Kendi adıma İslamcılık kavramını benimsemesem de, meramımızı anlatmak babından kullanmak zorunda kalıyoruz. Tabii şurası da var ki, benimsememek, kendisini böyle bir sıfatla ifade eden Müslümanların var olduğu gerçeğini de örtmüyor. Kendisini İslamcı olarak ifade eden Müslümanlar yüz elli yıldır süregelen bir geleneğin müdavimi olarak, bu kavramla hemhal olmayı sürdürüyor.
İslamcılık tanımlamalarında genel kabul gören ifadelerin tamamının, akademik geleneğin süzgecinden geçerek anlam bulan tarifler olduğu malumdur. İslamcılık cereyanının, bütüncül bir İslam düşüncesiyle hayatı yeniden çağa uygun yorumlamak olarak tanımlandığı, fakat işin aslına bakıldığında ise, böyle teorik tanımlamanın, hayatın içinde hiçbir zaman karşılığının olmadığını söylemek sanırım çok iddialı bir laf olmasa gerek.
Bu girişten sonra biraz meseleyi açmaya ve ne demek istediğimizi izah etmeye çalışalım. Tabii bunun için kısacada olsa, tarihi bir seyir yapmak gibi bir mecburiyet vardır.
Son iki yüzyılında askeri alanlarda sürekli yenilen Osmanlı, askeri, siyasi ve iktisadi alanlarda da büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Askeri alanlardaki başarısızlıkları ordunun gerektiği gibi yenilenemeyişine bağlayanlar, bu alanda büyük yatırımlar yaparak yenilgileri durdurmayı denedi. Fakat yine de olmadı. Askeri alanlardaki yenilgiler beraberinde siyasi buhranı, yeni reformlarda yapılan harcamalar da iktisadi sıkıntıları ortaya çıkardı. Avrupa devletlerinden gelen krediler, gayrimüslim bankerlerden alınan faizli borçlar, Devlet-i Aliyi altından kalkılmaz bunalımlara soktu. Bunun üstüne Avrupa’nın reformlar için bastırması, Tanzimat’ı mecburiyet olarak dayattı.
Tanzimat sonrası Avrupa’ya gidip gelen Osmanlı aydını, talebesi, tüccarı, seyyahı, etkilendikleri Avrupa’nın siyasi oluşumuna dikkat çekmeye başladılar. Onlara göre yaşanan sıkıntıların tamamının sorumlusu saltanat idi. Saltanattan Avrupai parlamenter sisteme geçilmeli, tek adam rejimi sona ermeliydi. Bu sebepten siyasi olarak meşrutiyet usulü cari olmalı, Batı tipi parlamenter bir düzen kurulmalıydı. Evet, saltanat hem İslam’a hem de insan fıtratına uygun bir yönetim tarzı değildi. Fakat Avrupai parlamenter sistem de Müslüman ahali için, ya da daha dolgun bir ifadeyle, İslam’a uygun değildi. Müslümanlık düşüncesinde gayrimüslimler Müslümanların meclisinde söz sahibi olamazdı. Fakat İlk nesil İslamcı cenah bu husus üzerine yaptığı tartışmalarda, birçok tevil ve yorumlarla, bu sıkıntıyı meşru sayılamayacak şekilde aştı.
Kendilerince önlerinde iki seçenek vardı: Ya Saltanat ya da Meşrutiyet. Müslümanlık düşüncesinde ikisi de kötü, ikisi de sakıncalıydı. İlk nesil İslamcıların aklına üçüncü bir seçenek hiç gelmedi. Daha doğru bir ifadeyle üçüncü bir seçenek olabileceğini de tartışmadılar. Oysa iki kötüden birini tercih etmek zorunda değillerdi. Fakat kolay olana meylettiler. Ya saltanat ya parlamenter düzen, iki kötüden birini tercih etmeleri gerektiğine kanaat getirdiler. Onları bu kanaate götüren sebep ise, meftunu oldukları Avrupa’nın dinden bağımsız modern siyasi yapısıydı. Avrupa terakki etmiş, askeri, siyasi, iktisadi anlamda önemli adımlar atmıştı. Öyle ise terakki etmek için, Avrupa gibi yapmalı, Avrupalı gibi bir düzen kurulmalıdır.
Gayretler sonuç verdi. II. Abdülhamid saltanat koltuğuna oturunca Meşrutiyet ilan edildi. İslamcılar, Müslümanlık düşüncesine göre ikisi de kötü olan seçeneklerden meşrutiyet düzenini tercih ettiler. Oysa bu tercihi yaparken, kendileriyle çelişmekteydiler. Zira tutundukları en önemli dallardan birisi, “Asrı Saadet” ve “kaynaklara dönüştü.” Tercih ettikleri seçenek ise, tutundukları dallardan yoksundu.
En çok tartışılan mesele, “Müslümanların meclisinde gavurlar olur mu” idi. Ne Asrı Saadet ne de dönmek istedikleri kaynaklar buna imkan bırakmayacak kadar önlerini kapatmıştı. Fakat böyle olmasına rağmen, dayandıkları değerleri görmezden gelerek meseleyi içtihadi bir husus olarak değerlendirip, önlerindeki sorunu aştılar. İki kötüden birini, kendilerince iyi olanı, içtihat ve maslahat kavramına yaslanarak tercih ettiler. Oysa savundukları Asrı Saadete uygun yeni bir siyasi ve iktisadi yapılanma usulünü tercih edebilirlerdi. Buna dönem itibarıyla imkânda vardı, fakat yapmadılar.
Birinci Meşrutiyetin ilanından kısa bir zaman sonra, Abdülhamid Kanuni Esasinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak çeşitli sebeplerle meclisi süresiz olarak kapattı. Meşrutiyet savunusu yapan İslamcılar Abdülhamid tarafından tasfiye edildi. Bu tasfiyeden kendisini iktidara getirenler dahi nasibini aldı. Artık otuz küsur sene sürecek olan Abdülhamid’in tek adam idaresi meclisin kapanmasıyla başlamış oldu.
Aradan yıllar geçti. Abdülhamid’in baskısı altında barınamayan muhalifler Avrupa’ya, bazıları da Mısır’a kaçtı. Avrupa’ya kaçanlar genel olarak laik zihniyetli ve kurtuluşu Avrupalı olmak düşüncesinde arayanlar teşkil etmişti. Mısır’a gidenler de Avrupalı muhaliflerle birlikte hareket ettiler. İslamcılar ise memleket içinde kalarak seslerini kesmek zorunda kaldılar.
Avrupa’ya giden muhalifler süreç içerisinde Avrupa’da, ülke içinde ve özellikle Balkanlarda örgütlenerek ses getirmeye başladı. Abdülhamid’in sınır tanımaz zulmünden bıkan içerideki sessiz İslamcılar da, Batılı tayfa ile dirsek temasına geçti. Muhalefet, İttihat ve Terakki adıyla örgütlü bir şekilde varlığını hissettirmeye başladı. Ordu içindeki mektepli subayları da kendi safına çekmeyi başaran İttihatçılar, 1908 yılında Balkanlardan başlayarak Abdülhamid idaresine karşı isyan hareketine kalkıştılar. İttihatçıların istediği, siyasi olarak meşruti sistemin ilan edilmesi ve anayasa olarak Kanuni Esasinin yürürlüğe girmesiydi. Bu talebe içerideki sessiz İslamcılarda teveccüh gösterdi.
Abdülhamid’e çekilen tehdit telgraflarının etkisini göstermesi sonucunda Abdülhamid Temmuz 1908 tarihinde meşrutiyeti ikinci kez ilan etti, anayasa yürürlüğe girdi. Meşrutiyetin ilanına İttihatçılardan daha çok İslamcıların sevindiğini söylemek sanırım abartılı ifade olmasa gerek. Zira meşrutiyet sonrası yazılıp çizilenlerden anlaşıldığına göre, Abdülhamid’in baskıcı yönetiminden dolayı, neredeyse Din-i İslam yeryüzünden silinecekti. Mazlumları ahı arşı alayı titretmekteydi.
İslamcılar bu kez de siyasi alanda iki tercihten birini seçmekle karşı karşıya gelmişti. Ya İstibdad ya da Avrupai parlamenter sistem olan meşrutiyet. Üçüncü bir yol yine akıllarına gelmedi. Oysa ilkinde olduğu gibi, bu dönemde de Müslümanlık düşüncesine göre üçüncü bir yolu düşünebilirlerdi. Fakat ne yazık ki bu tercihi hiç tartışmadılar. Meşruti yönetimin sağlayacağı hürriyet ortamında aksaklıkların, eksiğin gediğin giderilebileceğini hesap ettiler. Lakin gelen hürriyet ortamı sadece Müslümanlara gelmiyor, bütün din ve ideoloji sahiplerini de kapsıyordu.
Seçimler oldu, meclis açıldı. Meşruti sistemin doğası gereği kendi bölgelerinden seçilen vekiller içinde gayrimüslimlerde bulunmaktaydı. Müslümanların meclisine gayrimüslimler de dahil oldu. Sarıklı hocalar, kalpaklı rahipler yan yana oturdular. Asrı Saadet fikrini savunan İslamcılar, asrı hazıra göre siyasi bir düzen kurmanın muhabbetini yaparak, yeni parlamentoda yerini aldı.
Siyasi alanda ya istibdad ya da meşrutiyet olarak iki seçenekle karşı karşıya kalan İslamcılar, İleride başlarına ne işler açabileceklerini kestiremedikleri meşrutiyeti tercih etti. Bağımsız bir muhalefet unsuru olarak kendi fıkhi geleneğine yaslanan üçüncü bir yolu düşünmediler. Ya da düşünemediler.
Oysa zaman, mekân ve şartlar olarak böyle bir imkânları vardı. Hiçbir şey yapamasalar denemeleri gerekirdi. Böyle bir imkânları vardı diyoruz, zira gerek Abdülhamid gerekse İttihatçı tayfa kendilerinin varlığına muhtaç idi. Fakat siyaseten basiretleri kapanan İslamcılar, Batılı yaşama tarzını Müslüman memlekete taşımaya ahdetmiş laiklerin peşine takıldılar. İslamcılar bu kez de iki seçenekten birini tercih ederek siyaseten hata yaptılar.
İttihatçılar açısından meşrutiyet idaresi Batılılaşmak için olağanüstü fırsatlar ortaya çıkardı. İslamcılar ise ittihatçıların kucaklarına bıraktığı dinin kadim kavramlarını, günün siyasi yapılanmasını meşrulaştıracak şekilde yorumlamakla meşgul oldular. Parlamenter Meşrutiyet sistemini, meşveret kavramıyla Müslümanlaştırmaya çalışırken, yeni yorumlarına sağlıklı bir zemin sağlamak için içtihat kavramını ele aldılar. İslamcılar iki kötüden birini tercih etmekle kalmadı, aynı zamanda dinin kavramlarını asrı hazıra göre hazırladılar. Oysa hiçbir şey istedikleri, bekledikleri gibi gitmiyordu. Buna rağmen bir kısmının ittihatçılarla araları açılsa da meşrutiyet düzeninden hiç vazgeçmediler.
Meşrutiyeti Müslümanlaştırma için bütün güçleriyle gayret ettiler, “hürriyeti şahsiyeyi” ve “hâkimiyeti millet” kavramlarını baş tacı ettiler. Zaman içerisinde savundukları hâkimiyeti millet, milli egemenlik, hürriyeti şahsiye de bireysel özgürlük olarak ete kemiğe bürünerek karşılarına çıktı. Meşruti sistem içinde halifenin hükümet başkanından başka bir vasfı kalmadı. Hilafetin meşrutiyet sistemine göre yeniden yorumlanması gerektiğini ileri sürdüler. Ümmetin halifesi bir bakıma şahsı manevi olarak işlevsiz kaldı. Halifeyi mecliste anayasaya bağlı kalacağına dair yemin ettirdiler. Daha da ileri gittiler. Halifenin ecnebi memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayet hakkının olmadığını söylediler.
Siyasi alanda tercih ettikleri meşrutiyeti kıyasıya savundular. İktidarın hatalarına karşı yapılan eleştirilere dahi tahammülleri yoktu. İktidarın uygulamalarına dair yapılan her itirazı, meşrutiyet eleştirisi ve istibdada dönmek olarak algıladılar.
Bir yandan parlamenter meşruti sistemi sahiplenirken, diğer yandan şer’i şerifin ulviyetini ileri sürerek şeriata aykırı yasaların çıkarılamayacağını savundular. Oysa meclis Müslümanlara ait olmaktan çıkmış, laik bir yapıya bürünmüştü. Dolayısıyla dinin şeriatının hükmü ortadan kalkmış, şeriat belirleyici olmak vasfını yitirmişti. Meşruti idarenin millet egemenliğine dayandığını, meşrutiyet usulüyle idare olunan memleketlerde, millet kendisinin terakkisini, saadetini kendi yaptığı kanunlardan beklerdi. Böylece bir şahsa yahut bir seçilmiş zümreye mahkûm ve esir olmaktan kurtulurdu. Bu sebepten meşrutiyetin ruhu milletin kanun yapabilmesi demekti. Bu sebepten dinin işaret ettiği yere bakmak, meşrutiyet usulünde herhangi bir anlam taşımıyordu.
İstibdad ile meşrutiyet arasında tercihlerini meşrutiyetten yana kullanan İslamcılar, bir daha asla önü alınamayacak olumsuzluklara kapı araladılar. Siyaseten meşrutiyet ve istibdad arasında tercih yapmak zorunda kalmasalardı, savundukları asrısaadete uygun bir İslami düzen fikrini savunsalardı, belki de kendilerinden sonraki gelecek haleflerine hiç olmazsa sağlıklı bir fikri miras bırakabilirlerdi. Fakat olmadı, böyle bir yol düşünmediler, denemediler.
Çok geçmeden, yaklaşık on beş yıl sonra adına cumhuriyet denilen yeni bir düzen kuruldu. Bütün İslamcılar tasfiye oldu, direnenler hatta direnmeyen, sadece İslami kimliği olanlar idam edildi, sürgüne gönderildi, bazıları yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Meşrutiyetin bir sonucu olarak cumhuriyet ve demokrasi yeni düzenin adı oldu.
Kurulan yeni düzen İslam’a ve Müslümanlara karşı amansız bir baskı, şiddet uygulayarak her türlü zulmü işlemekten geri durmadı. İslamcılar kendi siyasi geleneği içinde bir tercih yapamayarak iki kötüden birine yönelmekle büyük hata yaptılar. Yeni düzenin kurucuları da ittihatçı cenahın takipçileri olduğundan siyasi, iktisadi, hukuki, içtimai değişimleri tepeden inme olarak baskı ve şiddetle gerçekleştirmeye başladılar.
İslamcıların iki kötüden biri olan meşruti düzeni tercih etmelerinin ardından yüz yıl geçti. Yeni düzenin sahipleri Müslüman olmanın imkânlarını dahi ortadan kaldırırcasına despotik bir idare tarzı sergilediler. İslamcılar yeniden yol ayrımına geldi. Bu kez de önlerinde iki tercih vardı: Despotizm ve demokrasi. Muhafazakâr iktidar vesayet rejimini geriletecek, despotizme son verecek ve demokratik temelli yeni bir siyasi ve hukuki düzen inşa edecekti. Ve İslamcılar despotizmi ile demokrasi arasında bir tercih yapmalıydı. Geçmişinden ibret almayan İslamcıların aklına üçüncü bir seçenek yine gelmedi. Neden demokrasi ile despotizm arasında tercih yapmaları gerekmekteydi? Başka bir seçenek yok muydu? Savuna geldikleri asrısaadet yine akılara gelmedi. Ve laf öyle bir yere geldi ki, “Demokrasi ile despotizm arasında tercih yapmak akli ve ahlaki bir gereklilik” olarak ileri sürüldü.
Peki, Müslümanlar yaşadıkları bütün baskılara, olumsuzluklara, şiddete despotizme rağmen, mutlaka dünyevi rahatlık yönünden Nebevi usulün dışına çıkmaları mı gerekirdi? İstibdad ile meşrutiyet, Despotizm ile demokrasi arasında bir tercih yapmak yerine, Müslümanlık düşüncesine uygun bir tercih yapamazlar mıydı? Var olanın dışında bağımsız bir muhalefet cephesi inşa edemezler miydi?
Muhalif bir hareket olarak İslamcıların, ideolojik ve siyasi alanda bir oluşum içine girebilmeleri, kitlelere mesajını ulaştırmak ve örgütlenmesini sağlayabilmesi için, demokrasiyi tercih etmesi mi gerekiyordu? Oysa 21. yüzyıl İslamcıları, İslami birikim ve bilinç olarak ciddi bir mesafe kat etmiş, belli bir yere gelmişti. Ne hikmet ise bu birikim siyasi alanda demokrasiden yana tercih yapmalarının önüne geçemedi.
Sonuç olarak şöyle dersek:
İslamcı gelenek kendi tarihi içinde, siyasi tercihler yapması bakımından basiretsiz davranmıştır. Karşı taraftan önlerine konan iki seçenekten birine teveccüh etmeyi tercih etmiş, üçüncü bir seçeneği akla getirmemiştir. İlk nesil ve ikinci nesil İslamcıların bu tavırları yaşadıkları dönemin olağanüstü koşullarıyla meşrulaştırılabilir mi? Bu elbette tartışmaya açıktır ve zamanla birçok şeyin değiştiği herkesçe kabul edilebilir gerekçelerdendir. Lakin ne değişirse değişsin, İslamcıların asla değişmeyen sabiteleri olması gerektiği de tartışmadan uzaktır.
İslamcılar, elinde tahrif olmamış kitapları, Peygamberlerinin yaşayan sünneti, devasa yazılı ve sözlü bir müktesebatı olması bakımından, her dönemde diğerlerinden çok daha kazançlı ve öndeydiler. Fakat onlar (bugünde olduğu gibi) kendilerine olan özgüveni kaybetmiş, Batının oryantalist saldırıları karşısında psikolojik bir eziklik yaşamıştır. Bu ruh halleri onların dinlerine olan güvenini de kaybetmelerine neden olmuştur. Batının her alanda, dünyevi anlamda ilerlemesi karşısında, hatayı dinlerine mal etmişler ve dinin yeniden anlaşılması gerektiğini savunmuştur.
Daha önceleri başlarına gelen olumsuzluklar karşısında dönüp kendilerine bakarak, “biz nerede hata yaptık” diyenler, ilerleyen süreçte başlarına gelen musibetler karşısında, dinlerine bahane bulmaya başlamıştır. İslamcılığın ilk zuhurundan bugüne kadar, sürekli olarak ileri sürülen iddia, dinin bugüne kadar yanlış anlaşıldığıdır. İslamcılar bu ifadeleriyle, İslam’ı tarihin çok kısa bir dilimi dışında hiçbir vakit yaşanmadığını da söylemiş olmaları bakımından kendi kalelerine gol atmış oldular.
Ne yazık ki bu ruh hali İslamcı cenahta halen sıcaklığını korumaktadır.
Yakup Döğer / Sesli Analiz
Çok Yorumlanan 2