1. Giriş
Kuran İslam’ı
[1] hareketi yeni bir hareket. Bu hareket deneme yanılma yöntemiyle ilerleyip gürül gürül akacağı yatağını arıyor. Şu an küçük su akıntılarıyla ve dağınık akıyor olabilir, fakat bir gün gelecek içinde taşıdığı hakikatin verdiği güç ve onu doğru temsil eden yeni bir nesil sayesinde samimi olarak İslam diyen açık fikirli diğer insanları da kendi bünyesine katıp bir çağlayana dönüşecektir.
2. Muhasebenin gerekliliği
Bu gayeye ulaşabilmek için şimdiye kadar yapılan etkinliklerin muhasebesinin yapılması gerekmektedir. Yeni nesillerin bu doğru temsili başarabilmeleri bizim yapacağımız muhasebeye ve buradan çıkaracağımız isabetli sonuçlara/tedbirlere bağlıdır. Bu üzerimize düşen bir sorumluluktur. Bunu yerine getirmeyen vebal altında kalır ve hesabını Allah’a veremez.
Muhasebe dava çalışmalarını düzeltmenin ve doğru istikamette yol almasını sağlamanın temelini oluşturur.
3. Muhasebenin önündeki engeller: Gurur ve alışkanlığın gücü
Muhasebede hataların gün ışığına çıkması doğal olarak gururumuza dokunabilir. Muhasebenin etkin bir şekilde yapılabilmesi için gururumuzu bir kenara koymalıyız, gözden geçirilecek faaliyetlerin, çalışma sistemlerinin ve anlayışların avukatı değil savcısı
[2] olmalıyız. Aksi takdirde başarısızlıklarımıza sürekli kulp takarız, yanlışlarımızı ve hatalarımızı tevil ederiz. Gururumuz başarılı bir muhasebenin önündeki esas engeldir.
Direncin bir diğer kaynağı alışkanlığın gücüdür. Çünkü alışkanlığın keyfe düşkünlükle bir bağlantısı var. Keyif nefsin hevasıdır. Kurulu bir düzeni sorgulamak keyfi bozmaktadır ve bu yüzden insanın hoşlanmadığı bir şeydir. Her gurubun kurduğu böyle bir düzeni vardır. Düzen bizatihi kötü değildir. Sorgulanan, bu düzenin bir alışkanlık oluşturması ve bu alışkanlığın keyfe dayalı gücünden dolayı yerine daha etkili bir düzen ikame etmeye yanaşmamaktır. Bu ‘doğal’ dirençleri ancak davasında gerçekten samimi olanlar (davasını gururundan ve keyfinden de üstün tutabilenler) aşabilirler. Kim Rabbinin makamın dankorkar ve nefsi heva (gurur ve keyif vs.)dan neyhederse, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir. (79/40-41).
4. Muhasebenin konusu
Sorunu teşhis için kaynağına inmeliyiz. Sorun etkinliklerin yanlışlığından mı, bunları uygulayan kişilerin yetersizliğinden mi, kullanılan metodların uygunsuzluğundan mı kaynaklanıyor?
Etkinliklerin yanlış olup olmadığını tespit için hedef(ler) açısından gözden geçirilmeleri gerekir. Bu faaliyetlerin bizi hedefe yaklaştırıp yaklaştırmadığı tespit edilmelidir.
[3]
İkinci olarak performansımızı gözden geçirmeliyiz. Ortaya koyduğumuz performans yeterli düzeyde midir? Bütün imkanlarımızı sonuna kadar kullanarak mı dava çalışması yapıyoruz? Bu konuda sahabeyi örnek alıp kendimizi onlarla kıyaslamalıyız. Örnek olarak Musab b. Umeyr’in Medine’deki tebliğ performansı bir kıstas olmalıdır. O seviyeye ulaşamasak bile en azından yakınlaşma gayemiz olmalıdır. Hz. Nuh’un şu sözleri de bu konuda bir performans göstergesidir:
Dedi ki: “Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum (innî deavtu kavmî leylen ve nehârâ).” “Sonra ben onları açık açık davet ettim. (innî deavtuhum cihârâ)” “Sonra, muhakkak ki ben onlara aleni davette bulundum ve ayrıca da kendilerine özel olarak anlattım. (innî a’lentu lehum ve esrartu lehum isrârâ)” (71/5,8,9)
Metodların
[4] uygunluğunu ise şu an kullandığımız metodların fonksiyonel olup olmadığını, ayrıca çağın yeni geliştirilen ve üretilen çalışma yöntemlerini/araçlarını ne kadar etkin bir biçimde kullanıp kullanmadığımızı gözden geçirerek tespit edebiliriz.
5. Göze çarpan temel eksiklikler
Samimiyet sorunu: Samimiyetsizlik kişinin inandıkları ve doğru bildiklerine aykırı hareket etmesidir. Düşünce ile uygulamanın arasının açık olmasıdır. Temel söylemimiz ‘Kur’an’ı ahlak edinmek’ olmasına rağmen bu söylem halen gereği gibi içselleştirilemedi. Bundan dolayı da sözümüzün tesiri olmuyor. En güzel ve doğru fikri dile getirsek bile insanlar bizi inandırıcı bulmadıkları için fikrimizi kale almıyorlar. Uygulamadaki bu çelişkiler ahlak konularında olduğu gibi cemaatlerin kendi ilkelerine uyma konusunda da söz konusudur. İnsanlar pragmatik davranışlar sergileyebiliyorlar. Pragmatizm düşüncede reddedilse bile cemaat yönetiminde hatalar kabul edilemeyince başvurulan bir can simidine dönüşebilmektedir.
Hedefsiz-plansız-programsız çalışma: Hedeflerin açık ve net tanımları yok. Oysa açık hedef tanımları çalışmalarımızı yönetir. Hedefler sayesinde aktivitelerimizin sırasını planlar, öncelikleri belirler ve başka şeylerle dikkatimizi dağıtmamayı sağlarız. Göz önünde bir hedef bulunmadığında birçok dezavantajlar ortaya çıkmaktadır: Hedef ile ulaşılan sonuç arasında bir kıyaslama imkânı bulunmaz. Nerede durduğumuzu bilemeyiz, doğru bir plan yapamayız ve sisli bir ortamda dolaşır dururuz. Hedefler pusula gibidirler.
‘Planlama’ bir hedefe en etkili bir şekilde ulaşabilmek gayesiyle atılması gereken eylemsel adımların düşünsel olarak önceden tasarlanmasıdır. Bu yapılırken hangi araçlarla hedefe ulaşılacağı dikkate alınır, bu araçların nasıl uygulanabileceği düşünülür ve ulaşılan sonucun nasıl kontrol edilebileceği belirlenir. ‘Plan’ bunun yazıya dökülmesidir.
Çalışmalarda plan/hazırlık aşamasına yeterince zaman ayrılmıyor. Faaliyet sonrası değerlendirmelere hakeza. Plan ve programın önemi idrak edilemiyor, bu da amatörce bir çalışmanın ötesine geçmemizi engellemektedir. On yıllar böylece boşa geçmektedir. Oysa çalışma tarzımız büyük şirketler veya devletlerinki gibi olmalıdır. Dünyada hangi devlet hedefsiz-plansız-programsız iş yapmaktadır?
[6]
Bilgi üzerine yoğunlaşma: Kur’an İslam’ı hareketinin ilk dönemlerinde geleneksel din anlayışındaki hataların ayıklanması ve doğru din anlayışının tesisi için ilmi ve ihtilaflı konulara ağırlık verildi. Bu başlangıç için kabul edilebilir bir durum olabilir. Fakat artık belli bir birikim oluştu ve bu aşama çoktan geçildi. Bundan böyle dengeleme işine gidilmeli, pratikteki (davayı kitlelere yayma konusundaki) sorunlarımızı çözmeye yoğunlaşılmalıdır. Tevbe 122 esprisi içinde bir vazife taksimi yapıp ‘sefere’
[7]yoğunlaşılmalıdır. Çalışmalar ve faaliyetler bu noktada yoğunlaştırılmalıdır. Fikri temel atıldı, artık duvarı yükseltme zamanı geldi.
Hidayet merkezli çalışmama: İnsanların hidayetleri bir devletin kurulmasından daha önemlidir. Dava çalışmalarının temel gayelerinden birisi devletleşmek olsa bile en önemli gayesi insanların cehenneme gitmelerini engellemektir. Çalışmalarda öncelikli gaye ‘insanların hidayetini sağlamak’ olmalıdır. Bu dünya geçicidir. Devletler
[8] de geçicidir. Ahiret ise insanların esas yurdu olacak bir mekandır. İnsanların oradaki akıbeti bu dünyada hangi devlet düzeni altında yaşadıklarından daha önemlidir. İdeal olan İslami bir devlet düzeni altında yaşanmasıdır. Fakat ebedi saadet ve ceza insan için
asıl can alıcı sorundur. ‘Toplum’ ve ‘devlet’ sadece birer araçtırlar ve bu dünyayla sınırlıdırlar. Dava çalışmalarımıza bu perspektiften yaklaşarak insanların hidayetlerini eksene alarak çalışmalıyız. Şu ayeti tekrar mütalaa edelim:
Andolsun biz Nuh’u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım (inni ehafu aleykum azabe yevmin azim) (7/59)
Dolayısıyla hidayet ve devlet çifte hedef olmalıdır, hidayet bir baş önde olmalıdır.
Merkezi böyle belirleyince faaliyetler/ağırlık/öncelik/uslup/yaklaşım tarzı hepsi bundan etkilenir. En önemli sonuçlarından birisi insanlara yaklaşırken karşımızdaki kişiye ilk etapta cemaatimize üye olabilecek bir eleman gözüyle bakmamak, ahireti kurtarılacak bir insan teki olarak yaklaşmaktır. Bu birinci hedefe ulaşıldıktan sonra cemaate üye olarak kazanma düşüncesi aklımızda gündeme gelebilir. İkinci etkisi insanları kabiliyetlerine göre sınıflandırmamaktır. Cemaat eksenli çalışma tarzında öncelik cemaate eleman olabilecek kişiler olduğundan, bu tip insanlarla ilgilenmeye ağırlık verilmektedir. Cemaatin (sistemin) ihtiyacı belirleyici olmaktadır. İnsanların ihtiyacı (hidayet) burada arka plana atılmaktadır. Fakat tecrübeyle sabit ki, nice yetenekli, ağzı laf yapan ve bu yüzden kendisine değer verilen insanlar çürük çıkmaktadır. Kuran’ın değer yargıları açısından bakıldığında insanlara yaklaşımdaki ölçümüz onların teknik kabiliyetleri (güzel konuşma yeteneği, yazı yazma kabiliyeti vb.) değil, samimiyet ve takvaları olmalıdır.
Cemaat ‘olgusundan’ ve ‘yönetmekten’ medet ummak: Çalışmalarda sihirli değnek gibi bu kavramlardan medet umuluyor. Cemaat ne kadar güçlü olursa o nispette toplum çabuk değişir anlayışı hâkim. Bu kısmen ve şartlı olarak doğru olan bir cümledir. Bunun doğruluğu olgun ve iyi yetişmiş üyelere bağlıdır. Zira cemaat idaresi zorlu bir süreçtir. Şu anki insan malzemesi bu disipline müsait görünmüyor, dolayısıyla cemaat olgusuna ümit bağlamak en azından o üyeler yetişene kadar aldatıcıdır. Bundan cemaatin feshedilmesi anlamı çıkarılmamalıdır. İnsan unsuru zaafından dolayı cemaatler yüklerini hafif tutmaları gerekiyor. Dışa yönelik faaliyetlere ağırlık vereceklerse bu şarttır. Üye sayısı çoğaldıkça onların bir arada tutulması, yaşanan sürtüşmelerin yönetimi, insanların manen doyurulmaları, sosyal ilişki, kardeşlik hukuku vb. beklentilerinin karşılanması hepsi ciddi enerji gerektiren işler. Şimdi şöyle soralım: Bizim asıl derdimiz, kavgamız, işimiz, vazifemiz kendimizle ilgilenmek, uğraşmak, alış veriş içinde olmak mıydı, yoksa cahiliye içinde bulunan bir toplumu aydınlatmak, tevhidi bu topluma benimsetmek mi esas bizi bir araya getiren saikti? Bu nedenle cemaat ‘yapı/bünye’ olarak ‘ince’ olmalı, hantal olmamalıdır. Çevik ve iş bitirici olmalıdır. Yine aynı nedenle toplumun hızlı değişimi için ‘cemaat merkezli’ değil ‘faaliyet merkezli’ çalışma biçimine geçilmelidir.
Faaliyet merkezli çalışmadan kasıt ‘iş üretmenin’ belirleyici olmasıdır. Cemaat de teoride (başlangıçta) bunun için bir araç olarak düşünülen bir yapıdır. Faaliyeti daha etkin yapacak bir ana esaslar bütünü. Fakat cemaatin sistem olarak ‘kendi yaşamı’ ve iç işleyişi o kadar zaman ve enerji alabilmektedir ki, toplumsal dönüşüme yönelik ciddi bir faaliyet üretemez duruma gelmektedir. Bir cemaat etkin, verimli ve sonuç alıcı faaliyetler üretebildiği sürece varlık hikmetine uygun hareket eder. Cemaat bizatihi amaç değildir. Buna rağmen araçlıktan çıkıp gayeye dönüşmektedir, kendi ‘sistemiyle’ kendi ‘yaşamıyla’ meşgul olmaktadır. Esas vazifesini (çevreye faaliyet) arka plana atmaktadır.
‘Hiçbir fikir örgütlenmeden iktidara gelmez’ anlayışı da bu açıdan gözden geçirilmesi gereken diğer kabullerimizden. Fikrin iktidara gelişinin alternatif yolları araştırılmalıdır. Sadece bir koldan ilerlememek gerekir.
Tebliğ/inzarı ihmal: Çalışmalarda ilk faaliyet-aktivite tebliğ olmalıdır. Kuran bu konuyu öncelemiş, Peygamberimiz bunu uygulamada canlı bir biçimde göstermiştir. Örnek olarak panayırlarda çadır çadır dolaşıp insanlara bire bir tebliğde bulunmuştur. İnternette geçirdiğimiz saatlerin yarısını bire bir tebliğe ayırsak çok daha fazla etkili olabiliriz.
Ayağımıza beklemek: Çalışmalarda bir mekânın olması önemli bir avantajdır. Nitekim sahabe de Darul Erkam’da buluşuyordu. Fakat bizim kullanım tarzımızdan dolayı bu mekânlar bir yönden dezavantajlı bir duruma geliyorlar. Etkinlikler mekân merkezli gerçekleştirilmekte ve belli gün ve saatlere hapsedilmektedirler. Bu da üyelerin o mekâna ‘kurulmalarına’ yol açmaktadır. Sonunda yeni insanlar haftanın bir iki günü mekâna bekleniyorlar. Diğer günler mekân müdavimleri açısından sanki tebliğle sorumlu olmadığımız günler durumuna düşmektedirler. Hâlbuki tebliğ için dışarı çıkılması gerekmektedir. Peygamberimiz insanların ayağına gidiyordu, kazanılan insanları Darul Erkam’da eğitiyordu. Fazla mekân eksenli çalışma bire bir tebliği geri planı atmakta ve sonunda bu görevin unutulmasına yol açmaktadır.
Sayının artmaması: Bu sorun dışarıya çıkmamanın, dışarıda faaliyet göstermemenin, dışarıda kalmamanın sonucudur. Eğitim ve ilmi çalışmalara yoğunlaşıp tebliğ çalışmalarına odaklanmayınca sayıyı artırma vesileleri oluşmamaktadır. Ayrıca yukarıda değindiğimiz gibi içimizde taşıdığımız nefsi zaaflarımızın dışarı yansıması sonucu sözümüzün tesir uyandırmamasından dolayı irtibata geçtiğimiz ve bir süre ilişkide olduğumuz çoğu insanları da kazanamıyoruz.
Eleman yetersizliği: Sayımızın az olması eleman yetersizliğini de beraberinde getiriyor. Halbuki yüz kişiye ulaşılsa/kazanılsa bunların içinden on sağlam eleman çıkar. On kişiye ulaşılınca bir kişi ancak çıkıyor. Fikri benimsediği halde aktif görev üstlenme konusunda müsait olmayan birçok insan olabiliyor. Burada vakitsizlik bir sebep olabildiği gibi ruhi açıdan da hazır olmama söz konusu olmaktadır. Fikri zihnen benimsemek onun ağır yükünü kalben özümsemek anlamına gelmemektedir.
Gerçek şu ki, biz senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız.(73/5)
Toplantılarımızda otuz kişi bir araya gelmekte ve fakat aslında bu yükü omuzlayan üç kişi bulunmaktadır. Biz ise otuz kişilik bir ekibe sahip olduğumuz zehabına kapılmaktayız. Dolayısıyla reel gücümüzü hesaplarken ve buna dayalı geleceğe yönelik plan ve ihtiyaç tespitinde bulunurken bu nokta da göz önünde bulundurulmalıdır.
Takip sistemi eksikliği: Verilen görevlerin ne kadar özenli ve dikkatli yapıldığının takibi yapılmalıdır. Takip ihtiyacı insanın nefis sahibi olmasından kaynaklanmaktadır. Bütün işyerleri ve devlet mekanizmaları da dahil bir denetim ve takip sistemi ile iş görmektedirler. Örnek olarak bir seminer düzenlenecek, üyelere çevrenizden insanları davet edin diyorsunuz, kaç kişiyi davet edip etmediklerini denetlemeniz gerekir. Niye daha çok yeni kişiye davet yapmadıklarını sormanız gerekir. Bir dahaki sefer için daha fazla kişiyi davet edeceklerinin sözünü almanız gerekir. Yeni insanlara nasıl davet edebilecekleri konusunda onları bilgilendirmeniz, gerekirse bu konuda özel bir eğitim vermeniz gerekir.
Gönüllü(parasız) çalışmak gevşekliği, ihmali, görevleri geciktirmeyi, laçka bir çalışma tarzını beraberinde getirebiliyor. Görevlendirme ve denetim sistemi bu yüzden önem kazanmaktadır. İşleri takip etmeli ve insanları kendi nefisleriyle baş başa bırakmamalıyız. Yoksa nefislerine uyup görevlerini çok kolay erteleyebiliyor, savsaklayabiliyorlar. Yaptıkları zaman da gereken özen ve dikkati göstermeden yapabiliyorlar. Bu nedenle görevlerin tanımları yazılmalıdır, denetim eksikliği giderilmelidir.
Kusurlu ekip: Dava çalışmalarının bel kemiğini insan oluşturmaktadır. En iyi program ve en iyi cemaat yapısına sahip olsanız bile insanınız problemli ise yine sıkıntı var demektir. Her fert şunu kendisine sormak zorundadır. ‘Benim ümmete katma değerim nedir? Ne işe yarıyorum? Kaç kişiye faydam dokunuyor? Sadece kendime mi yaşıyorum?’ ‘Ömrümde kaç kişiyi İslam’a getirdim? Kaç kişinin hidayetine vesile oldum? Saymaya çalışsam rakam olarak kaç kişi çıkar?’ Herkes kendisini bu açılardan değerlendirse ve dese ki, ‘kendimden ve ailemden başka en az on kişiye daha faydam dokunmalı’ çok daha iyi bir durumda oluruz. Burada zaten bir şekilde İslam’ı yaşadığı halde cemaate getirdiğimiz kişilerden bahsetmiyoruz. Bunları getirebilmek de başarı, fakat esas başarı ve ihtiyaç olan İslam’dan uzak yaşayan insanların doğru yola gelmelerine vesile olmaktır.
[9]
Fedakârlık zaafı: Fedakârlık asgari kulluk yerine azami kulluk anlayışına sahip olanların gösterebileceği bir özelliktir. İdealist bir kişiliğe sahip olanlar fedakâr olurlar. Bu zaafı yenmek için Allah ile ilişkilerin güçlendirilmesi gerekir. O’na karşı, O’nun beklentilerine/sözüne karşı bir duyarlılık oluşursa insan kendisinden ‘fazlasını’ verir. Aksi takdirde nefis işten kaçma ve keyfe düşkünlük eğilimi gösterir. Nefis sürekli fedakârlık tekerleğine çomak sokmak ister. Kulluk konusunda en azını yaparak kurtulma beklentisiyle hareket eder. Nefsinin bu arzusundan dolayı fedakarlıkta bulunmayan bir kişinin İslami bilinci ancak bu kadarına yeter. Maksadı sadece kendisini kurtarmaktır, bu dünyada Allah’ın hükümleri uygulanmamış onun için o kadar önemli değildir. Rabbimizi seviyorsak fedakârlığımızın oranını ayarlamayı nefsimize bırakmamalıyız. Fedakârlık konusunda Kuran’da gösterilen idealler nefsimizde belirleyici kılınmalıdır.
Örnek olarak şu ayetleri okuyalım:
Medine halkına ve çevresindeki bedevilere, Allah’ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, ‘dayanılmaz bir açlık’ (çekmeleri), kâfirleri ‘kin ve öfkeyle ayaklandıracak’ bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. Küçük, büyük infak ettileri her nafaka ve (Allah yolunda) aştıkları her vadi, mutlaka Allah’ın yaptıklarının daha güzeliyle onlara karşılığını vermesi için, (bunlar) onlar adına yazılmıştır.(9/120-121)
M. Akif konuyu çok güzel özetlemiş:
O hale geldi ki millet vazifesizlikten:
Vazife hissi de kafi değil, bugün cidden.
Evet, onun daha fevkinde ihtiyaç artık….
O ihtiyaç ise: milletçe bir fedakarlıktır.
F.N. Çamlıbel ise fedakarlığın önemini şöyle ifade etmiş: Erişir fethe fedaisi olan davalar.
Bu yüzden gündelik hayatımızdaki işleri planlarken önce İslami görevlerimiz sonra özel işlerimiz anlayışını benimsemeliyiz. Aksi takdirde fedakarlık kavramının uygulama alanı kalmaz. Önce (dünyevi) işler olursa görevlere hiç sıra gelmez veya gecikmeli gelir bu da çalışmaların gidişatını aksatır.
Ehliyetsiz yöneticiler: Yönetim bir yapıda en hassas mevkidir. Bu yüzden buraya sadece ‘emanete ehil’ insanlar getirilmelidir. Bir yönetici bütün bir yapının dağılmasına da yükselmesine de sebebiyet verebilir. İslami bir yönetimde aranması gereken ilk vasıf takvadır. Allah’ın emirlerini titizlikle uygulamada kendini tescil ettirmiş kişiler yönetici olmalıdırlar. Pragmatik
[10] bir kişiliğe sahip olmayan, hatasını kabul etmeyi gurur meselesi yapmayacak kadar olgunlaşmış, adaletten kendi aleyhinde olsa bile sapmayacak kadar takvalı insanlar yönetime getirilmelidirler. Ayrıca yöneticilerden kendilerini geliştirmelerini bekleme hakkımız bulunmaktadır. Liderlik, vasıfları ve yönetim tarzları konusunda yazılmış sayısız makale ve kitap bulunmaktadır. Bunlar etüt edilmeli ve kriterlerimiz doğrultusunda içerdikleri bilgiler süzülmelidir. Diğer yandan ehil yöneticilerin varlığı yönetilenlerin bilinçli ve cesur olmalarına bağlıdır. Yöneticisini üslubunca hesaba çekme ve gerektiğinde tavır koyma cesaretinden yoksun ve pragmatik hareket eden insanlar ehliyetsiz yöneticilerin ayakta durmalarının teminatıdırlar.
Görev bilinci eksikliği: Görev bilinci eksikliğini hissettiğimiz bir diğer sorundur. Bu bilinç yapılan işin ne kadar küçük ve basit görünse de davanın gelişmesi için önemini idrak etmek ve bu yüzden görevini ciddiye almayı ifade eder. Görev bilincine sahip bir kimse inandıklarını gerçekleştirmek için derhal harekete geçer. Kararlılık içinde hedefine doğru emin ve sabırlı adımlarla yürür. Görev bilinci görevini (eğer mazereti yoksa) belirlenen vakitte, tanınan sürede ve hakkıyla yapmayı (yani istenildiği şekil, içerik ve kadarda ve o işle gözetilen amacı tahakkuk ettirecek şekilde yapmayı) içine alır.
Bu konuda en iyi örnek Uhud okçularıdır. Onlarda görülen zaaf organizasyon bilimlerinde de konu edinilen bir zaaftır. Verilen emirleri nefsimizin istekleri doğrultusunda tevil etmek, deforme etmek, işimize geldiği gibi yorumlamak. Görev bilincine sahip olanlar görevlerini kastedildikleri şekilde yapmayı önemseyen insanlardır.
Eğitim programlarında en önemli hedeflerden birisi bu bilinci kazandırmak olmalıdır. Bunun için tarihten de örneklerin anlatıldığı ders programları hazırlanmalıdır. Bilhassa çocukların eğitiminde bu bilinç baştan itibaren verilmelidir.
Disiplinsizlik: Disiplin belirlenen kurallara (esprilerini gözden kaçırmaksızın) harfiyen uymanın adıdır. Kurallara (en genişinden en basitine kadar-sohbet sonrası iki bardak bulaşık çıkmış olsa bile onları yıkayıp ait oldukları yere koymak-) uymak cemaatteki nizamı açığa çıkarır
.
Bu konudaki sorun genelde kuralların içeriklerinin küçümsenmesinden kaynaklanıyor. ‘Bunu yapsam ne olur, yapmasam ne olur’ şeklindeki vesveseler disiplinsizliğe yol açıyor.‘Nasıl olsa bir başkası yapar’ türü düşünceler de bu cümledendir. İki dakikalık bir işin külfetine -keyfini düşünerek- girmeyi göze almamak aslında gelecekte büyük sorunların çıkmasına zemin hazırlar. Zira aynı disiplinsizliklere başkalarının da düşmesine kötü örneklik teşkil eder. Çünkü herkesin nefsi ve keyfi var, birisi böyle yaparsa diğeri de ‘o halde ben de yapabilirim’ diye düşünecektir.
Motivasyon eksikliği ve takım çalışmasının gerekliliği: Temel sorunlardan birisi de motivasyon eksikliğidir. Motivasyon konusu en çok yazılmış, çizilmiş konulardandır. Sadece bir kaynaktan bir demet alıntı
[11] yapalım:
Başarılı bir takım çalışmasının sağlanması için takımların sahip olması gereken temel özellikler aşağıda kısaca özetlenmeye çalışılmıştır:
* Amaç Odaklılık: Bir takımın amaçları takım üyeleri tarafından ne kadar benimsenmiş ve paylaşılmışsa başarı oranı o derece yüksek olur.
* Doğru Üyelerden Oluşma: Takım amaçlarına uygun doğru yetenek ve beceriye sahip takım üyelerine sahip olunması takımın başarısını büyük ölçüde artırmaktadır.
* Konu Üzerinde Çalışacak Yeterli Zamana Sahip Olma: Önemli olan takımın bir soruna en kısa sürede çözüm bulması değil, uzun sürede de olsa doğru çözümü bulmasıdır.
* Yönetimin Katılımı: Yönetimin takım çalışmasına katılması yani üyeler tarafından yönetimin desteğinin hissedilmesi takım çalışmasının başarısı için son derece önemlidir.
* Etkili Bir İletişim: Takım kendi içinde, yönetimle ve diğer birimlerle karşılıklı etkili bir iletişim içerisinde olmalıdır.
* Yüksek Derecede Bilgi Sahibi Olma: Takım problem çözme yöntemleri konusunda eğitimli ve kaynaklara ulaşma ve toplama konusunda becerikli olmalıdır. (S. 3)
Takım başarısı üyelerin motivasyonunu ve bağlılıklarını artırmaktadır. (S. 5)
Örgütlerin amaçlarına ulaşmak için kullandıkları kaynaklar arasında insan unsuru en fazla dikkati çekenlerden birisidir. İşletmelerin sahip olduğu en önemli zenginlik kaynağı insandır. Bu nedenle örgütsel yaşamda belki de en büyük çaba, insan unsurunun etkinliğini sağlamak içindir. İnsan unsurunun etkinliği artırıldığında, hem bu kaynaktan daha iyi yararlanılmakta, hem de insan diğer kaynakların kullanımını da gerçekleştirdiği için, bu kaynaklardan da etkin ve verimli bir şekilde yararlanmak mümkün olmaktadır.(S. 8)
Takım motivasyonunun sağlanması, takıma ve üyelere aşağıdaki yararları sağlamaktadır:
* Faaliyetler belirlenmiş zaman ve standartlara uygun şekilde yapılmaktadır.
* İnsanlar iş yaparken zevk almakta, kendilerine değer verildiğini düşünmektedirler.
* İnsanlar, sevdikleri işi yaptıkları için daha çok çalışmaktadırlar.
* Çalışanların moral durumu yüksek olmakta ve uygun iş ortamı sağlanmaktadır. (S. 9)
6. Sağlam Temelin Dört Sacayağı
1) Takvalı insanlar: Sağlam temel ancak takvalı insanlarla atılabilir. Kuran İslam’ı hareketi kendi takva sahibi kadrolarını aramaktadır.
2) Öze konsantre olmak: Öz toplumsal değişimdir. Bunun özü fikrin değişimidir (şirkten tevhide geçiş). Çekici hep aynı yere vurmalı ve halkın bütün kesimlerine- sokaktaki ayakkabı boyacısından en zengin iş adamına kadar herkese- bu fikir anlatılmalı ve benimsetilmeye çalışılmalıdır. Cemaatler özde bu faaliyeti yapmalıdırlar. Bu hedefi öncelemelidirler. Gayemiz toplumsal değişimse (13/11) bu hedefe doğrudan giden yol buradan geçmektedir. Fikri değişen kişinin eğitimi(nefis terbiyesinden başlayarak) ikincil, üçüncül hedeftir. Bu kişinin diğer eksikliklerini (din anlayışı, ahlak vs.) gidermek zamana yayılabilir. Bu noktalara yönelik hiç faaliyet yapılmasın anlamında değil, ağırlık bu alana kaymamalıdır.
3) Çalışan ‘birliktelik’: Kurulan birlikteliklerin anlamlı olabilmeleri için sadece ‘çalışan’ üyelere göre kurulmaları gerekir. Aksi takdirde yazı boyunca değindiğimiz gibi hantal yapılara dönüşmeleri kaçınılmazdır. Yapı çalışan, boşluk dolduran, elini taşın altına koyan, faydalanmak değil faydalandırmak isteyenlerden oluşmalıdır. Diğer ilgi duyan, katılan ve fakat bu vasıfta olmayanlara alternatifler bulunabilir, onları bu yüzden dışlamak gerekmez, fakat cemaatin gidişatı bu insanlara mahkûm edilmemelidir. Hem dışlayıcı olmamak hem de tıkayıcı olmamalarını sağlamak gerekir.
4) Etkin görev dağılımı: Tabiattan kendimize örnek alabileceğimiz birçok misal var. Nitekim bugünkü teknolojik ürünlerin birçoğu tabiattaki örneklerin taklit edilmesiyle
[12] vücut bulmuştur. Mükemmel bir sisteme sahip olan karıncalar devletinde çalışma iki temel prensibe dayanmaktadır:
1. Görev taksimi
2. Uzmanlaşma
Bizim de çalışma anlayışımız böyle olmalıdır. İyi bir vazife taksimi ve vazifesinde uzmanlaşmış insanlara (eğitimci, tebliğci, alim, hatib, aydın vs.) ihtiyacımız var.
[1]Kuran İslam’ı anlayışı Peygamberimizin Kuran’ı anlayış ve yaşayış tarzını bağlayıcı kabul eden bir anlayıştır. Bununla birlikte Peygamberimize atfedilen
rivayetleri Kur’an ekseninde sorgulayan bir zihniyeti temsil eder. Son zamanlarda bu terim sünneti benimsemeyenler için kullanılıyor. Bu kullanımı doğru bulmuyoruz. Sünneti dışlayan bir zihniyet Kur’anî olamaz. Dolayısıyla Kur’an İslam’ı terimi ile tavsif edilmemelidir.
[2]Muhasebe bağlamında dile getirilen eksiklikler, tenkitler geleceğe yönelik ümidimizi azaltabilir. Ancak motivasyonumuz gitmesin diye realiteye gözümüzü kapatmamalıyız. ‘Realist bir ümitvarlık’ anlayışı geliştirmeliyiz. Aksi takdirde ümit adına kendimizi aldatmış oluruz. Kendimizi bu şekilde aldatacağımıza biraz karamsar olmak, sıkılmak, hoşnut olmamak, üzülmek tercihe daha layık duygulardır. Sonuçta biz kalbimizde şu inancı taşıyoruz: Yalnız kaldığımızda bile Hz. İbrahim gibi tek başına bir ümmet olabilmek gerekir(16/120). Demek ki, ümit, esasında etrafımızdaki aktivitelere ve insanlara bağlı bir olgu değildir. O zaten imanımızın içinde olan bir kaynaktır.
[4]Burada metodlardan kasıt siyasi yöntem değildir. Onu ayrı bir başlık(İslami Hareket Yöntemi) altında işleyeceğiz.
[5]Eksikliklerin tespit edilmesi ve nasıl giderileceği konusunda ayrı bir çalışma ekibi oluşturulabilir. Bunlar daha sonraki aşamalarda kalite kontrol sistemleri kurabilirler.
[6]Örnek olarak şu linke bakılabilir:
http://sgb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2015_09/10052958_10.09.2015sp17.15imzasz.pdf (şu sayfalarda örnekler var: S. 18, 23-24, 26, 28, 30, 32, 34-37(SWOT analizi), 38-39, 43-44(Vizyon, misyon), 45-51(Stratejik amaçlar) …)
[7]İçimizden çok okuyan ve ilmi konulara yatkın olanlar ilimde derinleşmeye, geri kalanlar ‘sefer’e odaklı çalışmalıdırlar. Fikri yayma, konuşma teknikleri, sosyal beceriyi geliştirme vb. hususlarda ders ve eğitim almalıdırlar. Pratik faaliyetlerde bulunmalıdırlar.
[8]İslam’da devletin varlık hikmeti cennete giden yolları açmak, cehenneme giden yolları kapatmaktır. İslami bir devlet olursa insanların hidayeti daha köklü ve garantili bir şekilde sağlanabilir. Ancak o hedefe varana kadar hidayet konusunun arka plana atılması ve siyasi aracın merkeze konulması kanaatimizce doğru değildir. Bununla birlikte ‘devlet’ Allah’ın hükmünün egemen olması idealinin somutlaştığı kavram olduğundan bu hedeften hiçbir zaman vazgeçmemek ve son zamanlarda değişik biçimlerde yapıldığı gibi önemsizleştirip değerini düşürmemek gerekir.
[9]Kitleselleşmek ancak böyle gerçekleşir. ‘Yeni’ insanlar kazanılmalıdır. İslam olanların sayısı artmalıdır. Zaten İslam olan birisini bir cemaatten diğerine transfer etmek veya cemaati olmayana bir cemaat kazandırmak
bu anlamda bir ‘kazanım’ değildir.
[10]Açık bir Kurani ilkeyi kişisel menfaat, gurur veya cemaat menfaati gerektiriyor diye askıya almak pragmatik bir davranıştır. Cemaat sadece bir araçtır, cemaatin geleceğini düşünerek -İslami bir gayeyle olsa bile- Allah’ın hükmüne aykırı bir hareketin içine gidilmesi ‘gaye vasıtayı meşru kılar’ düşüncesini pratikte onaylamak anlamına gelir. Bu tür bir davranış meşru kabul edilirse pragmatik hareket eden diğer guruplar ve cemaatleri de artık eleştirme hakkımızı yitiririz. Onlarla pragmatik davranışın sadece derecesinde farklılaşmış oluruz. Bir bardak içki içmekle birkaç şişe içmek arasındaki fark gibi. Burada içmekten daha kötü olan ise içmenin meşru kabul edilmesidir.Her insan hata yapabilir, hatasından dönebilir, tövbe kapısı Kuran’ın herkese açtığı bir kapıdır, önemli olan hatayı meşrulaştırmamaktır. Aksi takdirde bu davranış ‘yeri geldiği zaman’ hep tekrarlanır.
[12]Örnek olarak balinaların vücut yapıları incelenerek denizaltı gemileri yapılmıştır. Çekirgelerin davranışları kaldırma ve iletme makinalarına örnek teşkil etmiştir vs.