimin gelişmesine katkı sağlayanlardır. Onların ihtiyaç duyduğu alanlarda hem felsefe hem de matematik gibi fenni ilimler gelişmeye başlamıştır. Sanat ve matematik dönemin ana kelimelerindendir. Tüccarların rayiçleri saptamak, faizleri hesaplamak, karları paylaştırmak üzere matematiğe ihtiyaçları vardır.
O çağın insanlarının çoğu gibi, Avrupalıların ezici çoğunluğu da köylüdür. Bunların hayatları kök salmıştır, hareketsiz olduğu kadar karanlıktır. Bunlar kendi tahıllarını ve kendi sebzelerini yemektedirler. Senyörlerden, ormandan, kıtlıktan, kurttan, askerden, vebadan korkmaktadırlar. Sefalet ve panikten oluşan bir kaderin peşinden sürüklenmektedir.
Toprak mülkiyeti her yerde iktidarın işareti değilse bile, koşulu olarak kalmaktadır. Büyük toprak malikleri varoldukları yerlerde zengindirler. Bunun tersine tüccarın güçlü olduğu yerlerde, bunun toplumsal yükselişi toprak mülkiyeti edinilmesi biçiminde ifade edilmektedir.
Makine Doğuyor
XIV. Yüzyılın ikinci yarısında makine kelimesi ortaya çıkmıştır. Kavram ilk olarak ortaya çıktığında “sistem” anlamında kullanılmaktadır. Örneğin Nicolas Oresme 1377 tarihli bir eserinde, insan bedenini işaret etmek üzere “bedeni makine”den söz etmektedir. Kelimenin modern anlamındaki ilk gerçek makine olan duvar saati, XIII. yy’da Dondi’nin sayesinde ortaya çıkmıştır. XI. Louis 1481’de kendine bir cep saati yaptırtmıştır ve anıtsal saatler, daha o sıralarda ilk fabrikaların üretiminin yapısını belirleyen, mucitleri bilinen veya bilinmeyen muhteşem teknik ilerlemeleri kullanarak gelişmektedirler.
Modern makineciliğin tümünün kaynağı olan bu başat icatlardan biri hareketi aktaran kol-manivela sistemidir. Bunun nereden geldiğini ve ortaya çıkış tarihini hiç kimse bilmemektedir. Bu sistem her halükarda tahıl öğüten değirmenler, pedallı tekerlekler, hidrolik testereler, emme basma tulumbalar imal edilmesine olanak vermektedir.
Aynı dönemde, tahta ve maden işleyebilen yeni aletler ortaya çıkmaktadır. Bu aletler; tahtayı uzunlamasına kesen testere, ağacın içini oyan testeredir Bu iki işlemi birleştiren ilk makine aletler ise: Boruda delik açan, top namluların içini perdahlayan, eğe yüzeyini meydana getiren, değerli taşları parlatan makinelerdir.
Bu makineler esas olarak üç imalat tipi tarafından kullanılmaktadır: Dokumacılık, madencilik, silah imalatı. Dokumacılık ileriki aşamada sanayi devrimine giden yolu açacaktır. Madencilik sömürgeleştirmenin önünü açacaktır ve silah sanayi de Avrupa’nın hegemonyasını daimi kılmak için bir güç olarak kullanılacaktır.
Dokuma imalatında, çıkrık örekenin yerine geçmiştir. Önce elle kullanılan bir çıkrık, sonra da 1470’lere doğru pedallı bir çıkrık söz konusu olmuştur. 1490’lara doğru Tours’daki ipekli dokuma tezgahların sayısı sekizbin olarak verilmektedir.
Almanya ve Bohemya madencilik endüstrisi binlerce işçiyi bir araya toplamaktadır. Bu endüstri kolunda su tahliye etmek için zincirleme kovaları olan makineler, su değirmenleri tarafından hareket ettirilen emme basma tulumbalar, maden cevherini yukarı çıkartmak için hidrolik sistemler, cevheri madenin dışına taşımak için tahta raylar üzerinde ilerleyen üç tekerlekli arabalar kullanılmaktadır.
Başta İtalyanlarınki, Fransızlarınki ve Almanlarınki olmak üzere, silah fabrikalarında tunç dökümü, bakır saflaştırılması, teneke imalatı için yeni teknikler geliştirilmektedir. Seri halinde imal edilen yeni silahların -ince top namluları, taş gülle atan toplar, alay bozan tüfekleri- çevresinde gerçek bir silah endüstrisi örgütlenmektedir.
Burjuva Usuldan Gücü Ele Almaya Başlıyor
Tüccarın toplum üzerinde etkisinin olduğu bölgelerde ekonomi ilerlemekte, tarım gelişmekte, kentler yapılanmaktadır.
Entelektüel olan tüccar, kitapları ve haritaları okumasnı bilmek; coğrafyadan, meteorolojiden, kozmoğrafyadan, dillerden, matematikten anlamak zorundadır. Egemen olmaya yönelen kişi olarak yönetmesini, emretmesini, örgütlenmesini, kovmasını, kendi kurallarını dayatmasını bilmek zorundadır. Hesap adamı olarak sermaye yığmak, bunu çok sayıda girişime yatırmak, kredi biçimleri düşünmek, karları dağıtmak, kambiyo hadlerini hesaplamak; başka tüccarların, zanaatkarların, yasa adamlarının, büyük senyörlerin, din adamlarının noter önünde düzenlenmiş sözleşme hükümlerine göre bir araya getirilmiş olan sermayelerini yönetmek zorundadır.
Tüccarlar XIII. yy’dan beri sermayeleri bu usulle, kimsenin katkısından daha fazlasını kaybetmeyeceği komandit şirketler halinde bir araya toplamaktadırlar. Sermayelerin böylece girişimcilere doğru aktarılması sayesinde iş hacmi büyümekte, ticaret mesleği uzmanlaşmaktadır. Tüccar karada artık imalatçı değildir. Denizlerde de armatör olarak ne kaptan ne de kiralayıcıdır.
XV. Yüzyılın başında büyük tüccar artık, komandit denilen yeni bir şirket biçimin içinde, başkalarının sermayelerini yöneten kişiden başka bir şey değildir. Genelde eşit ve devredilebilir paylara bölünmüş olan sermaye, bir şirket içinde gerçekleşen karların işlevinde nemalandırılmaktadır.
Fakat bu arada tüccarların başarı kıstasları feodal düzeninkiler olarak kalmaktadır. Toprak mülkiyeti onlar için gücün işareti, servetin nihai amacı olmayı sürdürmektedir. Hepsi de şirketlerini çocuklarına aktarmanın, kulağa hoş gelen bir ada sahip olmanın, saraya kabul edilmenin düşünü kurmaktadır. Daha şimdiden burjuva ve soylu olarak karlarını malikanelere ve unvanlara; kentte konaklara ve kırda şatolara, görevlere ve mansıplara (yüksek makam), tablolara ve mezarlara yatırmaktadırlar.
Böylece tüccarlar XV. yüzyılın sonunda kapitalizmin her şeyini icat etmiştir. Kendi başarı modeli hariç her şeyi…
Taşıma aracı olmadan tüccar olmaz. Taşımacılık olmadan pazar olmaz. Afrika’da başlıca taşıma aracı devedir, günde otuz kilometreye kadar yol alabilmektedir. Bir kervanda onikibine varan sayıda hayvan bulunmaktadır. Avrupa’da yiyecekler ve kumaşlar kırdan kente kara yolundan, insan sırtında veya arabayla taşınmaktadır. Yolcu arabaları artık biraz daha rahattır, ön takımlar hareketli hale gelmektedir; kolon ve zincirlerden oluşan süspansiyon benimsenmektedir. Bir haber Venedik’ten Cenova’ya (426km) on-onbeş günde, Venedik’ten Anvers’e (1205 km) otuz yedi günde ulaşmaktadır. İş adamların posta servisi krallarınkinden daha hızlıdır. İspanya kral ulakları Brüksel’den Madrid’e (1578 km) gitmek için onbeş gün harcarken, özel ulaklar aynı yolu onbir günde almaktadır. İmparator da kendi postasını göndermek için çoğu zaman Jacob Fugger’in kişisel şebekesini kullanmaktadır.
Avrupa’nın hemen bütün dinamik kentleri limandırlar. Denizden zenginlik, yeni, değiştiren, yaratıcı gelmektedir. Denizci, başarının çehresi haline gelmekte ve gemi inşaı Avrupa’nın birinci endüstrisi olmaktadır. Kıyılar boyunca ve Avrupa ile bilinen toprakların geri kalanı arasında besleyen balıkları, giydiren dokumaları, muhafaza eden baharatı, dünyayı değiştiren haberleri taşıyan gemi, hayatın simgesi haline gelmektedir.
Altın, bakır, baharat, şap, tuz, şarap, dokumalar: Fernand Braudel’in yerinde bir şekilde “Rönesans dönemi Uluslararası ticaretinin yıldızları” adını verdiği ürünler bunlardır. O çağın bir Venediklisinin “bütün diğer baharatı peşinden sürüklüyor” dediği karabiber Malabar kıyılarından gelmektedir. En azından Kuzey Avrupa’da zenginlerin onlarsız beslenemedikleri küçük Hindistan cevizi, zencefil, kırmızı biber, tarçın, Molluka ve Sonda adalarından gelmektedirler. Yünün o olmadan boyanamadığı şap Türkiye’den gelmektedir.
Demek ki Doğu, Avrupa için hayati öneme sahiptir. Her ticaret oraya ulaşan yolların etrafında düzenlenmektedir. Karayolu ticaret için artık güvenli olmaktan giderek çıkmaktadır. İstanbul’un Türkler tarafından fethi Avrupa’nın giderek doğuyu kaybetmesine sebep olmuş ve deniz ticaretinin daha güvenli yapılabilmesi için yeni yollar aranmasına sebep olmuştur. Ticarette deniz yolu daha güvenli hale gelmiş ve deniz yolunu besleyebilmek için de altın, hep daha fazla altın gerekmektedir.
Avrupa İcad Ediliyor
1492 yılının şafağında Osmanlı yedi milyonluk çok uluslu toplumuyla saygı duyulması gereken bir konuma gelmişken Avrupa’nın kendi içinde siyasal birliği bile yoktur. Bazılarına göre “Avrupa” kelimesinin kendisi bile “Batı” anlamına gelen Akadça “EREPU” kökünden türemiştir. Diğer bazılarına göre ise Doğu Akdeniz’in Asya kıyısından olan bir prensesin adı olarak Yunan mitolojisinden gelmektedir. Romalılar tarafından Galya ve Britanya adalarına doğru genişletilen Avrupa kavramı, Orta Çağ’da hala Germanya ve Macaristan’a doğru genişlemektedir. Eşanlamlı olan “Batı” IX. yüzyıl’da ortaya çıkmıştır.
Avrupa “Batı”ya ve “Hristiyan”lığa sahip çıkmaya ve kökenlerini yalnızca kendinde bulmaya ara vermeyecektir. Avrupa kelimesi giderek yaygınlaşmaktadır. Dante’nin eserinde bir düzine kullanıldığı görülmektedir. Dönemin bir allegorisinde Avrupa; başı İspanya, kalbi Fransa, karnı Germanya, kolları İtalya ve İngiltere olan, geniş enterasinin belli belirsiz büzgüleri arasında Rus ovalarının bulanık ufkuyla birlikte, başı taçlı bir bakirenin çizgileri altında temsil edilmiştir.
Batı Avrupa gerçekte daha şimdiden birbirleriyle daha sürekli savaş halinde olan kent ve ulusların bir mozayiğidir: İngiltere-Fransa, Portekiz-Aragon, Germen-Slav, Fransa-Burgonya savaşları. Bir köy, bir hareket, bir miras, bir evlilik uğruna veya zevk için çarpışılmaktadır. Diplomasi bu çatışmaların maliyetini düşürmek üzere, dengesiz ve narin ilk adımlarını atmakta ve onunla birlikte, kelimenin modern anlamında siyaset de aynı yolu tutmaktadır.
Demek ki 1492 Avrupa’sını anlamak, geçmiş elli yılının tarihinin hanedan karmaşaları ve ölümcül koflukları içindeki ayrıntılarına girmeyi gerektirmektedir. Bu çaba boşuna değildir, çünkü bu olaylar bugünün jeopolitiğini biçimlendirmişlerdir.
Milano, Floransa, Mantova, Lucca, Siena bağımsız kentlerinin hepsi de bir hükümdara ve bir muhalefete sahiptir ve hepsi karşılıklı tutkular beslemekte ve ittifaklarını kurmaktadırlar. Napoli krallığı ve Papalık devletleri de kendi iktidarlarına ve kendi düşlerine sahiptirler. İki blok, iki koalisyon örgütlenmektedir: Venedik’in etrafında Napoli; Floransa’nın etrafında Milano ve Siena…
Modern devlet bu hükümdarların saraylarında doğmakta; propaganda, diplomasi, yönetim aygıtı buralarda icad edilmektedirler. Bunlardan her biri yüzlerce, bazen binlerce kişiyi barındırmaktadır; sivil iktidar buralarda kilise iktidarına karşı sürekli olarak alan kazanmaktadır. Hükümdarlar savaşlarını yürütebilmek için paralı askerlerden yararlanmakta bunun için de tüccarlarla anlaşma yapmak zorundadır. Çünkü paralı askerlerin parasını tüccarlar ödeyecektir. Bunun karşılığında da kiliseye karşın tüccarların gücü kralın yanında artacaktır.
Her kentin kendi özelliği vardır. Ticari ekonominin gerileme halindeki kalbi olan Venedik, burası artık onu hiç ilgilendirmese de, yarımadanın en büyük gücüdür. Örgütlenmesi çok özeldir; tamamen laik bir devlettir. Doge (Dük) veya senatör oğlu olsa bile hiç bir rahip devlet görevlerine girememektedir. İktidar teoride Halk meclisinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte bir oligarşi, yargıçları atayan, yasaları koyan, cezaları saptayan ve elçilerin ödevlerine varana kadar bütün hükümleri belirleyen gerçek bir siyasal iktidar merkezi olan, dörtyüz üyeli Büyük Meclis’i tekeline almıştır. Demek ki siyasal iktidarın ve yönetim aygıtının, tüm çarkları yüz kadar aile tarafından denetlenmektedir. Bunun da üstünde sırasıyla öncelikli hale gelen Kırklar Meclisi ve Senato bulunmaktadır.
Venedik’in ekonomik gücü varsa, Floransa’da siyasal şan ve prestijden yararlanmaktadır. Lakabı Nikrisli olan Pietro de Medici’nin 2-3 Aralık 1469’da ölmesiyle yerine yirmi yaşındaki oğlu Lorenzo geçmiş ve kardeşi Guilliano’da onun yardımcısı olmuştur. Lorenzo giderek “İtalyan siyaset terazisinin ibresi” haline gelmiştir. Onun hakkında yazan Guicciardini’ye göre “adı bütün İtalya’da büyüktü ve kamusal alandaki tüm otoritesi kanıtlanmıştı. İtalyan devletlerinden birinin aşırı güç kazanması Floransa Cumhuriyetini ve bizzat kendi için tehlikeli olduğunu gördüğünde hemen varolan dengeyi korumak üzere etkin müdahalede bulunmaktaydı.”