Modernleşme ile birlikte ortaya çıkan uluslaşma ve ırkçılık-kavmiyetçiliğin sonucu olarak zuhur eden modern ulus devletlerin karşılaştıkları en büyük sorunlardan biri meşruiyet sorunuydu. Geleneksel olanda, gerek devlet gerekse devlete vaziyet eden devlet ricali, meşruiyetini (doğru-yanlış) kutsal olan aşkın varlık tanrıdan alır, kutsal metinlerin günün şartlarına göre yeniden yorumlanıp üretilmesi, meşruiyetin sürdürülebilir olmasını sağlardı.
Hıristiyan dünyasında kilise merkezli ruhbanlar, İslam Dünyasında ulema-ilmiye sınıfı kutsal metinlerden yola çıkarak, geleneksel devlet yapısını meşru bir zemine oturtur, örf ve gelenekte meşruiyet sağlamada önemli rol oynardı. Bu dönem, modernleşme ile birlikte ortaya çıkan milliyetçilik, ulusçuluk ve kurulan modern ulus devletlerle birlikte sona erdi. Kurulan modern ulus devletler artık meşruiyetini aşkın varlıktan, kutsal metinlerden değil de, ulusçuluktan, ırkçılıktan-milliyetçilikten sağlamaya çalıştılar. Fakat meşruiyet kaynağı olarak sadece bu da yeterli değildi.
Vatan kavramı
Ulusçuluk-milliyetçilik-ırkçılık üzerine kurulan modern ulus devlet, ulusal bir kimlik oluşturmak için seküler temelli yeni kutsallar üretmek zorunda kaldı. Marş, bayrak, lider kültü, vatan, anayasa vb. üretilmiş kutsallarla varlığını meşru bir zemine oturtmaya çalıştı. Seküler temelli üretilen kutsallardan biri de şüphesiz “Vatan” kavramı oldu.
Sözlükte “yerleşmek, bir yeri yurt edinmek, kendini bir şeye alıştırmak” anlamındaki vatan kökünden türeyen vatan klasik sözlüklerde ve edebî metinlerde “kişinin doğduğu, yerleştiği, barındığı ve yaşadığı yer” manasına gelir. (Mustafa Çağrıcı, DİA, Vatan, cilt 42, sayfa 563)
Doğulan ve yaşanılan topraklara siyasi bağlılık ve sadakat anlamında kullanılan vatan kavramının Türk tarihinde yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahip olduğunu söylemekte bir beis yoktur. Kavramın ilk ortaya çıkışını, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutma çabasının bir izdüşümü olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. (Uğur Arslan, Vatana İhanet Kavramı ve Suçu, Necmeddin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt 4, sayı 1, yıl 2021)
Sözlükteki anlamı ve geleneksel düşünce içerisinden bakıldığında, kutsallıktan, kutsiyetten uzak, yaşanılacak ve barınılacak yer, belde, coğrafya olarak anlam bulmaktadır. Bu anlamın, bugünkü siyasal, sosyal ve ideolojik içeriğiyle benzerliği görülmemektedir.
Modernleşme, uluslaşma ve vatan
Vatan kavramının bugünkü içeriğe bürünmüş halinin, modernleşme ve uluslaşma, ardından kurulan ulus devletlere kadar Müslümanlık tasavvurunda yeri yoktur. Ta ki Osmanlı Devletinin resmi anlamda modernleşmeye geçiş dönemi sayılabilecek Tanzimat’a kadar. Tanzimat, devletin geleneksel paradigmasından vazgeçip, siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki olarak Avrupalı olmak, Avrupa gibi olmak, Avrupa’ya benzemek arzusunun resmi olarak ilanı anlamına gelmektedir.
Modernleşmeye geçişle birlikte, Vatan kavramı da İslam dünyasında, daha önceleri Müslüman tasavvurunda yer alan vatan kavramından farklı bir içeriğe bürünmüş olarak ortaya çıktı. İslam dünyasına sirayet eden modernleşme, aynı zamanda Osmanlı Devletinin her yerden saldırıya uğradığı, topraklarının parçalandığı, birçok yerin işgal edildiği dönemdir. Artık bu dönemde ve daha sonraları, “vatan, vatanseverlik, vatanperurluk, vatan savunması, vatan muhabbeti, vatan aşkı” vb. kavramlar da ortaya çıkmıştır.
Vatan kavramı, üretilen diğer kavramlarla birlikte siyaset, edebiyat, iktisat, ahlak, iman, din, muhabbet, aşk, fedakârlık, can verme, şehitlik olarak bütün alanlarda geniş yer tutmuştur. Özellikle edebiyat alanında ve dini literatürde, dağılıp parçalanmakta olan ülkeyi, parçalanmaktan, dağılmaktan kurtarmak için motive edici önemli bir enerji kaynağı olarak kullanılmıştır.
Kadim kavramların yerini alan vatan kavramı
Müslüman tasavvurunda “Darül Harp ve Darül İslam” olarak ikiye ayrılan yeryüzü, modernleşme, uluslaşma ve nihayetinde modern ulus devletlerin zuhuruyla birlikte unutulmuştur. Geleneksel ve örfi olarak “Memalik-i Şahane”, “Memalik-i Mahrûse-i Şahane”, “Memalik-i Osmani”, “Memalik-i İslami”, “Darül İslam” olarak anılan beldeler yerini, belli sınırları olan “Vatan” kavramına bırakmıştır.
Vatan kavramının felsefi ve dini temeli
Yeryüzünde belli sınırlar içerisinde bir ulusa “mekân” olarak tanımlanan vatan, felsefi olarak, meşruiyetini milliyetçilik-ulusçuluk ideolojisinden alırken, dini olarak meşruiyeti de, “Hubbül vatan minel iman – Vatan sevgisi imandandır” hadisine dayandırılır. Dönemin İslamcı kesimi tarafından sıklıkla makale başlığı olarak kullanılan hadis, vatan sevgisinin imanla bağını sağlamaya çalışmıştır. (Ahmed Şirani, Hubbu’l Vatan Mine’l-İman, Beyanülhak, cilt V, sayı 130, tarih 26 Eylül 1327; Hubb-u Vatan, Müt.: B.Ç, Mecmua-i Ebüzziya, cilt I, sayı 11, tarih 15 Safer 1298; Faruki Ömer, Hubb-i Vatan, Volkan, cilt I, sayı 21, tarih 2 Kânunusani 1324; Kayazade Reşad, Hubbü’l-Vatan Mine’l-İman, Hürriyet, sayı 1, tarih 29 Haziran 1868; Seyyid Mehmed İsmetullah, Hubbu’l-Vatan Mine’l-İman / el-Mirsâd, cilt I, sayı 10, tarih 29 Mayıs 1330)
Zikredilen hadisin zayıf veya mevzu olduğu kabul edilmesine rağmen, Müslüman toplumlarında vatandaşlık duygusu ve milliyetçilik ideolojisinin güçlendirilmesi için kullanıldığı görülmektedir. (DİA, aynı madde)
Ulemadan bazıları, iman ile vatan sevgisi arasında bir bağın olmadığını, rivayette yer alan vatan sevgisinin sadece mü’minlere özgü bir durum olması halinde kabul edilebileceğini; fakat bunun gayrimüslimler için asla bir iman alameti olamayacağını belirtmiştir. Ayrıca hadiste geçen “vatan” ifadesi ile “Cennet”, “Mekke” veya “Allah’a dönüş”ün kast edilmiş olabileceğini de söylemiştir. (Fetva.net, https://www.fetva.net/yazili-fetvalar/vatan-sevgisi-imandandir-sozu-hadis-midir-hadis-ise-sahih-midir.html)
Motivasyon unsuru olarak vatan
Burada vatan algısı bakımından ilginç olan nokta şudur; gayrimüslimler askere alınmadan önce ordu “gaza”, “şehadet”, “din” uğruna savaşmak için motive edilmektedir. Gayrimüslimler de askere alınınca böyle bir motivasyon uygun olmayacağı için din dışında ortak bir motivasyon unsuru bulmak gerekmiştir. “Vatan uğruna savaşmak” bu sorunu kısmen çözmüştür. (Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, sayfa 97)
Vatan kavramının kutsallaşmasını ve milliyetçilik-ırkçılık bağlamında ideolojik mahiyete bürünmesinin ileriye dönük sakıncalarını ilk dönemde hissedenlerden birisi olarak Ahmed Cevdet Paşa söylenebilir. Cevdet Paşa, Bosna’yı ziyaret ettiğinde, Bosna birinci alayının sancağı hakkında Boşnakça yapılmış olan manzumenin tercümesinde görüleceği gibi, vatan kavramı “din” ile birlikte anılmaya, yapılacak mücadelenin “din-ü vatan uğruna” olacağı ifade edilmektedir. (Cevdet Paşa, Tezâkir, Tezkire no: 24, sayfa 78, Yayınlayan Ord. Prof. Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986)
Dinin yerine vatanın konması
Ahmed Cevdet Paşa, din ve vatan kavramlarının asker üzerindeki etkisine de değinmiştir. Avrupa’da, vatanın dinin yerine kullanılmaya başlandığını fakat Müslüman memleketlerde kullanılmasının doğru olmadığına işaret eder. Cevdet Paşa’nın konu ile ilgili ifadelerine burada yer vermenin faydalı olacağını düşündük:
“Müslümanların Ramazanı, Hıristiyanların muhtelif günlerde perhizleri vardır. Böyle karışık topluluklar nasıl idare olunacak. Ve kumandanların başı sıkıştığı zaman askerin ırk-ı hamiyetini tahrik ile onları sabr-u sebata teşvik ve fevkalade fedakârlığa sevk için belagat-ı askeriyeye müracaat ederler. Ehl-i İslam için bu babda en müessir olan sözler dahi «ya gaza ya şehadet, haydi din-i Mübin uğruna çocuklar» kelimesidir ki Ehl-i İslam, analarının kucağında iken kulaklarına gaza ve şahadet sözleri işlenmiş, sonra mektepte dahi gaza ve şehadetin ne büyük mertebe olduklarını bellemiş olmakla bu gibi dini söylemler onları fedakârlık yolunda harekete mecbur eder. Asakir-i İslamiyenin muharebelerde fevkalade savaş şiddetlerine ve harekât-ı askeriye esnasında sefer yorgunluğuna diğer milletlerden ziyade sabırla tahammül etmelerine sebep, işte bu misalleri verilen dini fikirlerdir. Karışık bir taburun binbaşısı ihtiyaç anında askeri gayrete getirmek için ne diyecek? Vakıa Avrupa’da gayreti diniye yerine gayreti vataniyye kaim olmuş. Lakin bu da feodalite asırlarının sonlarına doğru çıkmış ve onların çocukları da küçük iken bu sözü işiterek pek çok senelerden sonra «vatan uğruna» kelamı, efrad-ı askeriyelerine tesir eder olmuştur. Ama bizde «vatan» denilirse askerin köylerindeki meydanlar hatırlarına gelir. Biz şimdi vatan sözünü ortaya koyacak olsak, mürur-ı zaman ile bizde de efkar-ı nasda yer ederek Avrupa’daki kuvveti bulacak olsa bile, gayret-i diniyye kadar kuvvet alamaz. Ve onun yerini tutamaz. Husulü de çok vakitlere muhtaç olur.” (Ahmed Cevdet Paşa, Maruzat, sayfa 114, Hazırlayan Yusuf Halaçoğlu)
Cevdet Paşa’nın aksine olarak vatan kavramının kutsallaşmasına da en çok katkı sağlayanların Jön Türkler ve hassaten Namık Kemal zikredilebilir. Namık Kemal, “Vatan Manzumesi”, “Vatan Yahud Silistre” gibi şiir ve tiyatro eserlerinde, vatan vurgusunu sıklıkla dile getirmiştir. Özellikle “Vatan Yahud Silistre” adlı tiyatro eserinde, vatan duygusunun kudsiyet haline dönüştüğünü görmekteyiz. Erken dönem denebilecek tarihlerde vatan vurgusuna verilen ağırlığı anlamak açısından adı geçen eserden kısa bazı pasajlar iktibas etmeyi gerekli gördük:
Vatan, vatan, vatan
“Devlet savaş açmış. Düşman serhatte, şehitlerimizin kemiklerini, topraklarını çiğnemeye çalışıyor. Hiç nasıl olur ki hasmın silahı vatana çevrilsin de, karşısında iptida benim göğsümü bulmasın? Hiç nasıl olur ki, vatan muhatarada bulunsun da, ben evimde rahat oturayım? (…) Hiç nasıl olur ki, vatan muhabbeti bugün her şeyden mukaddes olsun da ben yalnız senin muhabbetinle uğraşayım? (…) Vatan! Vatan! Vatan muhatarada diyorum… İşitmiyor musun? Beni Allah yarattı, vatan büyüttü. Beni Allah besliyor, vatan için besliyor. Ben anamın karnından vatana geldiğim vakit aç idim, vatan karnımı doyurdu… Çıplaktım, vatan sayesinde giyindim. Vatanımın nimeti kemiklerimde duruyor. Vücudum vatanın toprağından… Nefesim vatanın havasından… Vatanımın uğrunda ölmeyeceksem, ya ben niçin doğdum? Ben adam değil miyim? Vazifem yok mu? Vatanımı sevmeyeyim mi?” (Namık Kemal, Vatan Yahud Silistre, sayfa 19, basım tarihi 1307 – 1891)
Dikkat edilirse Namık Kemal, Allah’ın insanı vatan için yarattığını, aç iken vatanın doyurduğunu, çıplak iken vatanın giydirdiğini ve eğer ölünecekse vatan için ölüneceğini ifade etmektedir. Namık Kemal eserinde her ne kadar duygusal vurgular yapsa da, vatan duygusunu her şeyin üstünde tutmakta, itikadi ve ameli hassasiyetlerin çok üstüne çıkarmaktadır.
Namık Kemal aynı eserin başka bir yerinde ise şöyle diyor:
“Bir kere düşün. Vatan ki herkesin hakkını, hayatını muhafaza ederken onun muhafazası lazım gelince evlad-ı vatanı serhadde kırbaçla sürüyorlar. Vatan ki, herkesin hakiki validesi iken birçok adamlar sağlığında sütünden, hastalığında ilacından geçinmeye çalışıyor! Vatan ki her karış toprağı ecdadımızdan birinin kanıyla yoğrulmuş iken kimse üzerine iki damla gözyaşı dökmek istemiyor! Vatan ki, kırk milyon can besliyor, hâlâ uğrunda isteyerek can verecek kırk kişiye malik olmamış! Vatan ki bir zaman kılıcının sayesinde birkaç devlet yaşarken şimdi birkaç devletin yardımıyla kendini muhafaza edebiliyor! Vatan ki hâlâ erkeklerimiz manasını bilmiyor, kadınlarımız adını işitmemiş; işte, kibir say, gurur say, delilik say. Her ne sayarsan say! Ben o vatanı sana bana muhtaç görüyorum.” (Namık Kemal, aynı eser, sayfa 26)
Osmanlı aydınının değişen zihniyeti
Namık Kemal’in havsalasında yer alan vatan, kırk milyon kişinin yaşadığı topraklardır. Oysa dönem itibarıyla dünyadaki Müslüman nüfus üç yüz milyon civarındadır. Namık Kemal’e göre vatan, belli sınırlarla çizilmiş coğrafya parçasıdır. Dahası, vatanın (modern anlamda) ne olduğuna dair kimsenin malumatı yoktur. Namık Kemal’in serzenişinde din, İslam, ümmet, kavramlarının yeri bulunmamaktadır. Kendisinin uzun süre Avrupa’da kalması, milliyetçilik-ulusçuluk-ırkçılık ideolojisinden etkilendiğini göstermektedir.
Osmanlı aydınının zihninde, vatan kavramının tanımının net olmadığı da anlaşılmakta. Tanzimat dönemine kadarki müktesebatta “vatan” ve “vatan muhabbeti” kavramının Avrupa’da modernleşme ile birlikte yapılan tanımı bulunmamaktadır. Yani dönemin Osmanlı aydını, aslında vatan kavramının ideolojik tanımından habersizdir. Bu yüzden vatan kavramının ulusçuluğa-ırkçılığa çıkan yorumunu yabancılardan alır. Vatan ve vatan sevgisinin “ne olduğunu” anlamak, anlatmak için yabancı filozofların eserlerinden iktibaslar yaparlar. (Hubb-u Vatan, Müt: B.Ç. Mecmua-i Ebüzziya, cilt I, sayı 11, sayfa 334, 15 Safer 1298-17 Ocak 1881; Muhabbet-i Vataniye, François-René de Chateaubriand, mütercim: Hüseyin Hulki, Hazine-i Evrak, cilt I, sayı 45, sayfa 693, tarih 01 Mayıs 1297-13 Mayıs 1881)
Her şey vatan için
“Hubbü’l Vatan Mine’l İman”, sözü her ne kadar uydurma hadisler arasında kabul edilmiş olsa da, vatan kavramının ideolojik yorumuyla birlikte yeniden gündeme gelir ve Osmanlı aydınının fikri izahlarında geniş yer bulur. (Kayazade Reşad, Hubbü’l-Vatan Mine’l-İman, Hürriyet, sayı 1, tarih 29 Haziran 1868 – Seniha Nezahat, Vatan Muhabbeti, Millet, cilt I, sayı 49, tarih 22 Eylül 1908 – Ahmed Şirani, Hubbu’l Vatan Mine’l-İman, Beyanülhak, cilt V, sayı 130, tarih 26 Eylül 1327)
II. Meşrutiyetin ilanından sonra vatan kavramı, ulusçuluk üzerinden ideolojik mahiyetini kazanmaya başlar. Memalik-i Şahane’nin toprakları sürekli küçülmekte, savaşlar sürmekte, Balkanlar ve Rumeli ulusalcılık temelli bağımsızlık isyanlarıyla kaynamaktadır. Osmanlı aydını için vatan kavramı, doğup büyüdüğü, yaşadığı, rızkını temin ettiği bir belde olmaktan çıkmıştır. Artık ‘her şey vatan için’dir.
“Mukaddesler içinde mukaddes, hukuk-u vatandır. Muazzezler içinde muazzez vatanın kendisidir. Milletin hukuk-u mukaddesesi, vatanın hukuk-u mukaddesesi ile hasıldır. İzzeti nefis de vatanın muazzezesiyle kaimdir. (…) Vatan serveti tükenmek bilmeyen gizli bir hazinedir. O hazineyi kullanacak sarraf ister.” (Faruki Ömer, Hukuk-i Vatan, Volkan, cilt I, sayı 7, tarih 4 Kanunuevvel 1324 – 17 Aralık 1908)
“Vatanın selameti milletin selametine, milletin selameti efkarın selametine, efkarın selameti vicdanın selametine mütevakkıftır.” (Faruki Ömer, Selamet-i Vatan, Volkan, cilt I, sayı 10, tarih 7 Kanunuevvel 1324 – 20 Aralık 1908)
Her şey vatana fedadır
Yukarıdaki alıntı, II. Meşrutiyet dönemi başlarında iktidara en sert muhalefette bulunan Derviş Vahdeti’nin gazetesi “Volkan”da yer alan bir makaledendir. Vahdeti’nin siyasi ve ilmi kişiliği göz önüne alındığında onun dahi vatan kavramına bakışının nasıl olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Artık her şey vatana ve devlete fedadır. (İslam Çocuklarında Vatan Hissi, Sebilü’r-Reşad, cilt VII, sayı 168, sayfa 194, tarih 10 Teşrinisani 1327 – 23 Kasım 1911)
“Zaten Allah’ın koyduğu nizam da bu yolda yürürlüktedir. İnsan kalbinin en müstesna yerinde vatana karşı derin bir saygı, zeval bulmaz bir aşk saklıdır ki bunun emanetçisi Zül-Celal-i Ekberdir. Onun için bu ilahi hasletten, vatana olan alakadan nasibi olanlar, ruhlarının bu muhabbetten uzak kalmasını istemezler. Hatta icap ederse bu uğurda ruhlarını seve seve feda ederler.” (Hüseyin Hazım, Vatan Muhabbeti, Beyanülhak, cilt II, sayı 55, tarih 29 Mart 1326 – 11 Nisan 1910)
Osmanlı topraklarının sürekli küçülmesi, Afrika, Balkanlar, Arap Eyaletlerinde toprak kaybetmesi, milliyetçilik hareketlerinden etkilenen bölgelerin bağımsızlık istemesi, vatan kavramının ideolojik anlamda tanımlanmasına yol açmıştır. Ne yazık ki bu ideolojik tanımlamadan İslamcı cenah da etkilenmiştir. Askeri yenilgiler, iktisadi ve siyasi sıkışmışlık, ardından gelen coğrafi küçülme, dönemin İslamcı kesiminde telaşa yol açmış, kendi fıkhi geleneğinden koparak, ulusçuların, milliyetçilerin, Türkçülerin etkisinde kalarak, vatan kavramına kutsallık yüklenmiştir. Değişen dönüşen vatan tasavvurunda, vatana karşı beslenen ihlas ve muhabbet, Allah’a ubudiyet olarak ifade edilmiştir. Bu ifade de, Avrupalı bir filozofa aittir ve İslamcılar Avrupalı filozofun yorumunu iktibas etmektedir. (Din-i Tabii, Din-i Mübin, Sebilürreşad, cilt 15, sayı 377, sayfa 241, tarih 7 Teşrînisânî 1334 – 7 Kasım 1918)
“Müslümanın vatanı şeriatın hakim olduğu yerdir”
Vatan kavramının kutsallaşmaya, dinin önüne geçmeye başladığı ilk zamanlarda, meselenin ciddiyetini anlayan Ahmed Cevdet Paşa, vatan kavramına kudsiyet atfetmeye çalışanlara itiraz etmişti. Son zamanında ise Said Halim Paşa “vatan, vatan, vatan” diyenlere ve vatanı ulusçuluk-kavmiyetçilik ideolojisinin putu haline getirmeye çalışanlara itiraz eder. Said Halim Paşa’ya göre “Müslümanın vatanı şeriatın hakim olduğu yerdir.” (Müslümanın Vatanı Şeriatın Hakim Olduğu Yerdir, Cerîde-i Sûfiyye, cilt 4, sayı 109, tarih Rumi: 14 Mart 1331 – 26 Nisan 1915; Sebilürreşad, cilt 13, sayı 331, tarih 5 Mart 1331 – 18 Mart 1915)
Modernleşmenin ilk dönemlerinde, İslam’ın hüküm sürdüğü ve “Darül İslam” olarak anılan yerler, Batılı bir kavram olan “vatan” kavramıyla yer değiştirdi. Darül İslam’ın yerine geçen vatan, İslamcıların tasavvurunda, İslam’ın savunulması gereken topraklarına işaret etmekteydi. Lakin vatan olarak kabul edilen yerler birer birer elden de çıkmaktaydı. İslamcılar, vatan kavramıyla birlikte kavmiyetçiliğin, ırkçılığın da yükselmeye başlayacağını kavrayamadı. Zira vatan kavramı batıdan gelmekte, batıda üzerinde yükseldiği zemin de ulusçuluk-ırkçılıktı. Birçok etnik unsurun bulunduğu Osmanlı devletinde en büyük sorun elbette kavmiyetçilikti. Bu tehlikeyi fark eden Babanzade Ahmed Naim milliyetçilere ciddi eleştirilerde bulunmuştu. (Babanzade Ahmed Naim, İslamda da’va-yı kavmiyyet, Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye: Tevsi-i Tıbaat Matbaası, 1332)
Vatan fikri, garbın müyesser irfanından gelmiştir
Vatan kavramının aslında nereden geldiğini Abdülhak Hamid söylemektedir:
“Memleketimizin harabe-i hazırında, itikadımca en büyük amil, vatan fikrinin vatanımıza pek geç ve pek nakıs dahil olmasıdır.
Dahil dedim, evet, izzet-i nefsimize kıran gelse bile, intibahı milli namına itiraf etmeliyiz ki bu fikir, milletin kendi ruhunda, kendi iradesinden doğmadı. Onu memleketimize ve hususiyle edebiyatımıza ithal ile ruhlarımıza telkin eden garbın müyesser irfanıdır. Bir vatan gayesinin vücut ve ruhunu biz ancak garbın müyesser irfanına vakıf olduktan sonra öğrenebildik.” (Abdülhak Hamid, İlham-ı Vatan, sayfa 3, İstanbul, Mabaa-i Amire, 1334)
“Hıyanet-i Vataniye”
Vatan kavramı, başlı başına ulus devletin mekânı olarak tecelli etti. İstanbul hükümetinden bağımsız olarak Ankara’da kurulan yeni hükümetin kabul ettiği ilk kanunlardan biri de, “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” oldu. Kısa bir süre sonraları da “Vatana ihanet” kavramı üretildi. İstiklal Mahkemelerinden yargılananların tamamı, “İhanet-i Vataniye” suçlamasıyla hüküm giyerek idam edildiler, mahpus oldular.
Yaşadığımız dönemde de, “Vatan” söyleminin ulus devlet tarafından dehşet verici bir şekilde sahiplenildiğini, siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki, içtimai bütün kırılmaların üzerinin “Vatan” söylemiyle örtüldüğünü, muhalefet edenlerin, “vatan haini” olarak itibarsızlaştırıldığı görülmektedir. İttihat ve Terakki iktidarı döneminde, iktidarın yanlış politikalarını eleştirenler, eski istibdad dönemini istemekle suçlanırken, bugünde iktidarın yanlış politikalarını eleştirenlere sürekli eski günler hatırlatılmakta, yer yer vatan hainliğiyle suçlanmakta.
Günümüz laik seküler ulus devletin temel söylemini, “vatan bölünmez, bayrak inmez, ezanlar susmaz” kaidesi üzerinden, “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet” düsturu oluşturmakta.
İktibas Dergisi Ağustos Sayısı