Tarihi süreçlerde ortaya çıkan siyasi, askeri, sosyal, iktisadi buhranlar ferdi içtimai ve devlet olarak insanları çözüm arayışlarına mecbur bırakmıştır. Zamanın sıkışmışlığı, meselenin ehemmiyetli ve acil oluşu bu çözüm arayışlarında varılan kanaatlerin, aynı zamanda başka buhranları da beraberinde getirdiği gözlemlenen başka bir sorundur. Elbette sağlıklı zihinle yapılan çözümlemelerle, aceleci ruh halinin girişiminin meyveleri farklılık gösterecektir. Bu sebeplerden dolayı çözüm arayışlarının başka sorunları da ortaya çıkarmaması için, mutlak manada sahip olduğu sabit değerlere ve bu sabit değerlerin usulüne riayet kaçınılmazdır.
Müslümanlık tarihinde 19. ve 20. yüzyıllar, Müslümanlar açısından bünyesinde barındırdığı kaos ve sıkıntılardan dolayı en uzun yüzyıllar olarak değerlendirilebilir. Müslüman dünyanın Batı karşısındaki her yönlü yenilgisi, yenilginin akabinde ezilmenin verdiği buhran, bahsettiğimiz tarihlerdeki Müslümanları yaşadıkları sıkıntılar içinde acil çözüm arayışlarına itmiştir. Müslüman mütefekkirler içinde bulundukları bu buhran atmosferinden kurtulmak için teorik alanda çeşitli görüşler ileri sürmüş, ileri sürülen görüşlerini kurtuluş düşüncesi olarak ele almış, değerlendirmiştir.
Dönem itibarıyla Müslümanların öncelikli olarak cevap aradıkları husus, “neden geri kaldık, neden böyle yenildik?” soruları olmuştur. Bu soruların cevapları iki temel görüşte ifade edilmiş, bunlara binaen iki kurtuluş düşüncesi tartışılmıştır. Bu iki görüşten birisi; İslam Dünyası fen ve bilime, sanayiye, gereği gibi özen göstermemiş, terakki-ilerleme sağlayamamış, bu sebepten Avrupa’nın gerisinde kalındığından, Batı karşısında yenilgiler yaşanmıştır.
Diğer görüş ise, Müslüman ahali zaman içerisinde gevşemiş, iman ve ameli olarak dine ve dinin emirlerine gereği gibi riayet etmemiş bu yenilgiler yaşanmış, geri kalınmıştır. Tespitler böyle olunca, çözüm önerilerinin de bu iki görüş etrafında şekillendiği görülmektedir. Yani ilk görüşe göre kurtuluş fen ve teknolojide ilerleme sağlayan Batıyı taklit etmektedir. Diğerine göre ise İslam’ın özüne kaynaklara geri dönmektedir.
Bu merkezden meseleyi ele alacak olursak, Müslüman dünyanın kurtuluş düşüncesine dair en fazla kafa yorduğu dönemin, Osmanlı modernleşmesiyle başlamış olduğu görülmektedir. Tanzimat sonrası ortaya çıkan baskın düşünce Avrupa gibi olmak, Avrupa medeniyetini taklit etmek üzere yoğunlaşmıştır. Yaşanan askeri, siyasi, iktisadi buhranın, Avrupa’yı taklit etmekle aşılabileceği, fen-teknik-bilim olarak Avrupa ne varsa alınmasının mecburiyetine vurgu yapılmıştır. İlk döneme ait bu kurtuluş düşüncesi içerisinde, bilimsel yaklaşımlarda etkisini göstermiş, dinin ve geleneğin karşı durduğu birçok mesele, yeni yorumlarla aşılmaya çalışılmıştır.
Tanzimat, I. Meşrutiyet ve daha sonrası II. Meşrutiyetin ilanına kadar baskın kurtuluş düşüncesinin bu merkezde olduğu söylenebilir. I. Meşrutiyetin sona ermesiyle birlikte 1878-1908 arası, Abdülhamid’in baskıcı siyaseti, yurt içinde düşüncelerin kendisini ifade etmeye imkân bulamadığı görülmektedir. Fakat yurtdışında faaliyet gösteren muhalif cephe, Avrupa devletlerinin de desteğiyle muhalefetine ara vermemiştir. Avrupa’da faaliyet gösteren bu muhalif cephe, Avrupa yaşantısına yakinen de şahitlik ettiğinden dolayı, Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik ilerlemesinden ziyade, kültüründen etkilenmiş, içtimai alandaki değişimlere dair düşünceler daha baskın gelmiştir.
II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte geçilen parlamenter düzende, mecliste parlamenter olarak yer alan birçok ulema-ilmiye sınıfı Müslüman mütefekkir, hiç tanımadıkları bir idari sistemle karşılaşınca, dine ve kaynaklara dönüşle kurtuluşun sağlanabileceği düşüncesini daha yüksek sesle dile getirmeye başlamıştır. Bunun sebebi ise yeni düzenin getirdiği siyasi ve içtimai yapının, Avrupa’yı fende bilimde taklit etmekten öte, kültürel olarak sağladığı yozlaşmaya dönük ahlaki ve kültürel değişimin çok baskın olarak gün yüzüne çıkmasıdır. Çok uluslu ve çok milletli bir devlet olan Osmanlının, teşri-yasama makamı olan parlamenter sistemin parlamentosunda gayrimüslimlerinde temsil edilmesi büyük sıkıntı çıkarmıştır. Avrupa’yı fen ve bilimde, sanayide taklit etmenin zaruretini zikredenlerin göremedikleri husus, Avrupa’dan gelen her şeyin ahlakı ve kültürüyle birlikte gelmesidir.
Kurtuluşun Avrupalı olmakla mümkün olacağı üzerine ileri sürülen düşüncenin temelde dayandığı noktanın bilimde, fende, teknolojide İslam dünyasından çok ileri seviyede olanın, bu alanlardaki ilerlemesinin teknik boyutlarından istifade ederek, buhrandan kurtulmaya çalışmaktı. Avrupa’yı taklit düşüncesini savunanların durmadan dile getirdikleri başka bir şeyde, Avrupa’nın mekanik medeniyetini sürekli olarak metih etmeleri, bilim ve sanayideki ilerlemelerinden hayranlıkla bahsetmeleridir. Bu düşünceyi merkeze alarak fen ve bilim alanında taklidi savunanlar, aynı zamanda siyasi yönden de bir değişimi talep etmiştir. İslam Siyaset geleneğinin dışına çıkarak, vatandaşlık kavramı üzerinden parlamenter sistemi savunmuştur. Savunulan parlamenter sistem bir bakıma günümüz temsili demokrasi örneği olarak da ifade edilebilir.
Dine yeniden sarılıp kaynaklara dönmekle buhrandan çıkılabileceğini ileri süren kurtuluş düşüncesi temsilcileri de, genel olarak geçmiş dönemde Müslüman toplumların nasıl terakki sağladığını, İslam’ın ilerlemeye mani olmadığını, ilerlemek için esastan dine yeniden sarılmanın gerekliliğini sürekli dile getirmiştir. Bunun yanında Avrupa’daki bilimsel gelişmelerin esas temelini İslam mütefekkirlerinin attığını, bilimsel ve fenni gelişmelerin, sanayi ve teknolojinin aslında İslam dünyasından Batıya gittiğini belirterek, geçmişe öykünme, mukaddesatçılık yapmaktan da geri durmamıştır. Bu düşünce sahiplerinin ise bu tezlerinde iki tezat yaşadığı görülmektedir. Bunlardan biri kendi usul geleneği dışında dine ve kavramlara yeni yorumlarla çözüm önerileri olmuş, bir kısmı da geleneğe olduğu gibi sahip çıkarak tıkanmışlık yaşamıştır.
Her iki düşünce de, zamanın sıkışmışlığı ve buhranın baskınlığı karşısında acil çözüm üretmek telaşıyla ele alınıp gündeme geldiğinden, sağlıklı zihnin ürünü olmaktan uzak olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Zira iki kurtuluş düşüncesi de kendi içinde, sahiplerinin farkına varamadığı ya da bizim öyle gördüğümüz sıkıntıları bünyesinde barındırmaktadır.
Batıyı taklit üzerine inşa edilen kurtuluş düşüncesinin sahiplerinin, Abdullah Cevdet ve Ahmet Rıza gibi birkaç kişiyi dışarda bırakarak ele alacak olursa, ‘Avrupa’yı fen ve teknolojik olarak taklit edelim, fakat ahlakından ve kültüründen uzak duralım’ söyleminde karar kıldığı görülmektedir. Bir bakıma “hem Müslüman kalalım hem de Avrupalı olalım” gibi imkânsız bir ideale bu kişilerin sahiplendiği anlaşılmaktadır.
Kurtuluş düşüncesini Avrupa’yı taklit idealinde arayan fikir sahipleri, kısa zamanda iktidarı ele geçiren Avrupa’nın kör hayranları vesilesiyle, bilim ve teknolojiyi bir üretici olarak taklitte başarılı olamadılar fakat Avrupa’dan gelen her şeyin kullanışlı birer tüketicisi oldular. Bu felsefe üzerine yeniden kurulan toplum, ahlaken, edeben, ilmen, ferdi ve toplumsal anlamda, düşünemeyen, akletmeyen, sorgulamayan atomize olmuş kalabalıklara dönüştüler. Bu idealin 21. yüzyıl temsilcileri önemli eşikleri de birer birer aşarak, tipik bir Avrupalı toplum ortaya çıkarmayı başardı.
Kaynaklara dönmek isteyenlerinde yaşanan süreçte geldikleri yer bir bakıma kaynakları, asrısaadete göre değil de asrı hazıra göre yorumlamak niyetlerinin olduğu gözlemlenmektedir. Bu kurtuluş düşüncesinin müntesiplerinin en çok dikkat çeken yönlerinde birisi de, İslam düşüncesindeki tarihi birikimin bir devamı olarak yola devam edemedikleridir. Kaynaklara dönmek ve İslam’a sarılmak fikrini savunanlar, bu tezlerinin işe yararlılığını göstermek için kadim kavramların tamamına yakınını yeniden ele alarak, asrın icap ettirdiği şekilde yeniden yorumlamıştır.
Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız fikri buhranın, yakın tarihteki izlerini taşıdığını söylemek sanırım mübalağa olmayacaktır. Özellikle 21. yüzyıl başlarında ortaya çıkan gerek siyasi gerekse felsefi tartışmaların istinat ettiği zemin bu iki kurtuluş düşüncesinin postmodern tarzındaki yeni yansımaları olarak görülebilir. Son dönem Müslüman mütefekkirlerin, yakın tarihte yaşanmış olan bu iki düşüncenin dışında yeni bir şey üretemedikleri, şimdi savundukları düşüncelerin, daha öncekilerin restorasyon yapılmış hali olduğu anlaşılmaktadır.
İktibas / Yakup Döğer
NEFS VE EVLERİMİZDEKİ CİHADI GERÇEKLEŞTİRMEDEN,
ADİL OLAN VE EMANETİ EHLİNE VEREN ALLAH,
ÜMMET OLMAYI VE HİLAFETİ NASİP ETMEZ.