İktibas Dergisi
Ekim 2020
Son günlerde en sık duyduğumuz kelimelerden birisi kuşkusuz normalleşme sözcüğüdür. Anlamı normal olmayanın normal olana dönüşmesi demek. Normal kelimesinin sözlükteki karşılığı ise; kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun şeklinde veriliyor Türk Dil Kurumu tarafından. Zıt anlamlısı ise anormal olup kurala uygun olmayan, olağandışı, aşırı ve uygunsuz manalarına geliyor. Yani normalleşme dediğimizde kurala uymayan, uygunsuz, olağandışı ve aşırı olan bir şeyin ya da durumun olması gereken haline dönüşmesi, kurala ve kabule uygun hale gelmesi kastediliyor. Bir başka açıdan normal; iyi, güzel ve doğru olanı, anormal ise genellikle kötü veya yanlış olanı ifade ediyor. Uluslararası ilişkiler ve diplomasi açısından ise ülkelerarası ilişkilerin Büyükelçilik seviyesinde sürdürülmesi, tarafların birbirinin pasaportlarını kabul etmesi, aralarında her türlü ticari, ekonomik, kültürel ve benzeri anlaşmaların yapılabilmesinin önünde bir engel olmaması normalken, ilişkilerin kısmen ya da tamamen askıya alınması ya da kopması anormallik ifade eder.
Bu noktada hemen hiçbir Müslüman ya da Arap ülke yönetimiyle resmiyette normal ilişkileri bulunmayan ancak gayri resmi olarak pek çok irtibatı bulunan İsrail bu durumun değişmesi adına ABD desteğiyle önemli adımlar atmaya başlamıştır. Uzun süredir bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında yürütülen gizli-açık görüşmelerin neticesinde 15 Eylül’de ABD Başkanı Trump’ın simsarlık, çöpçatanlık ve baş oyun kurucu mahiyetindeki ev sahipliğinde Beyaz Saray’da İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında “ilişkileri normalleştirme anlaşması” imzalandı. Her ne kadar BAE’nin adını daha çok duysak da onunla birlikte Bahreyn de bu anlaşmaya imza koydu ve 1979 Mısır, 1994 Ürdün’den sonra BAE ile birlikte normalleşme kervanına katılan 4. ülke oldu. Trump’ın yaptığı açıklamalara göre 5-6 bölge ülkesi daha benzer anlaşmalar yapmak için sırada bekliyor. Resmi ağızlardan yapılan açıklamalara göre bu ülkeler arasında Suudi Arabistan, Sudan, Moritanya, Yemen ve Umman’ı zikretmek mümkündür. Bir anlamda malumun ilanı olan bu anlaşmalar, aslında özelde Filistin genelde İslam davasından çoktan vazgeçmiş, laik ve uygar(!) Batı dünyasını kendisine efendi seçmiş, ülkelerinde halkları üzerinde ancak baskı ve zulümle ayakta kalabilen ve vatandaşlarının yönetimlerini sorgulamayı dahi akıllarından geçiremeyecekleri sistemler kuran mezkur ülkelerin artık bu gizli kapaklı ilişkilerini açığa vurmalarının vaktinin geldiğini düşünmelerinden
ibarettir diye düşünüyoruz. Pek tabii ki bu tek sebep değildir, zira emperyalist Batı son 3-4 yüzyıldır dünyada ve özellikle Ortadoğu’da karmaşanın, iç çatışma ve çekişmelerin, her bir aktörün diğerlerini düşman olarak görmesinin koşullarını olgunlaştırmış ve binlerce yıl sorunsuzca bir arada yaşayabilen halklar dahi birbirlerine düşman edilebilmiştir. Bu sayededir ki söz konusu ülkelerin kamuoyları ülke genelini ilgilendiren dış meselelerde vatan haini pozisyonuna düşmemek için ülke çıkarlarını ve bekasını önceleyen kalabalıklar haline getirilebilmişler ve istemeseler de desteklemedikleri yönetimleriyle aynı çizgide hareketetme mecburiyeti hisseder duruma gelmişlerdir. Ayrıca bu halkların köklerinden koparak İslami şuuru ve bilinci kaybederek hızla sekülerleşmesi de kendi üzerinde oyun oynayanların işini oldukça kolaylaştırmaktadır.
Peki bu noktaya nasıl gelindi? Tarih boyunca içinde yaşadıkları toplumlarda sebep oldukları rahatsızlık, tefecilikleri, ekonomilere verdikleri zarar ve haksız zenginleşmeleri sebebiyle yerleştikleri topraklardan şu veya bu sebeple ve bir biçimde kovulan, kıyıma uğrayan hatta 2.Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Hitler Almanya’sında büyük bir etnik temizliğe de tâbi tutulan Yahudiler, bugün sahip oldukları gücü nasıl elde ettiler? 1917 yılında Osmanlı hakimiyetinden çıkıp dönemin hakim gücü İngiltere’nin işgali altına giren Filistin 1948 yılına kadar İngilizler tarafından yönetildi. Theodor Herzl tarafından kaleme alınan ve 1896’da yayınlanan İsrail Devleti adlı kitapta Siyonist Yahudilerin hayali olan devlet 1948 yılında ilan edildi ve o günden bugüne 160 ülke tarafından resmen tanındı. Özellikle 2.Dünya Savaşı’nın ardından ABD’de toplanmaya başlayan Yahudi nüfusu elde ettikleri ekonomik güç sayesinde ABD bürokrasisi ve başkanlarını kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamış, buna direnen başkanların ise kimi öldürülmüş, kimisi de azledilerek yoldan çekilmişlerdir. Bu konuda en iyi örnek, kuşkusuz, 2016’da işbaşına gelen Cumhuriyetçi başkan Donald Trump’tır. Ne zaman iç siyasette bir büyük zorluk yaşasa İsrail’in beklentilerine hizmet eden önemli bir karara imza atmak suretiyle bu zorlukların üstünü örtmeyi başarmıştır. İsrail’in 1967’de işgal ettiği ve bugüne kadar da işgal altında tuttuğu Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nin artık İsrail toprağı sayılması gerektiği, ABD İsrail Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesi, ABD Hükümeti’nin Filistin’e yaptığı yardımın kesilmesi ve son olarak da Yüzyılın Barışı adıyla ortaya çıkarılan planın bizzat kendisi tarafından takip edilip hayata geçirileceğinin ilan edilmesi gibi meselelerin arka planında yatan bu durumdur. Bilinmelidir ki bu kullanma durumu karşılıklıdır. İsrail’in ABD’yi kullanması kadar ve hatta daha fazla ABD İsrail’i Ortadoğu Müslüman coğrafyasının kalbine saplanmış bir hançer ve bir ileri karakol olarak kullanmaktadır. ABD’nin siyasi ve askeri gücünü arkalayan İsrail, kurulduğu günden itibaren sürekli ve sistematik olarak Filistin halkına ait topraklarda yayılmacı bir politika izledi. 1967 yılında meşhur ‘6 Gün Savaşı’ olarak bilinen ve Arap Devletleri ile İsrail arasında gerçekleşen savaşın ardından İsrail kendisine göre kat be kat fazla askeri güce ve nüfusa sahip Arap ülkelerini mağlup etmeyi başardı. Bunun üzerine işgale ve yağmaya kaldığı yerden devam eden İsrail kuruluşundan itibaren milyonlarca Filistinlinin ölümünden ve evini, barkını, toprağını bırakıp mülteci konumuna düşmesinden sorumludur. Arz-ı mevud (vadedilmiş topraklar) iddialarının ötesinde tarihte ve günümüzde Allah’a ve İslam’a olan özel düşmanlıkları, azgınlıkları da Yahudileri ve İsrail’i tüm İslam ve Arap toplumlarıyla kan davalı hale getirdi. Yeryüzünde vicdan ve akıl sahibi Yahudiler de vardır mutlaka ve bu sözlerimiz Yahudi olan birinin kati surette İsrail’in suçlarına ortak olduğu anlamı taşımamaktadır. Hatta Yahudilerin yeryüzünde bir devletinin olmaması gerektiğini, bunun hem Yahudiler hem de dünya için kötü sonuçlar doğuracağını savunan Yahudiler de mevcuttur. Ancak bunlar Siyonizm kitabına düşülmüş bir dipnot kabilinden olup, Siyonist hırçınlığını değiştirici mahiyette değildir. Arkasını ABD ve Batı ülkelerine yaslamasına rağmen kendisini hep tehdit altında gören ya da böyle bir algı icat eden İsrail yıllar içerisinde bu durumu değiştirmek adına siyasi, askeri ve diplomatik pek çok hamle yaptı. Kendisini yok etme potansiyeline sahip ülkelere olduğu kadar kamuoyları itibarıyla Filistin’in yanında saf tutan ülkelerde de kendi güvenliğini ve çıkarlarını tehdit etmeyecek aktörler üzerine yatırım yaptı. Bu sayede doğrudan değilse de dolaylı olarak pek çok ülkenin içişlerine özellikle de katil istihbarat örgütü Mossad üzerinden operasyonlar çekti. İslam toplumlarının başında iktidara gelen-getirilen Batı işbirlikçisi pek çok hükümet ile bir yandan kamuoylarını baskı altına alırken diğer yandan kendi meşruiyetlerini, resmen tanınma süreçlerini inşa etme çabası içinde oldular. Yönetme ve yönlendirme kudretini kaybettiklerinde ise bu ülkeleri türlü vasıtalar ile boğmaya, bölmeye ve parçalanmaya maruz bıraktılar. İsrail Devleti’nin en sert muhalifi olan İran, sahip olduğu yer altı zenginliklerine rağmen son 40 yılını ambargolar marifetiyle ekonomik bunalım içinde geçirdi. Bu durum giderek artan ambargo baskısı sebebiyle İran halkı üzerinde oldukça yıpratıcı hale gelmiş bulunuyor. Saddam Hüseyin’in Irak’ı İran İslam Devriminin hemen akabinde İran’a saldırtılmış ancak başarısız olduktan sonra maddi kayıplarını telafi için Kuveyt’i işgale yeltenmişti. Onu buna sevk ve teşvik eden ABD’li yöneticilerin tuzağına düşen Saddam 1.Körfez Krizi’nde ağır kayıplar vermiş ve 36.paralelin üstünü yani Kürt Bölgesini fiilen kaybetmişti. 2003’te ülkesinde kimyasal silah bulundurduğu yalanı bahane edilerek Irak 3 parçaya bölündü ve milyonlarla ifade edilen Iraklı bu süreçte hayatını kaybetti. Irak hala kendine gelemedi ve geleceğe de benzemiyor. Lübnan, uzun yıllar boyunca mezhep çatışmalarının körüklendiği ve ülkenin siyasi ve ekonomik açıdan istikrarsızlığa sürüklendiği dönemler yaşadı. Özellikle İran destekli Lübnan Hizbullahı’nın İsrail ordusuna kök söktürmesi ve onca Arap devletin bir araya gelip yapamadığı şeyi yaparak İsrail’i fiili olarak yenmesi de geçmişte kaldı. Bugün Lübnan’ın iki yakasını bir araya getirmek ve İsrail’e karşı hak ve çıkarlarını savunacak bir duruma kavuşturmak hayal gibi görünmektedir. Son liman patlaması da bu bağlamda ele alınmalı ve Lübnan’ın istikrarsız pozisyonunun bir süre daha devam etmesi, oluşan durumdan İsrail karşıtlarının olası en büyük zararı görmesi beklenmelidir.
Suriye’nin içine düştüğü durumu ibretle izliyoruz. İsrail ile komşu ve kavgalı olan, İsrail’in bölgedeki planlarını gerçekleştirebilmesinin önünde önemli bir engel konumundan bugün kendi halkını bombalayan, milyonlarca Suriyelinin kendi ülkelerindenkaçarak, perişan vaziyette başka ülkelerde sığınmacı durumuna düşmesinden sorumlu bir yönetimin kendi meselelerini aşmadan İsrail’e karşı pozisyon alabilmesi mümkün değildir. ABD sürecin başında Suriye’de yönetimin değişeceği izlenimi vermiş, Türk yetkililer de kısa süre sonra Şam’daki Emevi Camii’nde Cuma namazı kılma hayalleri kurmuşken birden ABD Suriye’den, petrol bölgeleri ve Fırat’ın doğusu hariç, elini çekmiş ve tarafları bu belirsizlik içerisinde birbirleriyle baş başa bırakmıştır. Bu istikrarsızlığın da kimin işine yaradığı gayet açık değil midir? Trump Golan Tepeleriyle ilgili açıklamasını yaptığında Suriye’nin egemenliğine doğrudan müdahale etmiştir ancak ortada bir egemen olmadığı gibi uluslararası kamuoyu da bu konuda sessiz kalmayı tercih etmiştir. Irak ve Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin hamiliğinde bir Kürt devleti kurulmaya çalışılmaktadır. Bunun için yıllarca Türkiye’ye karşı kullanılan PKK Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında, her türlü ağır silah, mühimmat ve teçhizat da dahil olmak üzere ABD tarafından donatılmakta, bölgede Amerikalı komutanlar SDG’lilere her türlü askeri ve idari eğitimi vermektedir. Kurulması için çalışılan bu Kürt devleti bölgedeki tüm diğer ülkeler tarafından dışlanacak ve ancak İsrail tarafından desteklenecek, varlığını ve bekasını İsrail’e bağlı göreceğinden onların siyasetine uygun davranmayı baştan kabullenecektir. BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan ise İran tehdidiyle terbiye edilmekte ve ABD-İsrail çıkarlarının gerçekleşmesi için oldukça uzun süredir çalışmaktadırlar. Kendi krallıklarını ve koltuklarını elde tutmak için ne gerekiyorsa yapmaya zaten hazırdılar. Sudan’da 30 yıllık İslami yönetim tecrübesi yapılan bir askeri darbeyle son bulmuş oldu. İsrail pasaportlarını kabul etmeyen Sudan’ın önümüzdeki günlerde İsrail’i tanıması ve ilişkilerini normalleştirmesi beklenen gelişmeler arasındadır. Bu liste böyle uzayıp gitmektedir. Sadece Ortadoğu’da değil Güney Amerika’da dahi İsrail’i tanımayan ülkelerin başı dertten kurtulmamaktadır. Ocak 2009’da İsrail’le bağlarını koparan Bolivya’nın o günkü lideri Morales 2019 seçimleri sonrası ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve son olarak Küba’ya sığınmıştır. Bu durumun temel sebebi, ABD merkezli Batının bölgede egemenliğini sürdürmesi, kendi parçası olarak gördüğü İsrail’in hem güçlenmesi hem de bölgenin zengin kaynaklarının batıya transferinde önemli bir istasyon görevi görme beklentisidir. Halkları tarafından olmasa da bölgenin tüm Arap ülkeleri tarafından kabul görmüş, Filistin sorununu da bir şekilde ‘çözmüş’ bir İsrail devleti arzulanmaktadır. Nihayetinde İslam’ın en güçlü olduğu coğrafya, Batının hakimiyeti altına alınmış olacaktır. Bu vasatta, yapılan ve yapılması planlanan ‘normalleşme anlaşmaları’nın kimin için normal olduğu asıl tartışma meselesidir. Biz Müslümanlar açısından normal ya da anormal olanı belirlemenin ölçütü nedir? Müslüman olan, yani teslim olduğunu söyleyen için Allah ve O’nun vahyidir. Hayatı ve her işimizi vahyin ışığında anlamaya çalışmalı ve bizden olanlarla ve olmayanlarla ilişkilerimizi de buna göre düzenlemeliyiz. Bir başka deyişle normal ve anormal olanı belirlememizin ölçütü de yine Kur’an’dır.
Tam da bu noktada ‘normalleşme’ diye ortaya konulan ve dünya Müslümanlarının en önemli meselelerinden biri konumunda bulunan Filistin konusunda zalim, haksız ve işgalci İsrail Devleti’nin yaptığı ve yapmayı planladığı tüm yanlışları görmezden gelip bunları ‘normal’ kabul etmemiz beklenmektedir. Onlar Müslümanları katlederken, evlerinden ve yurtlarından zorla çıkarırken, bölgedeki tüm kötülüklerin finansmanını sağlarken, hasılı her türlü zorbalık ve zalimliği uygularken aslında bunları ne kadar da ‘normal’ olduğunu kabul etmemizi beklemektedirler. Sizce de bu durumda bir anormallik yok mu? Evinize giren hırsıza buyur bunu da götür, bu da çok para eder demek ne kadar normalse, İsrail’in Müslümanlar tarafından bir devlet olarak kabulü ve ilişki kurulması da o kadar normaldir diye düşünüyoruz. Ne acıdır ki, ne Müslümanların ilk kıblesini barındıran Kudüs meselesi, ne Kabe’nin Suudi hanedanı elindeki hali, ne Arakan, ne Afganistan ne de İslam’a yapılan hakaretler, onları birbirine yakınlaştıramamakta, işbirliğine sevk edememektedir. İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Birliği adı altında kurulan uydurma yapılar, kınama yayınlamanın ötesine geçememekte, hatta BAE gibi ülkelerin ağırlığını koyması ile kınama yayınlaması bile engellenebilmektedir! Tarafını Batı olarak belirlemiş Türkiye’nin ‘İsrail meselesi’nde ilk tanıyan ülke olarak Batının yanında yer alıyor olması, Mavi Marmara olayının ardından, diplomatik ilişkilerin 2.katip seviyesine düşürülmesi dışında herhangi bir ilişkinin kesilmemiş olması dikkate değer bir başka noktadır. Mavi Marmara olayında Uluslararası Ceza Mahkemesinin 16 Eylül 2020 tarihinde bir kez daha açıkladığı ‘İsrail yargılanmayacak’ kararı karşısında tek bir ülkeden ya da tek bir teşkilattan dahi ses çıkmamıştır. Asıl anormallik Müslümanım deyip de İslam’dan başka her kaynaktan beslenen, hayatını Allah’ın emir ve nehiylerine göre kurgulamaya çalışmak yerine O’nun düşmanlarının ilke ve ideolojilerine teslim olmak değil midir? Bu zillet halinden kurtulmanın yegane yolu Müslüman halkların yeniden Allah’ın ipine sarılmaktan ve bir olmaktan başka çarelerinin olmadığını anlamasından geçmektedir. Umulur ki Rabbimiz rahmetiyle bizleri yeniden birbirimize kardeş yapar, yolumuzu aydınlatır.
HZ. MUHAMMED’İN ALDIĞI İTİBAR SİYONİSTE İADE EDİLSİN!
24 Eylül günü, kaynağı tam olarak belirtilmeyen bir haber basında yer aldı. Takip edebildiğimiz kadarıyla haber hemen hiçbir tepki doğurmadı. Bu, Birleşik Arap Emirliklerinden gelen bir yabani sesin haberiydi. Haberin özeti şuydu: BAE’nden, halkının şerefini İsrail uğrunda beş paralık eden veliahd Prens Muhammed b. Zayed’e yakınlığına
dikkat çekilen ve aktivist olduğu belirlenen Mazraui adındaki bir kişi İsrail’in Maariv gazetesine verdiği beyanatta, tarihte eşine rastlanılması pek mümkün olmayan bir talepte bulunmuş. Sözü edilen aktivist özetle, (sanki bugüne kadar anormallermiş gibi) normalleştikleri İsrail’e tam bir ‘besleme’ sadakatiyle hizmet sunarak, Suudi Arabistan’ın, Hz. Muhammed zamanında sürgün edilen Hayberli Yahudilerden dolayı bugünkü İsrail’e tazminat ödemesi gerektiğini ileri sürmüş. Rasulullah Muhammed (sav) Hudeybiye anlaşmasından birkaç hafta sonra Hayber’e sefer düzenlemişti. Bu fetih Arabistan bünyesinde bir tümör işlevi gören ve gelecekte çok büyük fitne hareketleri için önemli bir potansiyel üs demek olan bir mihrakı dağıtmak bakımından, tarifler ötesi bir öneme sahipti. Hayber’in fethi aynı zamanda, Medine’de yarım kalmış bulunan Benî Nâdir Yahudileri hesabının Hayber’de iyice görülmesi anlamına geliyordu ve hem o gün, hem bugün bir Peygamberden beklenmeyen(!) bir siyasi-askeri müdahale olması bakımından her türlü takdirin üzerinde bir faaliyetti. Hayber Yahudileri Benî Kaynuka ve başka bazı Yahudi kabileleriyle de temas halindeydiler. Hendek savaşının perde arkasındaki asıl muharrik gücü de Nadir Yahudileriydi. Rasulullah (sav) Hayber’in bir fitne-nifak üssü haline geldiğinin farkındaydı ve orayı tarumar etmek için ilk iş olarak Kureyş müşrikleriyle bir barış anlaşması yaparak, oradan gelecek tehlikeden emin olmak istemişti. Bu isteği tarihe Hudeybiye anlaşması olarak geçmiştir. Rasulullah Hayber’i 628 yılı Mayıs-Haziran aylarında fethetti. Allah Rasulü Yahudi düşmanı değildi, Hayber Yahudilerine soykırım da uygulamadı, hatta etkin bir lider olan Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye(Zeynep)’le de evlenerek bu mesajı herkese verdi. O sadece Hayber’in bir nifak merkezi olmasına sessiz kalamayacağını göstermek istemişti. Rasulullah Medine’de mukim üç büyük Yahudi kabilesinin ve bunların da bir kısmının toplandığı, bir kuyruğuna basmıştı. Ses ise aradan 1392 sene geçtikten sonra, BAE’nin, adı Muhammed olan kiralık Prense yakınlığıyla tanıtılan bir aktivistten geldi. Meğer Rasulullah Muhammed (sav)’in Hayber fethi BAE’li aktivistin kanına dokunmuş da, yıllar yılı içinde bir kin ve düşmanlık birikimine sebebiyet vermiş. Oysa, ne zamanın Hayber Yahudileri ne de bugünün İsrail terör devleti böyle bir talepte bulunamamışlardı. Mazraui adındaki aktivist Yahudi kökenli olabilir mi? Olması muhtemeldir fakat BAE’li bir Arap olması daha da muhtemeldir. Çünkü her ‘şey’in bir fiyatı vardır ve ilgili aktivist şey de, beslendiği Siyonist kanallara olan borcunu ödemek istemiştir. Aslında siz bakmayın 1392 sene sonra bir Arap aktivistin Hayber tazminatı istemesine; esasında batıdan doğuya, kuzeyden güneye bu ve benzeri çıkışları yapacak tıynette kişi sanıldığından da fazladır. Bu olay, yedi yüz sene önce İmam İbni Teymiyye’nin verdiği, Moğollar’a karşı cihadın farz olduğu fetvasını 2010 yılında, Artuklu üniversitesinin ev sahipliğinde yapılan bir toplantıyla kaldırma girişimini hatırlattı. Şimdi misyonu BAE’nin bir tetikçisi üstlenmiş, hem de en çarpıcı yerden vurmuştur(!) Artık bu hıyanetin devamının gelmesi beklenir. Bedir’in tazminatı, Mekke’nin fethinin tazminatı v.d. Ayrıca Selahaddin Eyyubi bir süreliğine Haçlı sürülerini Kudüs’ten uzak tuttuğu için gıyaben yargılanabilir. Bizans’ın dev gibi ordusunu perişan ettiği için Sultan Alparslan tazminata mahkum edilebilir. Aslında bu işi daha kökten başlatmak icap edebilir. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut ve İsa (as) gibi nebilerden başlayarak hiçbir müşrik, kafir ve zalimin hakkını(!) bu nebilerde bırakmamak üzere maddi-manevi tazminat davaları başlatmak, satılık adamların, önlerindeki çanaklara bırakacakları küçük bir erdemlilik beratı olacak, efendilerinin gözüne gireceklerdir. Mesela Lut kavmine itibar isteği çok daha etkili olur. Üstelik Lut kavminin varislerini (LGBTİ+) tespitte zorluk da çekilmez. İbrahim (a.s)’ın kırdığı putların maddi ve manevi tazminatı istenmelidir. Fakat sıra Musa (as)’a gelince işler biraz çatallaşmaktadır. Musa (as)’ın Firavun’a çıkarttığı zorlukların(!) diyeti, o günkü Kıptilerin bugünkü yasal varisi olarak Sisi’ye ödenebilir ancak bu diyetin faturası kime kesilecektir? Yoksa faturanın adresi Siyonist İsrail devleti olabilir mi? Medine münafıklarının reisinin adı Abdullah’tı: Abdullah b. Übey b. Selûl. Medineli bir Arap. Ama görünüşte inandığı İslam’ın, nebîliğini tasdik ettiğini söylediği Muhammed’in (sav) değil, İslam’a tuzaklar kuran, Allah Rasulünü öldürme planları yapan Yahudilerin avukatlığını yapıyordu. Mazraui adındaki aktivist, kendisi gibi besleme Suudi ailesini Yahudilere tazminat için göreve çağırıyorsa, bir bildiği vardır demek ki. Muhammed (as)’ın kuyruğuna bastığı Yahudilerin sesleri bir süredir Suudi Arabistan’dan gelmektedir. ABD ile birlikte dünyayı yönettikleri için Allah’a hamd eden Kabe imamı Sudeysi yakınlarda İsrail’le işbirliği yapmanın faziletlerine dair Cuma hutbesi okumadı mı? BAE, Ortadoğu’da İngiliz sömürgesinin geride bıraktığı yumurtalardan bugünler için kotarıldı ve büyütüldü. Bugün bu korsan ülkecikler beslendikleri kaynağa şükranlarını sunmak için, İslam’ın son elçisi Muhammed (a.s)’ın siyasetinden utanç duyduklarını gizlememektedirler. Dünyanın başının belası Siyonistlere diyetlerini ödemek için Yahudilere iade-i itibar istemektedirler. Aslında tüm dünya İslam’ın, Kur’an’ın Rasulullah Muhammed’in (sav) hasmıdır. Dünya en temelde Allah’a düşmandır. Bu kumpanyada her ırktan her inançtan insan bulmak mümkündür. Bu gibi olayların, Müslümanlar olarak öfkemizi kabartmanın ötesinde, bizlere sunduğu büyük ibretlerden gereken payımızı almalıyız. Dostumuzu düşmanımızı iyi öğrenmeliyiz. Allah’ın Yahudi, Hristiyan, kafir ve münafıklarla aramızda velayet bağı tanımamasını güzel kavramalıyız. Eğer müminler olarak bizler birbirimizin velisi olmazsak yeryüzünde fitnenin önü alınamayacaktır. Son olarak şunu belirtmek isteriz: Bugün İsrail’le ‘normalleşme’ kuyruğuna girmiş bulunan, Kur’an’ın “elbise giydirilmiş kütük” diye tavsif ettiği kimselerden olduklarından kuşku duymadığımız yöneticilerden dolayı telaşa kapılmamıza gerek yoktur. Çünkü adı üstünde: kuklanın ipi kuklacının elinde bulunur ve o iple kuklayı dilediği gibi sevk ve idare eder. Önemli olan, kuklacının oyununu bozabilmektir. Bizler yeni Hayber fetihleri, yeni Mekke fetihleri yapabilecek bir İslam ümmetinin neşvü nema bulması için bütün gücümüzle cehdetmeliyiz. Unutmamak gerekir ki Yahudiler ve diğer İslam düşmanları Muhammed (as) zamanında da en az şimdikiler kadar güçlüydüler ama nebevî İslamî hareket karşısında bir ‘hiç’tiler.
İKTİBAS DERGİSİ EKİM 2020