Siiyasi arenada farklı ideolojik ve pratik yaklaşımları olan herkesin, birbirinden çok farklı meşruiyet tanımları olması mümkündür.
Ancak sanırım şu tek noktada, insanların tamamına yakını buluşabilir. Meşruiyetin ister dini, ister toplumsal, ister ideolojik herhangi bir kaynağı, bir temeli olması icap eder.
Söz gelimi bir iktidar, İslami hükümleri uyguladığı için meşru olduğunu savunabilir. Bir başkası halkın oylarıyla seçildiğini, bir diğeri sosyal adaleti sağlayacak bir ideolojiyle toplumu idare ettiğini belirterek meşruiyetini temellendirebilir. Bunların hepsi, fikri olarak tezlerine katılsak da katılmasak da, belli bir siyasi meşruiyet iddiasıdır.
Kukla rejimler
Bilindiği gibi, 17’nci yüzyıl sonlarında Müslüman topraklarına yönelik başlayan işgal hamlesi, emperyal güçlerin hegemonya mücadelesi sonucu patlak veren Birinci Dünya Savaşı sonrasında büyük ölçüde tamamlandı.
Bu doğrultuda, Anadolu’dan Türkistan’a, Mağrip’ten Endonezya’ya, Afrika Boynuzu’ndan Kafkaslar’a tüm İslam alemi işgal edildi.
Bu işgallerin ardından İslam dünyasında kukla yönetimler kuruldu.
Söz konusu yönetimlerin hiçbir meşruiyet dayanağı yoktu. Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus ve Çinli işgalciler tarafından bölge halklarına empoze edilen rejimlerdi bunlar. Bir kısmı sözde bir bağımsızlık sonrasında ortaya çıkmıştı, bir kısmı ise mandacılık süreçleri sonrasında.
Bu meşruiyet noksanlığını aşmak için, çoğu islam karşıtı diktatörler olan kukla yöneticiler iki ana yöntem izledi. Bunların ilki kendilerine bağlı din ve fikir adamlarını kullanarak propaganda yapmaktı. İkincisi ise dış güçler ve çevre ülkelerle çıkar ilişkileri kurmaktı. Böylece, hiçbir meşruiyet zeminine dayanmıyor da olsalar, hayatta kalabileceklerdi.
Gerçekten de bu rejimler, özellikle Arap ve Türk aleminde bugüne dek hayatta kalmaya devam etti.
Açıkça söylemek gerekirse, İslam ülkelerinde kurulan kukla yönetimlerin umrunda olan son şey, halklarının refahı, maddi ve manevi kalkınması.
Bu rejimleri teşkil eden birkaç bin kişilik çevreler, yüksek kademeli devlet memurları, generaller ve diğerleri, tüm ülkenin imkanlarını tüketiyor. Esasen, kendilerini o noktalara yerleştiren güçler adına, halkların bir egemenlik talebiyle ortaya çıkma ihtimaline karşı bir bekçi olarak söz konusu koltuklarda bulunuyorlar. Bunun karşılığını da, dünyevi bir lüks ve refah elde ederek alıyorlar. Mısır, Suriye, Tacikistan, Türkmenistan, Suudi Arabistan, Kazakistan, Mali… Listeyi uzatmak mümkün.
Bu kukla yönetimler hayatta kalabilmek için, uluslararası meşruiyet elde etmeye mecburlar. ABD gibi, Rusya gibi, Çin gibi devletlerle ilişkiler kuruyorlar. Ayrıca soydaş ülkeleri veya bölge ülkeleriyle de ittifaklara giderek, kendilerine doğal yollardan hiç sahip olamayacakları bir meşruiyet kaynağı elde ediyorlar.
Fitne ve kıyam açmazında
Kendisinden razı olunan, halkı için çalışan, insanlarının maddi ve manevi kalkınmasını sağlayacak bir idareci, dünyanın bütün halklarının hakkıdır. Bu sebeple, İslam ülkelerindeki diktatörlere karşı da halkın, gerçek ve kendilerini düşünen bir idareci istemeleri çok tabii bir haktır.
Bilhassa, zengin doğal kaynaklarına rağmen, kendilerini sömüren idareciler sebebiyle yoksulluğa, açlığa mahkum olan halkların… Öyle ki kendi ülkeleri normalde ciddi bir refah sağlama imkanına sahipken, bu insanlar yüklü rüşvetler ödeyerek Avrupa’ya gitmeye çalışmaktadır.
Elbette ortaya şöyle bir denklem çıkmaktadır. Hiçbir siyasi organizasyonu ve gücü olmayan halk kitlelerinin hak talebine karşı, uluslararası desteğe ve silahlı kolluk kuvvetlerine sahip rejimler. Bu rejimler maddi güçlerini yitirmemek için, en ufak bir hak talebine dahi işkence, katliam, ağır hapis, idam gibi yöntemlerle karşılık vermektedir. Hal böyleyken, bu halkların temel insani hak talepleri nasıl karşılanacaktır?
Şahsen, hak elde etme hususunda kanaatlerinden en çok istifade edilebilecek kişilerden birinin merhum Hacı Malik el Şahbaz (Malcolm X) olduğunu düşünüyorum. Kendisi şöyle söylüyordu:
“Hayatımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur.”
Birçok Müslümanın bu konuda kaygıları olduğu malum. Gerçekten de hakları için kıyam eden Müslüman halkların çeşitli sıkıntılar çektiği ortada. Bu sebeple halkların bu taleplerine karşı soru işaretleri ortaya çıkıyor. Bu aslında gerçekten normal ve insani bir yaklaşım. Ancak burada bazı noktalara değinmek gerekiyor:
– Kukla idarecilerin yaptıklarını gündem etmemek ve halkların hak taleplerine ‘fitne’ diyerek yaklaşmak, bu idarecilere çok büyük bir meşruiyet sağlıyor
– Esasen halk kıyamlarının sonunda yaşananlar, kıyamın tabiatı ile alakalı olsa da, dünya Müslümanlarının da kıyam eden mazlum halkları yalnız bırakması ile daha çok alakalı.
– Tabiatları gereği halk kıyamları çok uzun soluklu neticeler getirebiliyor. Yakın bir örnek olması bakımından, Afgan halkı, taleplerine yaklaşık 50 senelik kıyamları ve ödedikleri ağır bedel sonunda kısmen ulaşabildi.
Hal böyleyken, Müslümanların gündem ve planlarının, kukla idarecilere karşı cereyan ediyor olması gerekir. Onlara karşı duran halklara karşı değil. Bu kukla idarecilere meşruiyet pompalayacak davranışlardan da kaçınmak gerekir. Afrika’dan Arabistan’a, Kafkasya’dan Türkistan’a ve Okyanusya’ya, Müslümanların muhatabı Müslüman halklardır. Hiçbir meşruiyet zemini olmayan kukla idareciler değil.
İslam aleminin siyasi açıdan daha şuurlu ve planlı hareket ettiği günleri görmemiz temennisiyle.
Mahmut Cemil İnce/Mepa News