Necip milletimizin “okumayan” bir millet olduğunu sık duyarız. Hattâ bunu bir “millî” felâket gibi görenlerin sayısı azımsanmayacak kadardır. Ama bâzı istatistikler hayli düşündürücü. Meselâ dünyâda okuma alışkanlığında 86.sırada olduğumuz tespit edilmiş. Fransa ve İngiltere yüzde 21 ile başı çekiyor. Japonya yüzde 14 ile onu izliyor. Türkiye’de bu oran binde 1 civârında. Lâkin Türk yayıncılığı, dünyâ pazarında 12. sıraya yükselmiş. Son rakamları bulamadım. Ama 2015’de Türkiye’de 544 milyon kitap basılmış. Bugün muhtemelen 2015’deki rakam aşılmış; belki Türkiye’yi bir iki basamak daha yukarı çekmiştir.
Bu farkı nasıl açıklayacağız? Basılan kitaplar yayınevlerinin elinde kalıp onları iflâs ettirmediğine göre, demek ki kamusal veyâ özel alımlar bir hayli doyurucu seyrediyor. Görsel kültür araçlarının ağır baskısı altında kalsa da kitabı yaşatan olgu, kitabın her manâda ucuzlaşması. Bunu sâdece ekonomik mâliyetler olarak görmemek gerekiyor. Kitapların “nitelikleri” de ucuzluyor. Kitap piyasası, ağırlıklı olarak ucuz aşk edebiyatı, kişisel gelişim teknikleri anlatan kitaplar, gezi ve mutfak kitaplarıyla yüklü. Yâni Spinoza’nın Ethica’sı veyâ Gazali’nin İhyayı Ulûm’üddin’i best seller olmuyor. Bununla berâber felsefe, ilâhiyat, sosyoloji, edebiyat, güzel sanatlar alanlarındaki “nitelikli” kitaplarda da, diğerleri kadar olmasa da bir bolluk yaşanıyor. 1970’ler öncesi ile kıyaslandığında şaşırtıcı bir bolluk bu.
Bu “ucuzlama” işini, kitapların misyonlarından sapma olarak görüp kızanlar var. Misyonerlik her zaman böyle bir risk taşır. Misyonlara odaklanırlar ki; dünyâyı kavramakta dara düşerler. Evvelâ bir şeyi anlamak gerekiyor. Kitap , modern dünyâda, kadim yerinde durmuyor, bambaşka bir konuma evriliyor. Kitap, kullanım değerinden saparak değişim değerine evrilerek metâlaşıyor. Kadim dünyâda kitap nedret kanununa tâbiydi. Bir kitabın hazır hâle gelmesi, çileli ve uzun bir süreçti. Bu çileli ve uzun süreç estetize edilerek; meselâ hat, ebru, tezhip ve cilt gibi sanatlarla bezenerek daha da uzatılırdı. Mâliyetler de buna göre artardı. Kitap sâhibi olmak ayrıcalıklı, prestijli bir işti. Yâni kitabın târihi ile seçkinlerin târihi çakışıyordu. Çok satsın diye bir dert olmadığından kitaplaştırılan fikirler ve edebiyatlar da, vasatlardan ayrışıyor, seçkinliğe hizmet ediyordu.
Matbaa devrimi bunu değiştirdi. Kitabı, evvelâ ekonomik olarak ucuzlaştırdı. Çok daha fazla alıcıya ulaşabilir hâle getirdi. Buna “kapitalist yayıncılık“ diyoruz. Kapitalizm bizzat ve bizatihî olarak vasatları kollayan bir bakışa sâhiptir. Çokluk vasatlardadır. Yayıncılığın kârlı bir iş hâline gelmesi için kitabı sâhip olduğu niteliklerinden arındırması ve niceliklere açması gerekiyordu. Bu hemen olmadı. Kitap uzun bir süre orta sınıfların tekelinde kaldı. Yâni, aristokratik tekellerden kurtuldu kurtulmasına; ama bu defâda orta sınıf tekellere yakalandı. Orta sınıflar bu târihsel avantajı, sınıfsal bir varlık sebebi olarak gördü ve sıkı sıkya sâhiplendi.. Orta sınıfın kültürel ontolojisi “okur yazar adam” (homme de lettres) olmaktı. Buna bir de misyon biçtiler: Aydınlanma..Bu iki türlü yorumlanıyordu. İlki, avangardların yaptığı gibi aydınlanmayı “kişiselleştirmek “ve ondan bir ayrıcalık elde etmekti. Diğeri ise, aydınlanmayı toplumsallaştırıyor ve kendisine “aydınlanarak aydınlatmak” misyonunu seçiyordu.. Kitaplar, dünyâyı aydınlatacak, vasat kitleleri bilinçlendirecek ve târihi selâmete kavuşturacaktı. Bunda ne kadar samimîydiler bilemiyorum. Ama en azından edâları buydu.
Hâlbuki kapitalist sâikler bunlarla ilgilenmiyordu. O, okur yazarlığı savunuyor; ama sâdece işbölümünü güçlendiren profesyonelleşme seviyesinde heyecanla karşılıyordu. Arzuladığı toplum, iş güç sâhibi, itaatkâr bir yurttaşlar topluluğuydu. O kadar. Kapitalistler bunun dışında, kitaba mal gibi bakıyorlardı. Kitap, girişimcinin gözünde, onlarla zaman zaman kavga eden siyasetçiler ve bürokratların tersine, bir düşman değil potansiyel bir maldı.
Ekonomik sâiklerin siyâsal sâikleri bastırdığı ve bir “yatışma çağı” olan 20.Asırda, yavaş yavaş kitabın metâlaşma süreci tamamlandı. 21.Asırda ise, karmaşık; ama o derecede etkili pazarlama teknikleriyle buluşarak zirve yaptı. Orta sınıfların, bireysel ve toplumsal misyonlarla yüklü tekeli kırıldı. Kitap, târihinde olmadığı kadar demokratize oldu ve vasatlara ulaştı. Tuhaf olan, bunun görsel ve dijital kültürlerin baskın olduğu bir evrede yaşanmış olmasıdır. En “derin” kitaplar ile en “yüzeysel” olanlar, “sistem karşıtı“ olanlar ile “sistemleri güzelleyenler” aynı vitrinlerde buluştu. “Saf Aklın Eleştirisi” ile “Ferrari’sini Satan Bilge” arasında sâdece iki raf kadar bir mesâfe kaldı. Rayn Ard ile Marx yan yana sergileniyor. Nurullah Ataç ile Vedat Milor aynı vitrinden bakıyor insanlara…
Kızmayın; kitabın ucuzlaşmasına, niteliklerinin bozulduğuna isyan edenlere bakmayın.. Kitap bu dünyâyı aydınlatmıyor; sâdece şenlendiriyor. Olacağı buydu…