Adım Ahmet, kayboldum. Bilmediğim bir şehirdeyim. Bildiğim bir şehir de yok zaten. Buraya geldiğimizde ben dört yaşımdaymışım. Şimdi 11 yaşımdayım. İki ağabeyim var, onlar hem Arapça biliyor hem Türkçe. Ben hiçbir lisanı bilmiyorum. Anlıyorum. Ama konuşacak olunca sesim çıkmıyor. Ağzımı açarsam etrafı sis sarıyor.
Annem bana uzun uzun anlatıyor. “Bu çocuk ne zaman konuşacak?” diyenlere “Ruhsat çıktığı zaman” diyor. Ruhsat ne demek? Annem benim onu bazen anladığımı bazen anlamadığımı, kelimeleri Arapça, Türkçe hep içime içime gömdüğümü biliyor mu?
Annemin en çok korktuğu benim bu bilmediğim şehirde kaybolmamdı. Korktuğu oldu işte. Öğretmen bizi erken çıkardı. Civan ağabeyim her gün almaya geliyor beni. Öğretmen bizi erken çıkarınca Civan ağabeyim de gelmeyince korktum. Belki de ağabeyim beni almayı unuttu dedim. Şehre yabancı olsam da evimin yolunu bulabilirim. Ağabeyim ile bindiğim minibüsleri biliyordum, onların başında sarı şapkaları vardı. Ağabeyim her minibüse binişimizde tekrar ederdi “Ahmet bak biz sadece sarı şapkalı olanlara biniyoruz.” Minibüsün üstünde sarı bir şey vardı ama şapkaya hiç benzemiyordu. Demek o sarı şey ağabeyime şapka gibi geliyordu.
Başında sarı şapka olan minibüslere bindim. İneceğim yeri de biliyorum. Bir sürü bayrağın sıralandığı yer. Ağabeyim o bayraklı yere beynelmilel otel diyor. Ben beynelmilel ne demek bilmiyorum. Ama oteli biliyorum. Evi olmayan ama parası olanların gidebildiği bir yer. Parası olanların her yerde evi olur diyor ağabeyim. Parası olmayanların evi neresi olur? İçime gömdüğüm kelimeler içimde birikiyor ama dışarı çıkmıyor bir türlü.
Renk renk bayraklı yere geldim. Buradan yukarı doğru yürüyeceğim. Sonra karşıma bakkal çıkacak. Bakkaldan sağa dönünce orda bir ilkokul var. Orayı geçince bizim ev. Annem beni görünce şaşıracak. Aferin diyecek belki.
Eve gittim. İçerde adamlar boya yapıyorlardı. Bizim eşyalarımız yoktu. Biz oradan gitmiştik. Biz nereye gitmiştik. Annem gitmek istememişti. O evi, o mahalleyi sevmişti. Ama yeni bir ev bulamadık. Emlakçı “Suriyelilere kimse ev vermek istemiyor” dedi.
Azra Teyze her gün gelir bize. O anneme Türkçe öğretiyor annem de ona Arapça öğretiyor. Emlakçıya kızdı. “Lafınızı bilin de söyleyin” dedi. Bazen anlamıyorum. Lafını bilmeden söylemek nasıl oluyor.
Azra Teyze çok uğraştı ama aynı mahalleden ev bulamadı bize. Çok uzak değil bu semte dedi. Ama orası neresi ben hiç öğrenemedim ki.
Yeni taşındığımız evi bulmak için çok dolaştım. Dolaşırken terlemişim. Sonra da üşümeye başladım. Karnım acıkmıştı. Aç karna üşüyünce iyice uyku bastırdı. Ağabeyimle daha önce gittiğimiz AVM’ye gittim. Halamın Ürdün’den gönderdiği parayı çekmiştik birlikte.
İçerisi çok gürültülü idi, ama gözümden akan uyku bütün gürültüye set çekiyordu sanki. ATM’lerin arasındaki boşluğa girdim. Çantamı dizlerime siper ettim, başımı çantamın üzerine koydum. Uyumuşum. Ne kadar zaman geçti, geçen zaman içinde ağabeylerim ve annem ne yaptı bilmiyorum. Sanırım hiç düşünmemiştim. Hiçbir şeyi düşünmemiştim. Sadece sesleri birbirinden ayırmaya çalışmış, ayıramayınca da kendi içime çekilmiştim. Benim en iyi yaptığım şeymiş. Annem öyle diyor “Ahmet kendi içine çekilir, gönlü olursa çıkar, olmazsa günlerce kalır kendi içinde.”
Gözümü açtığımda ortalığın tamamen sessizleştiğini fark ettim. Kimseler kalmamıştı. Ne olacaktı şimdi. Açlıktan mı ölecektim, korkudan mı? Hangisi daha zordur? Erkek adam korkmaz. Oruçluymuşum gibi düşündüm. Sanki iftar yarın olacakmış gibi. Ne açlıktan ölürdüm ne de korkudan. Su. Peki su. Sokak hayvanlarına su koyuyorlar. Şuraya insanlar için de su koysalarmış ya.
“Evet sayın seyirciler kaybolan Suriyeli çocuğun, Ahmet’in, okuduğu okulun bahçesindeyiz şu an. Ailesinden edindiğimiz bilgiye göre Ahmet’in zaman kavramı yok. Öğretmen onları 20 dakika önce çıkardı. Ağabeyi İstanbul trafiğinde 10 dakika geç kaldı. Ahmet bekledi. BEKLEDİ. 11 yaşındaki çocuk için 30 dakika 30×60 saniye. Uzun çok uzun. Servisler gitti. Ahmet tek başına. En son okul kameralarında okulun bahçesinde görüldü. Yanımızda okulun müdür yardımcısı Mesut Bey var.
“Ahmet neden kayboldu?”
“Çünkü öğretmeni onları yarım saat erken bıraktı dememi bekliyorsanız demeyeceğim. Erken bırakılan bütün öğrencilerin kaybolması gerekirdi. Öyle bir şey var mı? YOK.”
“Niye o gün öğrenciler erken bırakıldı?”
Niyesi yok. Cuma rehaveti. Nasıl olsa servisler kapının önünde bekliyor, binip giderler.”
Servis ile gelmeyenler ne oldu?”
Olur mu canım. Burası özel okul. Servis ile geliyorlar. Ha 20 dakika önce ha 20 dakika sonra.”
“Emrinizdeyim buyurun. Çocuk şey. Evet, bizim öğrencimiz. Gereği yapılacaktır. Emin olun. Tabii tabi biz üzerimize düşeni ziyadesiyle yapacağız. Hiç endişeniz olmasın sayın emniyet amirim.”
“…!”
“Ben ben nerde miyim? Ben şimdi yani henüz yani kapının eşiğindeyim. Hayır efendim okul kapısı değil. Evimin yani şey.”
“…!”
“Öğrencinin velisi mi? Evet gördüm efendim. Türkçe bilmiyor. Kaç yıldır ülkemizdeler neden Türkçe öğrenmiyorlarsa. Estağfirullah efendim hiç öyle şey olur mu?”
“…!”
“Müdür yardımcısı mı? Evet efendim ben de kendisinden haber alamıyorum. Hayır hayır velinin yanında değil. Velimiz şu an karakolda. Yalnız mı? Yok yalnız değil. Türkçe bilen biri var yanında. Akrabası mı? Sanmıyorum. Türkçe bilen bir Türk. Komşusu filandır belki. Haklısınız efendim saçma oldu tabii. Türkçe bilen Türk şeyi. Aynennn öyle. Yani affedersiniz yani size tamamen katılıyorum diyecektim. Biz elimizden geleni yaptık. Yani yapacağız, yani bundan sonra da yaparız demek istedim.”
“!!!!”
“Haber bekliyorum efendim. Bizim İstanbul güvenlik görevlileri olarak oluşturduğumuz bir Whatsapp grubumuz var. Arkadaşlarıma çocuğun fotoğrafını attım. Eski adresinin oradaki AVM’lerde görev yapan arkadaşlara bilhassa rica ettim. Evet taşınmışlar efendim. Evet efendim, öğrencileri tek tek tanırım, isim isim. Ahmet’in ağabeyi erkenden gelir kardeşini bekler. O gün sadece birkaç dakika gecikti. Öğretmen bana tembihlemiş olsaydı. Ben göz kulak olurdum.”
“İyi akşamlar sayın seyirciler. Kaybolan Suriyeli Ahmet bu sabah erken saatlerde bir AVM’de bulundu. Güvenlik görevlilerinin kurmuş olduğu Whatsapp grubu Ahmet’in bulunmasında etkin oldu.”
Yerli yersiz dizilerimizde her türlü pespayeliği seyirci sineye çeksin diye “gerçek hayat hikâyesinden uyarlanmıştır” etiketi konduruluyor ekrana.
Yukarıda okuduğunuz satırlar, gerçeğin hikâye olarak kaydının tutulmasıdır. Olay yukarıda yazıldığı gibi yaşandı ve sonuçlandı. İşini iyi yapanlar ve işini hiç yapmayanlar bahsi için bu yaşananlar hafızanızda yerini bulsun istedim.
Fatma Barbarosoğlu/Yeni Şafak