Bu yazıda Peygamberimizin (a.s.)tek kişiden devlete giden yolda hangi stratejiyi izlediği analiz edilecektir. Strateji kavramı hedefe giden yolu; bu yolda önem ve aciliyet kriterlerine göre en yüksek yararı getiren faaliyetlerin seçilmesi ve bunların öncelik sırasının belirlenmesini ifade etmektedir.
Amaç Hz. Peygamberin‘İslami bir devlet kurma hedefine’ nasıl ulaştığını ortaya koyarak bugünkü dava çalışmalarında örnek alınması gereken hususlarıtespit etmektir.Bu soruyu cevaplayabilmek için şu üç noktayı netleştirmeye ve ikincisininaltını tekrar çizmeye
[1] çalışacağız:
1. Hedefler.Esas hedefe giden ara hedefler nelerdi?
2. İlkeler. Hangi ilkelere göre hareket edildi? Mekke’de bugünkü örneklere benzer veya yakın bir pragmatizme
[2] rastlanabiliyor mu?
3. Strateji. Bu hedeflere ulaşabilmek için hangi strateji izlendi?Öncelikli faaliyetler nelerdi? Hangi aşamalar takip edildi?
1. Hedefler
Esas hedef dinin yeryüzüne hakim olmasıdır. Biz bu hedefi ‘İslami devlet kurmak’ şeklinde ifade ettik. Peygamberimizin Medine’ye hicret ettikten sonra iktidarı ele alması İslam’da devlet olmanın/kurmanın öncelikli hedef olduğunun en açık kanıtlarındandır. Bu başlıkta ‘hedefler’den kasıt ise esas hedef olan ‘dini hakim kılmaya’ giden ‘ara hedeflerdir’.
Peygamberimizin gerçekleştirdiği faaliyetlerden yola çıkılınca Mekke’de takip ettiği ara hedefleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. Kaliteyi artırmak: Darul Erkam’da özel arınma eğitimi
2. Sayıyı artırmak: Bütün insanlara mesajı duyurmak veonları ikna etmek
3. Nüfuz sahiplerini kazanmak: Liderleri kazanmaya özel ilgi
2. İlkeler
İlkeler konusunu üç noktada özetleyebiliriz:
1. Tevhid hedefine odaklanmak. Tevhidi öncelemek. Konu bulanıklığı oluşturmamak.
Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.(16/36)
Bataklığın kökü şirktir. Onu kurutmadan sivri sineklerle uğraşmak zaman israfıdır. Dolayısıyla davetimizde lafı dolandırmamak, hemen öze gelmek gerekir. Mesajın açıklığını ve tevhid vurgusunu her türlü kaygının üstünde ve hep ön planda tutmak gerekir. İslam’ın temel mesajı tektir. Burada ‘tevhid ve adalet’ gibi ikili hedefler yoktur. Sosyal adalet/insan hakları mücadelesi vb. hedefleri savunmak, insanların kendi aralarında yaşadıkları (haksızlık, sömürü vb.) sorunları esas sorunla aynı düzleme çıkarmakdoğru değildir. İnsanlarınasıl sorunu tağutları reddedip Allah’a kulluk yapmamalarıdır. Diğer bütün sorunların kaynağındabu sorun yatmaktadır (şirk). Bu mevcut sistemin diğer bozuklukları hiç eleştirilmesin demek değildir. Nitekim Kuran’da bu eleştiriler yer almıştır. Fakat kitlelerin karşısına başka hedefleri de gündeme getirerek çıkmak birincil ve esas mevzunun ehemmiyetinden kısmakla mümkündür ki, bu tevhid söylemini ve vurgusunu zayıflatır. Seyyid Kutub’un bu konudaki tespitleri halen geçerlidir.
[3]
2. Mesajı gizlememek. ‘Açık mesaj’ siyaseti gütmek.
Hz. Nuh’tan Hz. Peygamber’e kadar bu konuda bir süreklilik görülmektedir. ‘(Nuh) dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.’(71/2)ve ‘Ve de ki: “Şüphe yok, ben apaçık bir uyarıcıyım.”(15/89) ayetleriPeygamberimizin stratejisinde herhangi bir pragmatik gerekçeden dolayı mesajın açıklığından ve netliğinden taviz vermenin söz konusu olmadığını göstermektedir. Bu hususun pragmatik insanlar tarafından anlaşılması zordur. Zira açık mesaj genelde tepki ve zulüm getirebilir ve insanlar davalarını en az zararla yürütme eğilimindedirler.
3. Uzlaşmamak. Uzlaşma tekliflerini reddetmek.
Bütün siyer kaynaklarında Peygamberimize Mekke’nin çeşitli dönemlerinde değişik içeriklerle uzlaşma teklifleri yapıldığını okuyoruz. Uzlaşma tekliflerinin en önemlilerininkronolojisini vermek bize sistemin hareketi rayından saptırmak için nasıl bir strateji izlediğini ve Kuran’ın bizzat el atıp
[4] yönlendirdiği bu meselede Peygamberimizin müşriklere karşı nasıl kararlı durduğunu gösterecektir. Öncelikle bu konudaki rivayetleri kronolojik olarak şöyle tasnif edebiliriz:
Mekke’li liderler yeğenini himaye eden Ebu Talibi defaatlerce sıkıştırmışlardı. Son başarısız görüşmeleri ve aldığı tehdit üzerine Ebu Talib, Peygamberimizi çağırarak: ‘Ey kardeşimin oğlu, kavminden bana gelerek böyle böyle dediler, beni ve kendini daha fazla zorlama ve taşıyamayacağım yükü bana yükleme’ dedi. Resulullah amcasının artık kendisine yardım etmekten aciz kaldığını düşünerek: ‘Ey Amca! Allah’ın adına yemin ederim ki, güneşi sağ elime ve ayı da sol elime verseler, bu davadan vazgeçmem.’ Bunun üzerine Ebu Talip: ‘Ey kardeşimin oğlu, git ve istediğin gibi konuş, seni kesinlikle kimseye teslim edecek değilim’ dedi (İbn Hişam, Cilt: 1, S. 334, Kahraman Yayınları).
Ebu Talib’ten netice alamayan Mekke’liler, Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in Müslüman olmasından ve mevcut gidişatla/politikayla İslam’ın önünü alamayacaklarına kanaat getirdikten sonra yaptıkları istişare sonucunda Utbe bin Rabia’yı görevlendirerek ilk ciddi teklifi götürürler.
1. Teklif:
Utbe b. Rabia Peygamberimize gelip şu teklifi yapmıştır: ‘Bu söylediklerinle mal temin etmek istiyorsan, kavmin bu konuda üzerine düşeni derhal yapar ve sen de en zengimiz olursun. Şeref peşindeysen, sana öyle bir makam verir ki, kavmin içinde en yüksek makamı elde edersin. Yok şayet cin çarptığı için böyle şeyler söylüyor ve bundan kurtulamıyorsan, malımızı harcarız, her şeyi bu uğurda feda ederiz ve seni tedavi ettiririz. Hayır, kral olmak istiyorsan seni kral da yaparız.’ Peygamberimiz şu şekilde cevap vermiştir: “–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat ve ne de reislik! Benim tek istediğim şudur: Putlara tapmaktan vazgeçiniz, yalnız bir olan Allâh’a ibâdet ediniz!” (Zekai Konrapa, Peygamberimiz, S. 107)
2. Teklif:
‘Bir defasında Mekke’nin ileri gelenleri Kabe’nin altında toplandılar ve birbirlerine: Muhammed’e haber gönderin, onunla tartışın, ta ki mazeretiniz kalmasın, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e kendisiyle konuşmak istediklerine dair haber saldılar. Peygamber gelince ona şöyle dediler: ‘Vallahi, Arap kavminde senin kadar kendi kavmini bölen başka bir kişiyi görmedik. Sen atalarını kötüledin. Dinimizde ayıp buldun. İnsanları aptal yerine koydun. İlahlarımıza hakaret ettin. İkilik yarattın. Eğer sen bunları para ve mal-mülk için yapıyorsan emin ol biz sana o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen hepimizden daha zengin olacaksın. Yok büyük olmak istiyorsan, biz seni önderimiz seçeriz. Yok, krallık istiyorsan seni kral yaparız. Yok sana musallat olan bir cin sana geliyorsa, seni tedavi ettiririz.’ Buna cevap olarak Hz. Peygamber şöyle dedi:‘Ben sizin dediğiniz gibi hasta filan değilim. Size getirdiğim şeyi, ne sizden mal-mülk talep etmek, ne mevki ve makama kavuşmak ne de kralınız olmak için getirmişimdir. Gerçek şu ki, Allah beni size Rasul olarak göndermiştir…’ Daha sonra bazı mucizeler göstermesini istediler. İbn Hişam İbn İshak’a dayanarak bununla ilgili şunları da yazmıştır: ‘Ben bu gibi şeyler yapmak için dünyaya gönderilmedim. Allah beni hangi şeyler için göndermişse onları size ilettim.’ (İ. Hişam, Cilt:1,S. 373-374) (Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, S. 987, Pınar Yayınları)
3. Teklif:
Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velid bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: ” Ya Muhammed! Gel, biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibadet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Allah, Rasülü’nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: “Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibadet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibadet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 1-6) (İ. Hişam, Cilt:1, S. 457)
Müslümanların sıkıntılarını
[5], uğradıkları işkenceleri bitirecek özelliğine rağmen yapılan bunca uzlaşma teklifleri neden kabul edilmedi sorusu ilkeleri tespit ederken kilit bir sorudur. İnsan (nefsin özelliğinden dolayı) ‘tabiatı’ itibariyle pragmatizme meyillidir.Bu eğilime ve kesin ‘faydalarına’ rağmen uzlaşma teklifleri reddediliyor. Burada özel bir hassasiyet göze çarpmaktadır. Bu hassasiyetin çok kolay(pragmatik gerekçelerle) etrafından dolanılabilecek bir mesele olmadığının altını çizmek gerekir.
[6] Zira gerekçe olarak sunulan bugünkü düşüncelerin en â’lası o dönemde yaşanmaktaydı. Bu durumda aynı sebeplerden dolayıonlar niye pragmatik davranmadılar sorusu hep cevapsız kalacaktır.
Uzlaşma teklifleri reddedildi, ‘çünkü orta çözümde zorunlu olarak şirk şaibeleri bulunacak ve hak olan Allah’ın dininde karşılıklı pazarlık yapılacaktır. Oysa Allah, Rasulünü ancak bu tür bütün durumlarla ve tüm çeşitleriyle şirkle savaşmak için göndermiştir. Amaç; dinin tamamının Allah’a ait olması, Hakk’ın gerçekleşmesi, yerini bulması ve batılın batması, yokolmasıdır. Böyle bir dinin elçisinin bu tür olumsuz pozisyonlara girmesi imkansızdı;’ (İ. Derveze, Kuran’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, II/s. 192-193, Yöneliş Y.)
Sonuç olarak Mekke’de bugünkü örneklere benzer veya yakın bir pragmatizme
[7] rastlanmadığı tespitini yapabiliriz.Pragmatist yaklaşımların önemli bir sorunu sınırın nerede çizileceğinin belirlenememesidir. İlkesel yaklaşım sahiplerinin sorunu da nerede esneklik gösterilebileceğini tespit için hikmet ve basiret sahibi insanların az oluşudur. Peygamberimizde bunu en iyi ‘eman müessesesini’ hiç çekinmeden (‘Allah’ın elçisi bir müşriğin himayesine nasıl girer’ gibi bir düşünceye kapılmaksızın) ve fakat mesajdan da hiç taviz vermeden kullanmasında görüyoruz.
Uzlaşma ve sistem içi araçların kullanımı meselesi
‘Sistem içi araç’ kavramı hem tartışmalı hem de net bir içeriğe sahip olmayan bir kavramdır. Mekke’de Peygamberimizin kullandığı ve bu tabir altına girebilecek bir araç olarak sadece
[8] ‘eman’ müessesesi örnek olarak verilebilir. Bu konuda M. Hamidullah şu bilgiyi verir: ‘
Himaye hakkıtanımak bütün Arabistan’da çok yaygındı.’ (Muhammed Hamidullah, Resulullah Muhammed, S. 238, Beyan Yayınları). Dolayısıyla ‘eman’ toplumsal sistemin geleneksel bir aracıdır, siyasi sistemin bir aracı değildi.Korunma doğal bir ihtiyaçtır. Eman kurumu bu ihtiyacı karşılamak için başvurulan bir araçtı.
Eman müessesesi bağlamında sorulabilecek soru şu olabilir: Sistem içi araçları kullanmanın sınırı ile ilgili bu örneklerden neler çıkarabiliriz?Müslümanlar ilkelere ters düşmeyen(meşru) her aracı kullandılar. Peygamberimizin Ebu Talibin emanını ne pahasına olursa olsun tutmak değil, tevhidin tebliğini ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeye çalışması ortadadır. ‘Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz davamdan vazgeçmem’ sözü bunun göstergesidir.
Peygamberimiz sosyal boykot dönemindeki himayeye taviz vermeksizin nail olmuştur. Kendisini boykot döneminde himaye eden müşrik akrabaları(Haşim ve Muttalib oğulları) böyle bir şart ileri sürmedikleri gibi, Peygamberimiz onların Müslümanlardan dolayı çektikleri sıkıntıların hafiflemesi hatırına da tavize yanaşmamıştır.(Münir M. Gadban, Nebevi Hareket Metodu, S.163, Nehir Yayınları)
Taif dönüşü Peygamberimizin Mutim b. Adiy’e mesaj gönderip himaye talep etmesinde de aynı özelliği görmekteyiz.Zaten dinden taviz vermiş olsa himayeye de ihtiyaç kalmayacaktı. Himaye ancak taviz verilmediği ve uzlaşılmadığı zaman başvurulması anlamlı olabilecek bir araçtı.
Bunun dışında siyasetin merkezi olan sistem içi araçlara, örneğin şehir parlamentosu hüviyetindeki Darun Nedve’ye başvurulmamıştır, katılım sağlanmamıştır.Sistemin/siyasetin esas (siyasi kararların alındığı) araçlarından Mekke’de uzak durulmuştur. Bu noktada ‘esas özü’ tespit etmek gerek. Sistem içi/dışı araçların kullanımında mesajı tüm açıklığıyla her yer ve zamanda söyleyebilme temel ölçüdür/ilkedir. Herhangi bir sistem içi aracın kullanımına bu ilkeden taviz karşılığında 13 yıllık Mekke döneminde şahit olmuyoruz.Sonuç olarak zorlu 13 yıl boyunca ‘gerektiği halde’ hiçbir gayri meşru aracın kullanılmadığının altını çizebiliriz.
Bütün bu örneklerden mutlak olarak siyasi karar mekanizmaları kullanılamaz sonucu çıkmaz. Hz. Yusuf örneği ‘belli şartlarda’ bunun mümkün ve meşru olduğunu göstermektedir. Fakat burada iki örneği birbirine çatışmayacak şekilde anlamak gerekir. Dolayısıyla sistemle uzlaşmadıktan sonra ve ilkelerden taviz vermeme şartıyla Peygamberimiz imkanların hepsini kullanıyordu. Nedve parlamentosu dini bir parlamento hüviyetindeydi. Resmi ideoloji putlar inancıydı. Resulün orada yer alması putlara ses çıkarmaması veya onaylaması şartıyla olabilirdi ki, uzlaşma tekliflerinde bu zaten yer alıyordu. Bu meclisi Peygamberimizin kullanması ancak taviz karşılığında mümkün olabileceğinden bu ‘sistem içi araç’abu sebeple başvurulmamıştır diyebiliriz. Nötr hüviyetli bir meclis olmuş ve fayda sağlama özelliği olsaydı belki o araçtan istifade edilecekti. Dolayısıyla ‘ilke’ ve ‘fayda’ sistem içi veya dışı bir aracı İslam davası uğruna kullanırken gözetilen iki kriterdir. Birincisi tamamen belirleyici ve hakim konumdadır.İkincisinin siyerde belirleyici olduğuna dair hiçbir işaret yoktur ve birincisinin önüne geçtiğine dair bir rivayet bulunmamaktadır. İşte bu nokta bütün Müslümanları Ahzab 23 bağlamında bağlayıcı bir kuraldır.
3. Strateji
Strateji hep bir hedefle bağlantılı kullanılan bir kavramdır. Peygamberimizin ana hedefe giderken hangi stratejiyi izlediği sorusuyukarıda da belirtildiği gibi toplumu değiştirmeye çalışırken gerçekleştirdiği öncelikli ve ağırlıklı faaliyetlerneydi ve bunların arasındaki sıralamayla ilgili bir sorudur.
Peygamberimizin stratejisinin iki temel ayağı vardı:
1. Hazırlıkve kadrolaşma
Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.(2/151)
İlk indirilen surelerde geçen ‘Gece kalk, senin üzerine ağır yük bırakacağız.’(Müzzemmil 1-5) ayetleri hazırlığa işaret eden ayetlerdir. Dava yükünü taşımak kuru slogancılıkla olmaz. Manevi bir derinliği olmayan bir hareketin tevhid mücadelesi slogancılıktan öteye gidemez. Böyle bir hareket nefsin etkilerine sürekli açıktır ve bir süre sonra yükün ağırlığı altında tıkanır, bugün olduğu gibi.
Uygulamalı İç Eğitim Kurumu: Daru’l Erkam
Bu nedenle tevhidi kabul ettikten sonra her insanın bir iç eğitime ihtiyacı vardır. Eğitimin amacı iman edenlere ittika hali kazandırmaktır. İç eğitim müessesesi olarak Darul Erkam’ın esas fonksiyonu buydu: Muttaki insan yetiştirmek. İman zihni ve kalbi bir olgudur. Nefis kendiliğinden imanın formunu almamaktadır. Bu ‘özel bir gayreti’ gerektirmektedir. Bu gayreti göstermeksizin takva seviyesine ulaşılamıyor. Daru’l Erkam bu özel gayretin nasıl gösterileceğinin eğitiminin verildiği bir merkezdir.
Yine Erkam’ın evinde profesyonel tebliğcilerin yetiştirildiğini görüyoruz. Bunun en iyi delili Musab gibi Medine’de başarılı olan bir tebliğcinin bu okuldan yetişmiş olmasıdır.
Dolayısıyla iç eğitimin amacı uygulamayı pekiştirmektir. İhtiyaç malumat birikimi değildir. İnançla ilgili doğru bilgilerin kavranması ve yaşamla ilgili bilgilerin uygulanmasıdır asıl önemli olan.Bu diğeri değersiz ve hiç olmasın anlamında değildir.
Bu nedenle bir eğitim merkezinin kurulması Peygamberimizin stratejisinin bir parçasıydı. Bugün de her gurubun bir merkezi var, fakat sorun bu merkezlerin gerektiği gibi nebevi tarzda eğitim vermemeleri ve/veya bu mekanların dışına gerektiği gibi çıkılmaması, toplumla içli dışlı olunmamasıdır. Faaliyetlerin yüzde doksanından fazlasının içe yönelik gerçekleştirilmesidir.
Peygamberimizin döneminde hazırlık ve yayılma aşaması eşzamanlı yürüdü.
2. Temel strateji=Yayılma
Siyerdeki bilgilere bir bütün olarak bakıldığında öncelikli faaliyetin yayılma faaliyeti olduğunu görürüz. Örnek olarak Peygamberimiz Mekke’de kapı kapı, panayırlarda tezgah tezgah, hac mevsimlerinde çadır çadır dolaşıp ‘La ilahe illah deyin kurtulun’ sözünü söylüyordu.
Faaliyetlerin çemberinin içinde toplumun bütünü vardı, çalışmalar kadro ile sınırlandırılmıyor, belli kişileri eğitip toplumla irtibatı arka plana itme gibi kapalı devre bir çalışma yapılmamaktaydı.
Kuran’daki ifadeleri de dikkate aldığımızda toplumun fikrini/inanç yapısını/hayata bakışını değiştirme eksenli bir mücadele söz konusuydu.
Taşın üstüne sürekli damlayan su damlaları (‘la ilahe illallah deyin kurtulun’ sözü) misali önceledikleri faaliyet tevhide davet, tevhidi tebliğ, tevhidi izah, tevhidi örnekleme idi. Faaliyet ritminin en bariz vasfı bunun tekrar tekrar toplumun bütün fertlerine yapılmasıydı. Tıpkı Hz. Nuh’un şu sözünde olduğu gibi: ‘Gece gündüz tebliğ ettim…’ Dolayısıyla onlar sürekli davet ettiler, davet ettiler, davet ettiler. Başarıyı bu faaliyete bağladılar. Başka türlü de olması 13/11 ayetini esas alan bir anlayış için mümkün değildi. Toplumun çoğunluğunu kazanmadan dini hakim kılmak mümkün değildir. Bu da ancak ilim ve eğitim faaliyetlerini değil, yayılma faaliyetini öncelemekle gerçekleşebilir. Bir diğer ifadeyle Peygamberimiz çalışmalarında ‘yayılma faaliyeti’ni önceledi.
Dolayısıyla yayılma stratejisi sürekli yeni insan kazanmayı önceleme stratejisidir. Kazanmanın kriteri kişinin tevhidi bilince ermesidir. Bu stratejinin bariz vasfı, kazanılan kişilerin eğitiminin yayılma faaliyetini sekteye uğratmaması, yeni insan kazanmaya devam edilmesidir. Kitleselleşme gerçekleşene kadar bu şekilde devam edilmesidir ve öncelik sıralamasında geri plana alınmamasıdır. Peygamberimizin uygulaması bunu göstermektedir.
İbn Kesir şu bilgiyi paylaşır: ‘Rasulullah, gece gündüz demeden, gizli, açık her şekilde insanları Allah’a imana davete devam ediyordu. Onu, bu işinden hiç kimse alıkoyamıyor ve geri çeviremiyordu. İnsanların meclislerine, toplantı ve merasim yerlerine, alış-veriş yerlerine, hac duraklarına uğruyor, karşılaştığı, hür, köle, zayıf, güçlü, zengin, yoksul herkesi imana davet ediyordu.’ (İ.Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, III/54, C.Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti’nden naklen, S.266)
‘İbn Hişam, İbn İshak’a atfen Rasulullah’ın küçük-büyük her toplantıya ve özellikle fuar ve panayırlara gidip herkesi İslam’a davet ettiğini ifade etmiştir.’(Mevdudi, a.g.e., S. 975)
Boykot yıllarında da aynı yoğunluk devam ediyordu. Kinane oğullarından bir görgü tanığı şöyle anlatıyor: ‘Muhammed’i bir defasında Zu’l Mecaz çarşısında gördüm. Çevresindeki insanlara getirdiği dini anlatıyor; ‘Ey insanlar, Allah’tan başka ilah yoktur deyin ve kurtuluşa erin’ diyordu. O insanlarla görüşüp konuşurken Ebu Cehil de peşi sıra O’nu takip ediyor ve bir yandan O’nun başına toprak saçıyor, bir yandan da ‘Ey insanlar! Bu adam sizi dininizden döndürmek istiyor. Sakın O’na kanmayın. O sizden ilahlarınızı terk etmenizi, Lat ve Uzza’yı bırakmanızı istiyor. Sakın O’na uymayın’ diye bağırıyordu. Fakat onun bütün engellemelerine rağmen, Muhammed söylemesi gerekenleri söylemeye devam ediyordu.’(Ahmed, Müsned, IV/63, C. Vatandaş, a.g.e.’den naklen, S. 491)
‘Taberi kendi tarih kitabında ve İbn Esir de kendi eserinde Kureyşlilerin Beni Haşim ile Beni Muttalib’i sosyal ve ekonomik açıdan boykot edip Şi’bi Ebi Talip’de mahsur ettikleri zorlu günlerde bile, Hz. Peygamberin tebliğ çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ bazan gizli bazan açık oluyordu; ama gece-gündüz devam ediyordu. Kuran’ın sure ve ayetleri bu devrede ard arda geliyor ve bunların halka duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber bu ayet ve sureleri halka alenen duyuruyor; kafirlerin itiraz ve ithamlarına cevap veriyordu.’ (Mevdudi, a.g.e., S. 974)
‘Taif’ten sonra Peygamberimiz Mina’da Hacc gurupları arasında bir gün içerisinde on beş görüşme yapmıştı ve bu insanların hepsi farklı tepkiler vermişlerdi.’(M. Hamidullah,a.g.e., S. 87)
Musab bin Umeyr’in Medine’deki faaliyetlerinde de ‘yayılma eksenli’ çalıştığını görüyoruz. Peygamberimizin takip ettiği ‘sürekli yeni insan kazanma’ hedefi öncelikli hedefti. Zira bir davanın hakim kılınmasında temel kriter sayı artışıdır (tevhidi bilince ermiş insan sayısı). Müslümanların sayısının Medine’de artış göstermesi ve bunun sonucunda Akabe biatının yapılması (devletin kuruluş aşamasına geçilmesi) ‘sayı artışı’ hedefinin kilit nokta olduğunu kanıtlar: ‘Medine’deki bu ilk İslam diplomatı, Allah’ın yardımından sonra, zekası, hikmeti ve olgunluğuyla, bir yıl içerisinde Useyd bin Hudayr ve Sad bin Muaz gibi Evsin büyük liderlerini İslam’a çekebilmiştir. Evs’in liderlerinden olan Abduleşhel oğullarından, kadın, erkek, çocuk, İslam’a girmedik kalmamıştı. İslami akım büyümüş ve Medine’de İslam devriminin yapılması için ortam hazırlanmıştı.’(Gadban, a.g.e., S. 227)
Yine Hudeybiye anlaşması imzalanır imzalanmaz çevredeki devletlere İslam’a davet mektuplarının gönderilmesinde de hızlı bir şekilde yayılma stratejisini görüyoruz. Bu bağlamda ‘Çağrı’ filminin ilk sahnesini aklımıza getirelim. Oradaki dinamizme bugün ne kadar ihtiyaç var. Hudeybiye anlaşmasından sonra Peygamberimiz bütün çevre kabilelere tebliğciler gönderiyor ve iki yıl içinde bu yayılma çalışmaları sonucunda bütün Arabistan İslam’a giriyor. Hudeybiyeden sonraki iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı daha önceki 19 yıldan kat kat fazlaydı.
Yayılma stratejisinin altında merhamet motivasyonu yatmaktadır. Bunu Hz. Nuh’un şu sözünde görüyoruz: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Sizin için acı bir günün azabından korkuyorum’ (Hud,26). Hz. Peygamberin Safa tepesindeki sözlerinde de bunu görmekteyiz. Tek tek Kureyş kabilesinin kollarının isimlerini sayarak ‘Ey Abdimenafoğulları, Ey Fihr oğulları, Ey Zühreoğulları … kendinizi ateşten koruyun.’
Yayılma stratejisinin diğer bir temel motivasyonu dinin hakim kılınmasınınsünnetullaha uygun bir biçimde (13/11) gerçekleşebilmesinin kamuoyunun kazanılmasıyla mümkün olmasıdır.[9]
Keşke bugün de cemaatlerimiz Peygamberimizin bu yönünü örnek alıp faaliyetlerinin odak noktasını yayılma eksenli oluştursalar.
Yayılma aşamaları ve taktikleriİlk üç yıl – gizli davet yanılgısı
Bi’setin ilk üçyılının (M. 610 – 613 arası) gerçek mahiyetini belirlemek atılacak ilk adımlara örnek olması ve tabiri caizse ilk düğmenin yanlış iliklenmemesi açısından önemlidir. İlk üç yılı siyer kaynaklarından incelerken Kuran’la uyumlu bir tablo çizebilmek gerekir. Ayetlerle çelişen siyer anlatımları söz konusu olduğunda ayetlerin esas alınması gerekir veya makul(ikna edici) bir tevili/telifi/açıklaması yapılabilmelidir.
‘Gizli davet’ tabiri ‘sadece belli insanlara gizlice daveti’ çağrıştıran bir ifade olarak tanımlanırsa böyle bir yöntemin takip edilmediği sonucuna varırız. Zira ilk indirilen surelerde gizli daveti ima eden, işaret eden ayetlerin olmadığını görüyoruz. Tam aksine davetin ilk yıllarda açık olduğunu kanıtlayan nice ayet vardır. Gizli davetin olmadığını ayetlerin yanısıra bir takım rivayetler de desteklemektedir (Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, S. 115-116).
Dolayısıyla tebliğde gizli davet-açık davet şeklinde aşamalardan bahsedilemez. Belki teşkilatlanma gizlidir denilebilir fakat tebliğ açıktı. Müslümanların birçoğu kimliklerini gizlemiyorlardı. En zayıflarından olan köleler takiyye yapabilirlerdi. Ta baştan onlara bu ruhsat tanınabilirdi. Bilali Habeşi örneğinde bunun böyle olmadığını görüyoruz. Ruhsat sadece işkence ve ölüm tehlikesi durumları için verilmişti. Kimliğini izhar edip etmeme ferdi bir karardı, kimileri ilan etmiyorlardı, ilan etmeyenlerin kimliği hayatın doğal akışı içinde bir vesileyle ortaya çıkıyordu, sistemli bir takiyye uygulaması yoktu. Fertler kendi şartlarına göre kimliklerini direk açığa vuruyorlardı veya bir süreliğine gizliyorlardı. Gizleyenler ise işkence ve can tehlikesi(ilk şehitler verilmişti, oradan yola çıkarak) durumundan dolayı gizliyorlardı. Mekke şehri kabile ve onların boyları şeklinde organize olduğundan bu konudaki ferdi tutum,bağlı oldukları kabilenin boyunun İslami davete nasıl tepki vereceğine bağlı olarak farklılaşıyordu. Artı kişinin baskıyı göze alıp almama iradesine de bağlıydı. Azimeti veya ruhsatı seçip seçmemede herkes serbestti. Yeni Müslüman olan kişiler bu konuda kendi kararlarını kendileri veriyorlardı.
İmanı gizlemeye Mekke’de rastlanmasına rağmen mesajı eğip bükme, müşriklerin hoşuna gidecek slogan, kavram, düşüncelere prim vermeye ise -işkence altında olma durumu hariç- kesinlikle rastlanmamaktadır. Bu da kaydedilmesi gereken önemli bir noktadır. Yani imanı gizleme olabilir, fakat mesajı eğip bükme olamaz.
Dolayısıyla ilk üç yılı bir hazırlık ve harekete geçiş yılları olarak algılayabiliriz. Burada hem hazırlığın hem de harekete geçişin(yayılmanın) eş zamanlı olarak gerçekleştiğini görmekteyiz.
Yakın ve güvenilir insanları kazanmayı öncelemek ve fakat daveti herkese ulaştırmak/duyurmak
İman eden kişi hemen en çok güvendiği kişileri davet ediyordu. Onlar da yine en yakın güvendikleri kişileri davet ediyorlardı. Çünkü bu sağlam temel üzerine yeni bir toplum inşa edilecekti. İlk üç yılda hareketin temeli böylece sağlam atıldı.
Peygamberimiz Mekke’li liderlere de daveti ferdi olarak ulaştırıyor, onlarla diyaloglara ve tartışmalara giriyordu. İlk indirilen surelerdeki aktarılan diyalog örnekleri bunun göstergesidir.
[10]Mevcut birçok siyerlerden burada sadece güvenilir, müsait insanlara davet götürüldü, diğerleri bu ilk üç yılda sadece yanısıra bu davadan haberdar oldular, onlarla doğru dürüst ilgilenilmedi gibi bir algı doğmaktadır. Bu algı yanlıştır. Yayılma faaliyetinde en uygun kişiler öncelenmekle birlikte diğer kesimlerde ihmal edilmiyordu, Peygamberimiz liderleri ve diğer insanları bire bir diyaloglarda kazanmaya çalışıyordu.
Kitlesel davete geçiş
Rivayetlere göre
[11]Şuara suresinin 214. ayetinin (
‘en yakın akrabalarını uyar’)indirilmesinden sonra gerçekleştirilenSafa tepesindeki davet (613) ile yeni bir dönem başlıyor:
‘Safâ tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yüksek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Kureyş topluluğu! Buraya geliniz, toplanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi. Toplanan kitleye Peygamberimiz şöyle hitap etti: “Ey Kureyş topluluğu! Size, ‘Bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var; sabaha veya akşama üzerinize hücum edecekler!’ desem, bana inanır mısınız?” ‘Evet, sen emin bir insansın’ dediler.‘Öyle ise, ben size önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim! Bana iman edin’’ (Mevdudi, a.g.e., S.967)
Bu çıkışta dikkat çekici olan husus Müslümanların yapı ve sayı olarak güçlü olmamalarına rağmen bu açılımın yapılmasıdır. Bu dönemde Müslümanlar yapı olarak zayıftılar. Oysa bizim ‘
yapı güçlenince kamuoyuna açılma’ gibi yaygın bir anlayışımız var. Safa tepesindeki davet bu algıya zıt bir uygulamadır. Kâbe yürüyüşü
[12] de çok daha sonra gerçekleştiğine göre kitlesel davet ile yapının gücü beraber yürümek zorunda değildir diyebiliriz. Böylesine bir açılımın hangi gerekçe, maksat ve stratejik fayda umularak yapıldığı detaylıca üzerinde düşünülmesi ve araştırılması gereken önemli bir husustur. Bu nokta fazlasıyla ‘cemaat eksenli’ yaklaşımlarımızı da (cemaatin gücüne bağlı hareket esası) göreceli hale getirmektedir.Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür. Kamuoyuna açılma davete hazırlık ve kadrolaşma
[13] merhalesinden sonra gelmektedir ve fakat yapının güçlü olmasına bağlı değildir.
Toplumun karşısında gerçekleştirilen diğer açıktan tebliğ örnekleri de kitlesel davetin yapının gücüyle orantılı olmadığını göstermektedir.
Bu bağlamda Abdullah bin Mesud’unKabe’de Rahman suresini açıktan okuması da bir örnektir:
‘Mekke’de müşriklerin baskısının şiddetlendiği sıralarda sahabiler bir araya toplanmış, Kureyşlilere karşı (Peygamberin haricinde) Kur’ân’ı açıktan okuyamadıklarından yakınıyorlardı.Abdullah:“Ben, Kur’ân’ı onlara okurum.” dedi. Diğerleri:“Onların sana bir şey yapmalarından korkarız!” diye cevap verdiler. Abdullah:“Bana müsaade edin, Allah beni korur.” dedi. Erkenden geldi, kuşluk vakti, Makamı İbrahim’de durdu, Kureyş ise Meclisinde idi. Makam’ın yanından kalktı, sonra yüksek sesle Rahmân Sûresi’ni okudu. Müşrikler öfkelenip, hemen Abdullah’ın yanına gittiler ve yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Sonra arkadaşlarına döndü. Yüzü yara bere içinde idi. Ona: ‘İşte senin için korktuğumuz bu idi’, dediler. O da: “Allah’ın düşmanları hiç gözümde bu kadar küçülmemişlerdi, eğer isterseniz yarın erkenden yine böyle okurum.”dedi’(İ. Hişam, 1.Cilt, S. 402).
Bu ‘aşamanın’(kitlesel davet) bugüne tekabülü nedir? Bugün için hangi şartları biz yerine getirirsek bu uygulamayı örnek alıp hayata geçirebiliriz?Aktardığımız örneklerden kamuoyunun karşısına çıkıp insanları topluca davet etmenin -belli bir hazırlık aşamasından sonra- yapılması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz, zira 610-613 yılları arasında bu yapılmamıştır.
Şu soru da bu bağlamda cevaplanmalıdır: İçinde yaşadığımız dijital çağda bu çoktan gerçekleşmedi mi?
[14] Dolayısıyla bu eylemdeki esas öz/gözetilen fayda nedir? Muhtemelen şu olabilir: Birebir davet ile kitlesel davetlerin tesir farkı,gündeme oturma ve halk arasında daha uzun müddet konuşulma gibi faydaları vardır. Hz. Nuh’un davetinde de bu aşama yer almaktadır(71/8). Şöyle şemalandırabiliriz: Bir kişinin bir kişiye daveti(610-612)à Bir kişinin topluluğa seslenmesi(613)à Bir çok kişinin topluluğa seslenmesi(Kabe yürüyüşü: 616)à Son olarak Mekke fethinde
[15] bütün olarak çıkıp kitle olarak tevhidin hakim kılınmasının(622) ise davet psikolojisi açısından apayrı bir tesiri olmuştur. Mekke’nin fethi ile bütün Mekkelilerin zorlanmadıkları halde iman etmeleri sonucu doğmuştur. Bunun sebebi insanın güçten de etkilenen bir varlık olmasıdır, sadece fikirlerden değil. Güç demek illa zorlama/icbar demek de değildir, dolayısıyla negatif görülmemelidir. Gücün bir psikolojik tesiri vardır ve bundan faydalanmak hikmetin gereğidir.
Kitlesel davet uygulamasının bugüne taşınması ile ilgili güncel bir örnek olarak merhum Ercümend Özkan’ın İslami parti kurma çalışmasını verebiliriz. O, parti kurduktan sonra
meydanlarda miting yapma hakkınıkullanıp topluma ‘nefislerindekini değiştirmedikçe Allah’ın da onların halini değiştirmeyeceği ayetini hatırlatmak’ istediğini dile getiriyordu.
[16] Bu plan,Safa tepesindekine benzer topluma yönelik bir ‘kitlesel davet’ niteliği taşımaktadır.
Yine Özkan’ın 1994 yılında katıldığı Dinamit Programında
[17]laikliğin şirk olduğunu dile getirerek belki ilk defa T.C. tarihinde bir ‘kitlesel davet’ gerçekleştirilmiştir. (Programın meydana getirdiği tesirden dolayı askeriyeden gelen baskılar sonucu Dinamit programı yasaklanmıştır.)
Kâbe’de topluca namaz kılma eylemi
Bisetin 6. Yılında (616) Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla Kabe’de açıktan ve topluca namaz kılma eylemi gerçekleştirilmiştir. Hz. Ömer Daru’l Erkam’a gidip Müslüman olduğunu bildirdikten sonra, kendisiyle Peygamberimiz arasında şu konuşma geçer:
‘Dedim ki: ‘Hak üzerine değil miyiz Ey Allah’ın Resulü?’ ‘Şüphesiz hak üzereyiz’ dedi. ‘Öyleyse niye gizleniyoruz?’ dedim. Bunun üzerine iki saf halinde çıkarak Kabe’ye doğru yürümeye başladık. Bir safın başında ben, birinde de Hamza vardı. Bu şekilde Kabeye girdik. Kureyş, beni ve Hamza’yı görünce, büyük bir umutsuzluğa kapıldı.İşte o gün Resulullah beni Faruk diye isimlendirdi.’ (Muhatasar es-Siret, Abdullah bin Muhammed bin Abdulvehhab, S. 89-91, Gadban’dan naklen).
‘Ertesi gün Muhammed Mekke sokaklarında sağına Hamza’yı, soluna Ömer’i almış vaziyette yürüyordu.. Halk, dehşet içinde onlara bakıyordu..’(Abdurrahman Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Muhammed, S. 105, Birleşik Yayıncılık)
Bu eylem neye delalet etmektedir?Kâbe eylemi İslami Hareketin ilanı mıdır? Bu eylemin bir hareketin ilanı olmadığını çok net söyleyebiliriz. Daha önce gizli değildi ki, varlığını ilan etsin. İslami Hareket zaten daha önceden biliniyordu. Safa tepesindeki davette hareket zaten ilan edilmemiş miydi? Habeşistan’a hicret olmuş, arkasından onları geri almak için heyet gönderilmiş; dolayısıyla Mekke’de İslami bir toplumun/hareketin mevcut olduğundan ve Peygamberimiz tarafından yönetildiğinden müşrikler zaten haberdar idiler.
Örgütün açıktan hareket aşamasına geçmesi midir? Örgüt zaten hareket aşamasındaydı. Açıktan da biliniyordu. Gövde gösterisi midir? Evet. Yapıyla(onun gelişimi ve ilanı gibi bir amaçla) ilgisi olmayan bir hareket midir? Yapıyla ilgisi var. Yapının artık ofansif pozisyona geçtiğinin ilanıdır.
Bütün bu örneklerden hangi sonuç çıkar? Bu eylemle güçlendiklerini ve artık itilip kakılmayacaklarının mesajı verildi. Kabe eylemi tevhidin topluma daha güçlü bir ses ve sada ile haykırılmasıdır. Kitlesel davet içeren bir başkaldırıydı. O günden sonra, Müslümanlar Kabe’de açıkça namaz kılmaya başladılar.
İbn Mesud’dan şu rivayet gelmiştir: ‘Ömer’in Müslüman oluşu fetih, hicreti zafer, emirliği rahmet idi. Allah’a yemin ederim ki, biz Ömer Müslüman olana kadar Kabe’de namaz kılamazdık’(İbn Hişam, Cilt: 1, S. 433). Yine İbn Mesud’un aktardığı bir rivayette şöyle geçer: ‘Ömer Müslüman olduğundan beri, müşriklere karşı izzetli ve kuvvetli olduk.’ (Buhari, Gadban’dan naklen, S. 117)
Bu gelişme ‘davet yolunda yeni bir dönemeçti. İslam davasına, ibadet ve davet için yeni bir ortam hazırlanmıştır… Hz. Hamza ve Hz. Ömer, davanın korku, eziklik ve işkence merhalesinden, ibadet ve davette özgürlük ve açıklık merhalesine geçmesini sağlamışlardır.’(Gadban, a.g.e.,S. 124,125)
‘Müslümanlar artık pazarlara çıkıyor ve ayetleri açık açık okuyorlardı. Düşmanlarıyla tartışıyor ve sürekli artan sayılarından, Hamza ve Ömer’den cesaret alıyorlardı.’ (Şarkavi, a.g.e.,S. 108)
Kabe eyleminin yapılmasının şartı toplumda ağırlığı olan ve sözü geçen iki kişinin harekete katılmaları idi.
Kabe eyleminin bugüne tekabülü nedir? Güçlenmiş bir hareketin tevhid düşüncesini topluca meydanlarda ve sokaklarda haykırmasıdır diyebiliriz. Yine Özkan’ın parti çalışmasından örnek verecek olursak, o (mealen) şöyle diyordu: Partinin çalışmaları sonucunda tevhid düşüncesi halk arasında yayılıp kabul gördükten sonra yürüyüşler düzenlenecek ve halk‘İslami yönetim istiyoruz’ diye haykıracaktır. Gerçi Özkan bunu devrime beş kala yapılacak bir eylem olarak düşünüyordu, fakat biz hem daha önceki aşamalar için de düşünülebileceği hem de zihnimizde Kabe yürüyüşünün bugüne tekabülünü canlandırabilmek için bu örneği veriyoruz.
Liderleri kazanma taktiği
Peygamberimizin en önemli taktiklerinden birisi de Mekke’deki liderleri davasına kazanmaktı. Mekke liderleriyle yoğun mesai harcamasının amacı onları kazanmak suretiyle davetin halk kesimlerine daha hızlı ve kolay yayılmasını sağlamaktı.
[18] Kitleler genelde öncü kabul ettikleri kişileri takip ederler.[19] Bunu ne kadar bilinçli/bilinçsiz yaptıkları ayrı bir konudur. (Bilinçli bir takip olduktan sonra yadırganacak bir durum da değildir. Zira bir lidere tabiiyet fıtri bir olgudur.) Önemli olan böyle bir realitenin olduğunu görmek, dava çalışmalarında bu realiteyi dikkate alarak hareket stratejisi belirlemektir. Dolayısıyla burada bir toplumun entelektüel kesimini, aydınlarını, sanatçıları, kanaat önderlerini, hatta ‘starları’ vs. kazanmaya ağırlık vermek stratejinin bir diğer önemli unsuru olarak alınabilir. Daha genel ifadeyle toplum/halk kesimi hangi kişileri takip ediyor, örnek alıyor, sözüne kulak veriyorsa, kimden etkileniyorsa (örneğin bugün için köşe yazarları da buna dahildir) onlara yoğunlaşmak, stratejinin bir parçası olmalıdır.
Bu taktiğin Medine’nin hızlı bir şekilde İslamlaşması ve İslami devletin kurulabilmesinde başarıya ulaştırdığını görmekteyiz. Esad b. Zurare, Medineye tebliğci olarak gönderilen Musab b. Umeyr’e şunları söylemişti: ‘Bak Musab, vallahi sana gelen bu adam(Sad b. Muaz) var ya, kavminin efendisidir. Eğer o senin dediklerine tabi olursa, onun kavminden sana tabi olmayan hiç kimse kalmaz.’(Kandehlevi, Hayatus Sahabe). Nitekim öyle de oldu.
Bu bağlamda Peygamberimizin şu duasını da aktarabiliriz:
‘Rabbim, İslam’ı iki Ömer’den(Hz. Ömer, Ebu Cehil) birisiyle güçlendir.’(Tirmizi) Her ikisi de düşmanlıkta ileri giden, işkence uygulayan ve birisi(E.Cehil) ilk şehitlerden Sümeyye’yi öldüren kişi olmasına rağmen, Peygamberimiz o kişiyi de kazanmak için dua ediyor. Bu gaddarlıklarına rağmen ikisi de tesirli ve güçlü kişilerdi. Peygamberi onlara duaya yönlendiren bu özelliklerdi. 1978’de Amerikalı Astrofizikçi
Micheal Heart’ın tarihin en etkili 100 kişisini sıraladığı listenin içine
Hz. Ömer’i 52. sıraya alması ilginç bir tevafuktur.
[20] Resulullah (a.) fetanetiyle kime dua edeceğini biliyordu. O Ömer’e baktığında zahirde düşmanlık yapanı görmüyordu ve fakat kabiliyetlerini fark ediyordu. Artı kafirlerin hiçbirisinden -en azılısından dahi- ümidini kesmiyor, insanoğlunun inkara sevk eden taassup vb. duygulardan kurtulmasının mümkün olduğuna inanıyordu. Biz de bugün Peygamberimizin bu bakış açısını örnek alarak toplumsal aktörlere yaklaşmalıyız. Kişi değerlendirmesinde Peygamberimizin bu kriterlerini ve ileri görüşlülüğünü örnek almalıyız. Tabi bunu başarabilmek, belli bir kişisel olgunluk ve kendinden emin olmayı gerektirmektedir. Bu kesimlere entelektüel seviye bakımından onlara eşit olan özel tebliğci ekipler yetiştirilmelidir.
Özet
Mekke’deki 13 yıllık mücadelede Müddessir suresindeki ‘Kum fe Enzir’ ayetiyle temel bir strateji belirleniyordu ve ısrarla bu strateji takip edildi yıllar boyunca: O da
yayılma stratejisiydi. Sürekli yayılma stratejisi. Yayılırken en güvenilirden başlamak, sonra tüm topluma çağrı yapmak, liderleri ve nüfuz sahiplerini kazanmak bu stratejinin en önemli taktiklerindendi.
Bu strateji takip edilirken iki önemli taktik çıkış yapılmaktadır:
1. Safa tepesindeki (kitlesel) davet
2. Kabe eylemi.
Safa tepesinde başlatılmış olan kitlesel davet Kâbe’deki eylemle daha güçlü, blok halinde, topluca haykırılmaktadır, birinci çıkışın devamı olarak kitlesel davet ferdi değil, topluca gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla Peygamberimizin stratejisini analiz ederken 13 yıllık Mekke döneminin ilk 6 yılı önemlidir. Son7yılda stratejik bir değişiklik veya yenilik yok.
[21]Bu zaman diliminde daha önce belirlenmiş yayılma stratejisine göre çalışmaya devam edilmekte, yeni bir aşamaya geçilmemekte, kitleselleşme ve devletleşme aşamaları zorlanmaktadır. Tebliğ ve yayılma faaliyeti için her türlü imkanın kullanılması göze çarpmaktadır. Ve Medine’de kitleselleşme gerçekleşir gerçekleşmez devletleşme aşamasına geçilmektedir.
Peygamberimizin stratejisinin bugüne tatbiki
A (Acil ve önemli), B (Önemli), C (Önemli fakat bekleyebilir) kriterlerine göre
Şemada da görüldüğü gibi ilim, eğitim ve kurumlaşma arka planda, geriden gelmelidir. Tevhidi bilincin topluma yayılmasına ağırlık verilmeli ve bu hedefe öncelik tanınmalıdır. İlim ve eğitim alanında özel görevliler kazanılan insanların eğitimiyle meşgul olabilirler. Uygun görülen kabiliyetli kişiler ilim alanına alınabilir, orada ilimde derinleşme faaliyetlerine odaklanabilirler. Burada herkesin yayılma alanında aktif olmasından bahsetmiyoruz. Ağırlık ve öncelik tanınacak alanın stratejik açıdan doğru tespit edilmesi ve buna dayalı olarak gurupta aktif olanların arasında bu stratejiye uygun bir görev taksiminin yapılmasının gerekliliğini vurgulamaya çalışıyoruz.
Peygamberimizin stratejisini daha iyi anlayabilmek için onu üç boyutlu tasavvur etmek gerekmektedir.
İki boyutlu tasavvur önce-sonra şemasını beraberinde getirmektedir. Bu da bizim tıkanmamıza yol açmaktadır. Seyyid Kutub’un ‘Örnek Kuran Nesli’ idealleştirmesini yanlış anlayıp yanlış konumlandırıyoruz. Önce ‘Örnek Kuran Nesli’/‘Örnek bir Cemaat/Hareket’ oluşturalım ondan sonra topluma/kitleye açılalım, yoğun tebliğ faaliyetlerine geçelim anlayışı bizi tıkayan ve zamanla motivasyonumuzu bitiren bir anlayıştır. Halbuki mevcut bilgi birikimi(eksikliklerde olsa) ve halimizle/ahlakımızla(zaaflarda olsa) yüzlerce, binlerce halktan insana TEVHİDİ BİLİNÇ KAZANDIRABİLECEK SEVİYEDEYİZ. Yapısal sorunları bu kadar önemsemek, yapıların, cemaatlerin önemini bu kadar yüceltmek esas yanılgılarımızın başında gelmektedir. Yapısal sorunlarımızın çözümü elbette gereklidir. Fakat bu ayrı bir sorundur, (ayetlerde/siyerde) olmazsa olmaz önceliği bulunmamaktadır vebir farzı ertelemeye yol açmamalıdır. Peygamberimizin örnek cemaat oluşturması üç yıl aldı, buna rağmen o üç yılda eşzamanlı topluma açıldı. Örnek nesil/cemaat olmak topluma açılmanın/yayılmanın/kitleselleşmenin şartı değildir. Burada zorunlu bir öncelik-sonralık ilişkisi bulunmamaktadır, bunu artık görmek gerekir.
Cemaat olgusu aşırı derecede idealize edilmiş ve kendisinden sihirli değnek misali medet umulan bir olgu olarak algılanmaktadır. Bu algının düzeltilmesi gerekmektedir. Yayılma faaliyetini beş on kişiden oluşan bir arkadaş gurubu bile yerine getirebilir, ciddi bir planlama ile iyi neticeler alabilirler. Bunun için ‘cemaat’ olmaları şart değildir. Dolayısıyla bu öncelikli stratejinin uygulanması için hiyerarşik bir örgütlenme gerekmemektedir. Örgütlenme işi arka planda, yanı sıra, zamana yayılarak yürütülebilir. Böylece esas görev (kum fe enzir) konusunda ilerleme sağlanmış olur. Hiyerarşik yapılanmalarda oluşan birçok problemden dolayı enerji içeride tüketilmektedir. Bu enerjiyi yayılma etkinliğine kanalize etmek İslam’ın geleceği açısından daha makul olmaz mı?
Dolayısıyla
yapısal gelişmeyi yayılmanın önüne geçirmemek gerekir. Devlete/devrime/toplumsal değişime giden yolu araya (ideal) ‘cemaat’i koyarak uzatmamak gerekir. Onyıllardır uğraşıyoruz fakat örnek bir cemaatleşmeyi gerçekleştiremedik. Anlaşılan bu uzun yıllar alacak, dolayısıyla yapısal eksikliklerimizi zamana yayarak telafi edebiliriz. ‘Hiçbir fikir örgütlenmeden iktidara gelemez’ sözünü doğru bir zemine oturtmalıyız. ‘Devrime beş saat kala’ da‘örgütlensek’ olur, önemli olan tevhid fikrinin toplumda yayılmasını sağlamaktır, bu ‘örnek bir nesil/cemaat’ oluşturmadan önce yerine getirilmesi gereken bir vazifedir. Siyerde bunun eş zamanlı gerçekleştiğini vurgulamıştık. Önce ideal yapı/örnek Kuran nesli vb. hedefler koymak gerçekçi/etkin bir strateji değildir. Evet, bu da bir stratejidir fakat etkin ve gerçekçi değildir. Güzel değildir, iyi bir şey değildir, önemli değildir demiyoruz. Stratejik açıdan eleştiriyoruz. Örnek Kuran nesli vb. söylemlerle ifade edilen şeyler
zamana yayılmalı, bunun yerine esas/acil/en önemli (dava) vazifesi olarak ‘cahili’(tevhidin gerçek manasından bihaber olan)
kitlelerin ‘inzar’ edilmelerine, böylece ‘kavmin nefsindekini değiştirmelerine’
odaklanılmalıdır. Bizim toplumla cemaatsel ilişki kurmamız gerekmiyor, tevhidi bilinç kazandırmamız ilk etapta yeterlidir; önemli olan toplumun o kıvama gelmesi, hazır olmasıdır. Toplumu omuzlama aşamasına gelene kadar örnek nesil/hareket/cemaat şart değildir. Bu yüzden biz tohumu tarlaya saçalım
[22] gelecekte hasadı toplayan ehil insanlar çıkar, merak etmeyelim.Problemimiz seksen milyonluk bir toplumun 13/11’e göre değişimi ise bu aşamaya gelmemiz uzun yıllar alacağından şimdiden bu yükü omuzlayacak kıvamda bir yapıyı ön görmek ve yayılma faaliyetine şart koşmak denizi görmeden paçayı sıvamak anlamına gelir. Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, bizim örnek Kuran neslinden önce ‘bilinçli tevhid nesline’ ihtiyacımız var. Tevhidi kavramış ve benimsemiş kitlelerin örnek bir Kuran ahlakına ulaşmaları eğitim hedeflerinin kapsamına girer, daha sonraki bir aşamadır ve zamana yayılabilir. Siyerdeki uygulama da bu durumu teyid etmektedir. Medine’de kitleselleşme gerçekleşir gerçekleşmez insanların eğitimi ‘tamamlanmadan’ devletleşme aşamasına geçilmiştir. Hükümlerin tedricen gelmesi, içkinin aşama aşama haram kılınması vb. nice örnek neyin göstergesidir? Demek ki, bir kavmin nefsindekini değiştirmesinin özünü zihnindeki otorite olgusuna dair düşüncesinin değişmesi teşkil etmektedir. Topluma kazandırılacak olan bilinç fert, toplum ve devlet hayatı üzerinde yegane otoritenin Allah olduğu bilincidir ve bunun gereği olarak toplumun ‘İslami bir yönetim’ isteyecek düzeye gelmesidir. Aksi bir düşüncenin şirk olduğunun açık ve net olarak toplum tarafından bilinmesidir. Topluma yönelik ‘öğrenim hedefi’budur (Peygamberimizin [bilinçli bir şekilde]‘la ilahe illallah deyin ve kurtulun’ sözünü hatırlayalım), dolayısıyla bütün faaliyetler ve yapılanmalar bu hedefe odaklanmalıdır. Diğer hedefler bunun arkasındangelmelidir, hiçbir zaman öne geçmemelidir. Bu noktayı daha iyi anlayabilmek için hayalimizde şu tabloyu canlandıralım. Farzedelim toplum/çoğunluktevhidi bilince erdi (tevhid-şirk meselesini zihnen kavradı ve kalben de benimsedi). Şimdi böyle bir toplumda iktidar olmamak için, sistem değişikliğine gitmemek için hangi engel kalır?
Tabi o noktaya gelene kadar ‘minhum taifetun’(9/122) misali özel görevliler bu işin ilerideki organize boyutunu hazırlamak, devleti İslami ilkelere göre yönetecek eleman sorununu(diplomat yetiştirme ve ila ahir) çözmek, kazanılan toplumun/insanlarınKuran’ın eğitim metoduna uygun bir şekilde, yani aşama aşama takva ve ahlak seviyesini yükseltmek için çalışmalar yapabilir. Bunlar birbirini dışlayan yaklaşımlar değildir.
Cemaatleşmeyi arka plana atıp yayılma stratejisini öne almak acelecilik olarak da değerlendirilmemelidir. Acelecilik hazırlığını tamamlamadan, bitirmeden iş yapmaya girişmektir. Biz hazırlığımızı (yayılmayı gerçekleştirmeye yetecek hazırlığı-Kuranî birikimi) çoktan tamamladığımız halde harekete geçmiyoruz.
Ayrıca hangi hedef öncelenmeli/temel stratejimiz ne olmalıdır sorusuna muhatap kitle perspektifinden de bakmak gerekir. Onlara ‘size göre bizim öncelikli faaliyetimiz ne olmalı(ydı)’diye sorsak şöyle derler(di): ‘Bizimle ilgilenin, bizikurtarın.’ Şirke bulaşmış kitleler cehenneme giderken biz oturup örnek cemaatler kurmayı öncelersek bu insanlara yazık etmiş oluruz. İnsanlara kurtuluş elini uzatmak her Peygamberin öncelediği temel strateji olmuştur. Bu vazife ertelenemez, fakat cemaatleşme ertelenebilir.
Bu nedenlerden dolayı ofansif bir yayılma stratejisiyle kitleselleşmeyi zorlamak gerekir, bu da ancak planlı/programlı ve sistematik bire bir/topluca kişileri/kitleleri inzar, tebliğ, davet çalışmalarıyla gerçekleşebilir.
Sonuç
Nebevi hareket metodu uzlaşmamak ve yayılmaktan oluşmaktadır. Bunlar bir madalyonun iki yüzü gibidir. Ve biz sadece birisini uyguluyoruz. Nefsimize kolay geleni. Çünkü o bir şey yapmamayı içeriyor.
Her gurup kendi Daru’l Erkamına çakılıp kalmış. Kendimizi yetiştirme adına bitmeyen sonsuz eğitim programları ve seminerleri ile ‘Kum fe Enzir’ emri-ilahisini erteliyoruz.Halbuki Daru’l Erkamlar’da yeni Musab’lar yetiştirilmeli ve topluma salınmalıdırlar. On yıllardır Kuran dersleri yapan bizler topluma sistematik bir tebliğ faaliyetiyle yayılmak için neyi bekliyoruz? Başka birçok konuda olduğu gibi burada da nefsimiz bizi aldatmıyor mu?
Vicdanımızda şu sorunun cevabını vermeliyiz: Peygamberimiz bugün yaşasaydı‘Kalk ve uyar’ emrini aldıktan sonra bizim gibi mi faaliyet yapardı? İkinci soru: Hangi faaliyetlere ağırlık ve öncelik verirdi?
Peygamberimiz devlet kurmahedefine Rad/11’e göre nefsindekileri değiştiren Medine toplumunda ulaşmıştır. Oradaki Müslümanların eğitim süreçlerinin bitmesi beklenmemiştir. Hemen devlet kurma safhasına geçilmiştir. Bu hedefe kitleye yönelik yoğun tebliğ ve davet çalışmaları ile (ve liderleri kazanarak daha hızlı) ulaşılmıştır.
Peygamberimizinİslami hareketi kademeli, ofansif bir hareketti. Topluma yayılma ekseninde faaliyet gösteren, kendi içine kapanmayan, sürekli açılım sağlama azmi ile dolu, tevhid gündemini başka sloganlarla arka plana attırmayan, ne bir kavmi, ne bir sosyalve insan hakkı, ne bir ahlak bayrağı taşımayan, sadece tevhid bayrağıyla yürütülen bir hareketti.
Bugün de yapılması gereken uzlaşmadan, yayılma eksenli faaliyetlere ağırlık veren, İslam adına ve İslam için hareket eden diğer yapılarla (hatalarıyla) uğraşmayan
[23], yegane muhatap kitlesi olan topluma odaklanan, Kuran İslam’ına dayalı alternatif bir hareket oluşturmaktır.
[1]Siyer kaynaklarında bu mesele çok net anlaşıldığından,netleştirilecek bir mesele değildir.
[2]Pragmatizmden kasıt, ‘gaye vasıtayı meşru kılar’, ‘amaca giden her yol mübahtır’ düşüncesidir.
[3]‘Mekke dönemi boyunca Kuran mesajının tek konusu bu meseleydi. Diğer ikincil ya da türetilmiş konular tartışılmadı…Hz. Muhammed (sav) kendi yurttaşları arasında Arap milliyetçiliği ateşini yakabilir ve onları bu şekilde bir araya getirebilirdi. Onlar da bu çağrıya memnuniyetle karşılık verirlerdi: çünkü kabileler arasındaki sürekli savaşlardan ve kan davalarından usanmışlardı…İnsanların büyük çoğunluğu fakir ve açtı. Hz. Muhammed’in soylular ve zenginler sınıfına savaş açarak, onların elindeki mal varlığını ellerinden alıp fakirler arasında eşit bir şekilde dağıtarak bir sosyal hareket başlatabilirdi…Peygamberimize risalet verildiği zaman, Arabistan’daki ahlaki seviye her açıdan çok düşüktü…Hz. Muhammed (sav), ahlaki standartları yükseltmek, toplumu temizlemek için ahlaki bir reform başlatabilirdi…Ama Yüce Allah bunun doğru bir yol olmadığını biliyordu.’ (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, S. 24, 26-31, Düşün Yayınları) Benzeri ifadeler Mevdudi’nin siyerinde de geçmektedir.
[4]Kuran’ın bu konuya el atmasının sebebi beşerdeki pragmatizme temayül ihtimalinin önüne geçmektir. (Bkz.: İsra 73-75)
[5]Müslümanlara yönelik üç yıllık ekonomik ve sosyal boykotun en önemli dersi Mekke’nin busıkıntılı döneminde bile uzlaşmaya gidilmemesidir. Onlar yaşadıkları zorluklara rağmen Mekkelilerin ilahlarını onaylamadılar, övgüler yağdırmadılar, yegane otoritenin Allah olduğunu dile getirmeye devam ettiler.Bugünün pragmatik müslümanları olsaydı böyle bir durum karşısında çoktan uzlaşmışlardı.
[6]Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.(27/87)
[7]Pragmatizmden uzak durmasında özellikle şu ayetler Resulü yönlendirmiştir: 68/9, 39/53-55, 17/73-75. Kafirun suresi ise uzlaşma tekliflerinin kökten reddini içermektedir.
Panayırların vb. sosyal ortamların/faaliyetlerin imkanlarından istifade etmeyi ‘sistem içi araç’ altında toplamak zorlama bir yorumdur.
[9]Selam İle -2-, Ercümend Özkan, S. 371, Anlam Yayınları.
[10]İlk üç yılda indirilen sureler peşi sıra okununca sürecin çok canlı yaşandığı, gizli kapaklı bir hareket olmadığı ve Mekkenin gündemine oturduğu anlaşılır.
[12]Hz. Hamza ve birkaç gün veya ay sonra Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ile Müslümanların
güçlendiği bir aşamada -Safa tepesindeki davetten üç sene sonra (616)- Kabe yürüyüşü gerçekleştirilmiştir.
[13]‘İlk iş, sunulan mesajlar etrafında sımsıkı kenetlenecek, düşünce ve idealine samimiyetle bağlanarak müdafası ve neşri uğrunda her türlü fedakarlığa katlanacak elemanlar, fertler yetiştirmek, yani bir kadro oluşturmak, kadrolaşmayı sağlamaktır’ (Ahmet Önkal, Resulullah’ın İslam’a Davet Metodu, S. 73, Esra Yayınları). Hazırlığın kriteri güçlü yapı değil,kişilerin (tükenmeyecek) belli bir sayıda ve (gelecek zorlukları kaldıracak ölçüde) fedakar ve güçlü olmalarıdır.
[14]T.V. kanallarından ve diğer kitle medyalarında tevhidi konuların anlatılması.
[15]Eğer fethi Mekke halkına yönelik bir kitlesel davet olarak yorumlamak doğruysa.
[16]Bkz.: Ercümend Özkan Yazıları, S. 277, 165, Anlam Yayınları.
[18]Liderlere yoğunlaşmak da takip edilen esas stratejinin yayılma stratejisi olduğunu gösterir. Zira onları kazanmak yayılmanın önünü açacaktır. Demek ki, yayılmak esas stratejidir. İslam’da devlet hedefi, toplumu kazanarak(13/11) kurulması hedeflenen bir amaçtır, bunun için(toplumu kazanma) yayılma esas strateji olmaktadır.
Ve dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten biz, liderlerimize (sadat) ve büyüklerimize (kubera) itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular.”(33/67)
[21]İşkenceler, Habeşistan hicretleri, sosyal boykot, Ebu Talib’in vefatı, Taife gidiş, Medinelilerin Müslüman olması, İsra hadisesi, Akabe biatları, ve Hicretyazının başındaki soruyla doğrudan ilgili olmadıklarından burada ele almadık.
[22]Haftalık dersler yerine haftalık faaliyet istişarelerinde bu ‘tarlaya tohum saçma’ faaliyetinin plan ve programı hazırlanıp uygulamaya geçirilmeli ve takibi/denetimi yapılmalıdır.
[23]Başka cemaatlerle
uğraşmanefsimizin bizi aklileştirme yoluyla esas görevimizden(tebliğ ve davet yoluyla yayılma) alıkoymak için uyguladığı bir tekniktir.