O içeri girerken ben, bir tabureye oturmuş misafir bekliyordum. Bu onu ilk görüşümdü. Orta yaşlı, orta boylu, yuvarlak yüzlü, kırmızı yanaklı biriydi. Yüzünde eksilmeyen bir tebessüm vardı. Sakal tıraşı tazeydi, bıyıkları da kısa. Ense kıllarıysa iyice uzamış, hatta çirkinleşmişti. Yaz gününe göre üzerini kalın giyinmişti; gömleğinin üstünde kan kırmızısı renkte bir hırkası vardı. Pantolonu kumaştı; temiz ve ütülüydü. Lakin onun da normalden kısa kesilen paçaları yüzünden tipi bozuktu. Her halinden, zıtlıkların adamı olduğu belli olan bu yabancıya en çok yakışan şey, şüphesiz tebessümdü.
Bulduğu ilk boş tabureye doğru yürüdü. Çay ocağına giren herkesi görecek şekilde tabureyi düzeltip oturdu. Yanakları kızarmıştı; “yaz günü hırka giyersen böyle olur” diye düşündüm. Koltuğunun altına sıkıştırdığı gazeteyi masanın üzerine serdi. Bunu yaparken çok sakin, huzurlu, rahat bir tavrı vardı. Kendinden emin, güçlü ama mütevazi duruyordu. Yüzündeki tebessümü kapıdan içeri giren herkese, yabancılara bile bol bol dağıtıyordu. Gazeteyi okumaktan çok etrafı seyrediyor; gelen gideni takip ediyordu.
Evet, onun adı Mahmut abiymiş. Soyadını öğrenemedim, gerek de yoktu zaten; herkes ona “Mahmut abi” diyordu. Mahmut abiyi tanımayan yokmuş meğerse. Bütün dernekler, vakıflar, hayır işleri, siyasi ve ilmi ortamlar, radyolar, dergiler, sokaklar… Girip çıkmadığı konuşup tanışmadığı kimse yokmuş anlaşılan. Kendini insanlığın en kadim meselelerini okuyup anlamaya, öğrenip anlatmaya adamıştı sanki. Yeryüzünün neresinde zulüm varsa, baskı varsa, açlık varsa, siyasi ya da düşünsel zorbalık varsa hepsini o bilirmiş. Memleketin dertlerini de takip eder; çevreci eylemlere de katılır, darbelere de karşı dururmuş. Yürekli, fedakar ve düşünen bir adammış Mahmut Abi. Ama bunları yaparken aksatmadığı tek şey, kızarık yüzündeki tebessümü imiş.
Bütün bunları arkadaşlarımdan dinledim; benim gözlemlediğim şeyler değiller aslında. Benim gözlemlediğim tek şey; parmaklarının iri ve ellerinin derisinin kalın oluşuydu. Bunu, ikimizin de bulunduğu bir iftar programında fark etmiştim. Huzurunu koruyan bir tavırla; usulca tuza uzanmıştı. Kibarca uzanan parmakların normalden daha kalın olduğunu gördüm. Merakımı yenemeyip çay faslında, laf arasına girip “ne iş yapıyorsunuz Mahmut Abi” diye sordum. Kendinden emin, mutlu, hatta gururla “hademeyim, bir okulda hademeyim, temizlik işlerine bakıyorum” demiştim. Şaşırmak ne kelime, küçük dilimi yutacaktım. Özür dilerim, beni anlamaya çalışın; iş arkadaşı fırça, deterjan ve kurulama bezleri olan birinin, ilim meclislerini, dünyanın zulüm coğrafyalarını, politik ve sosyal meseleleri, akademik bilginin eksiklerini dert edineceğini hiç düşünmemiştim. O mükemmel bir insandı. Ruhu yüce, aklı selim, yüreği sevgi dolu, kendisiyle ve herkesle barışık biriydi. O hafif kambur, boynu bükük mazlum duruşunun ardında kocaman bir dev varmış meğerse.
Aradan uzun yıllar geçti. Yaklaşık on sene. Bir gün acı bir haber ulaştı bana. Mahmut abi akciğer kanseri olmuş, birkaç ay içerisinde de ölmüş. Hastalık çok kısa sürmüş, biraz da ağrılı-acılı olmuş ama o gık bile çıkarmamış. Hiç bir tedaviye olumlu cevap vermemiş. “Resmen ölmek için çabalıyor” demiş doktorlar.
Mahmut abi ölüp gitmiş böylece. Geride gözü yaşlı üç çocuk ve bir eş bırakmış. Cenazesi kalabalık olmuş, sessizce gömmüşler zavallıyı. Her ölüm acıdır elbet; ama Mahmut abiye ayrı bir üzülmüş onu tanıyanlar. Sebebini ise tesadüfen öğrendim.
Tanıdığım bir abiyi ziyarete gitmiştim. Laf arasında “Mahmut abi’nin” ismi geçti. Merak edip sordum;
-Tanır mıydın Mahmut abiyi?
-Tabi tanırım, Mahmut mahallemizin çocuğuydu, yaşı bizden biraz küçüktü ama çok vaktimiz geçti yine de. Onu ayırmazdık yanımızdan. Hem sever hem acırdık haline.
-Neden acırdınız ki?
-Çok sıkıntı çekti, zor günler geçirdi Mahmut. Bir çocuk için çok zorrr.
-Ama yine de yılmamış, asılmış hayatın peşinden. Kendini ne güzel yetiştirmiş, her şeyi okur, her şeyden haberdar, her yanlışın karşısında, her doğrunun yanında… Bir gün çevresindeki arkadaşlarıyla Filistin meselesini konuşurken dinlemiştim. Filistin meselesinin nasıl başladığını nasıl geliştiğini gün gün biliyordu. Muhabbeti hoş, tebessümü bol, güzel bir insandı Mahmut abi.
-Aslında öyle değil.
-Nasıl yani?
-Mahmut’un evine gittin mi sen hiç?
-Yoook, gitmedim hiç.
-Gitsen görürdün!
-Neyi görecektim, ne vardı ki evinde? Çok merak ettim.
-Mahmut’un çocukları ve eşi sefalet içinde yaşadılar. Duvarları kir içinde, rutubetli berbat bir evde yaşarlardı. Yere serdikleri şeylere halı diyemezdin. Kanepelerin kumaşları eskimiş, yırtılmış, yamalık tutmaz olmuştu. Sofraya koydukları şeyler, pazarda satılmayacak durumda olan ne varsa, onlardan oluşurdu; ezik, çürük, kokmuş. Fırından bile bayat ekmekleri alırdı. Bayramda çoluk çocuğa bir şey aldığı duyulmuş bir şey değildi. Evde yüzü gülmez, gaddar ve sessiz olurdu. Çok söyledik ama dinlemedi bizi “şu evi değiştir, eşyaları değiştir, hiç olmazsa iki kilo kireçle badana yapalım” Garibim, hiç değişmedi. Öyle işte…
Ağzım açık dinliyordum. Hatta dayanamayıp sordum; “aynı kişiden mi bahsediyoruz?”
-Maalesef, evet. Mahmut çok iyi biriydi aslında. Yüreğinde zerre kötülük yoktu. Ama babası…
-Babası mı?
-Evet, çok zalim babası vardı. Yurtdışında çalışmaya giderdi, yılda bir aylığına izne gelirdi. Daha geldiği ilk günden Mahmut’u dövmeye başlardı. Bağıra bağıra döverdi; hakaretler ederdi. “senden adam olmaz, sende zerre akıl yok, mankafa, pislik, lanet olası…” Gurbetten gelen herkesin çocuğu yeni kıyafetler giyinirken, yeni oyuncaklarla sokağa çıkarken, bizim Mahmut, morarmış suratı, ezilmiş dudağı, sökülmüş gömleği ile evin köşelerine saklanırdı. Çoğu zaman akıllansın diye aç bırakırdı babası. Varlık içinde yokluk çekerdi Mahmut. Dahası çok utanırdı, mecbur kalmadıkça dışarı çıkmazdı bir ay boyunca. Babası evde yokken zorla dışarı çağırırdık. Mahmut hep horlandı babası tarafından, anası da zavallı bir kadındı, öldü gitti kahrından. Sahipsizdi Mahmut, değersiz… Açlık, yalnızlık ve horlanmışlık Mahmut’u değiştirdi zamanla. Kendini değerli kılacağı bir şey aradı. Ve babası öldükten sonra da bir daha hiç ağlamadı. Kitaplara gazetelere sarıldı. Okudu, okudu. Kendine bilgi yükledi, çevresinden böylece değer görmeye başladı. Bayat ekmekle fırıncının gönlünü kazandı, çürük meyve sebze alıp pazarcıyı sevindirdi. Herkese tebessüm etti, herkesin gönlünü kazandı. Babasında bulamadığı sevgiyi, milletten ücretiyle satın aldı Mahmut. Bir gün sordum Mahmut’a; “yüzünden eksilmeyen bu tebessümün sırrı nedir ki?” diye, “önceden çok ağladım abi” dedi. Herkese tebessüm etti Mahmut, ama kendine ve ailesine acımadı. Evin rutubeti, iş yaparken kullandığı kimyasal temizlik malzemeleri mahvetti onu. Yazın kış gibi giyindi, kışın yaz gibi. Canının kıymetini bilmedi, acımadı kendine. İstediği tek şey, sevilmekti, değer görmek…O ise hiçbir şeyin değerini bilmedi. Bir şey hariç…
Susmuştu. Bakışlarını uzaklara dikmişti. Gözleri titriyordu; yavaşça da ıslanmaya başlamıştı. Merakımdan ve hayretimden nefes bile almıyordum.
-Neydi o?
-Kırmızı bir hırka… Annesinin hayattayken oğlu için elleriyle ördüğü kırmızı hırka…
…