Yıllar önceydi. Sivas’ta yine soğuk bir kış yaşanıyordu. Akşam ezanından hemen sonra evden çıktım. Yerde yirmi santimi geçen kar vardı. Güçlü adımlarla sokağın ortasında yürümeye başladım. Gidecek yolum uzundu, otobüse binebilirdim aslında, öğrenci biletim de vardı yanımda. Ama ben yürümeyi seçtim. Kendimi cezalandırıyordum sanki. Belki de yapmaya kalkıştığım iş için cesaret topluyordum. Attığım her adımla yerde kocaman izler bırakarak yürümeye devam ettim. Yüzüme çarpan tipi hırsımı artırıyor, öfkeleniyor, adımlarımı daha da hızlandırıyordum.
Şehir merkezini geçerek gideceğim yere ulaştım. Merkeze yakın bir mahalleydi burası. Üç katlı bir evin ikinci katını gözlerimle yokladım. Işıkları yanıyordu; perdeleri de çekiliydi. Dış kapıda eğreti duran isimsiz zile bastım. Biraz sonra “zarrr” diyerek açıldı otomatik kapı. Eldivenli elimle kapıyı iterek açtım. Yüzüme apartman boşluğunun sıcağı vurdu. Ayaklarımı yere vurarak botlarımı kardan arındırdım. Sonra içeri girip üst kata çıktım. Kapı açıktı ve bir tebessüm abidesi olan, merhamet deryası, letafet, zarafet timsali kişi kapıda bekliyordu. Yüzünde huzur, üzerinde deri bir yelek vardı. Yaklaştım ona;
-İçeri girebilir miyim abi?
-Tabi canım, dedi. Kapıda bekledim, üzerimdeki karları çırparak öyle içeri girdim.
Beni salona aldı. Sarılıp kucakladı. Yer gösterip rahat etmemi sağladı. Sonra dışarı çıktı. Elinde sıcak bir çayla döndü. Çayı, yanındaki küçük bir dilim kekle önüme koydu. Kendisi de masaya yöneldi. Muhtemelen zili çaldığımda açık bıraktığı kitabını kapattı ve yarısı dolu çay bardağını alıp karşıma oturdu.
-Nasılsın canım, dedi bana. Mecbur kaldım cevap vermeye;
-İyiyim abi, dedim. Ellerini göğsünde birleştirmişti. Beyaz tenli yüzünde ki yanakları kızarmıştı. Gözleri de ağlamaklı olacak kadar ıslak ama huzurlu duruyordu. Boynunu hafifçe yana yatırarak bakıyordu. Bu bakışta esrarengiz bir hal vardı; zira ancak bir sanatçı bitmiş olan eserine böyle bakabilirdi; ya da bir baba evladına…
Rahatsız olmuştum. Zira öfkeliydim. Biraz da gergin. Çünkü ben oraya cinayet için gitmiştim aslında. Elimi hızla cebime soktum. Aceleyle mendilimi buldum ve akmak üzere olan burnumu sildim mahcup bir edayla.
-Abi sizi öldürmeye geldim, dedim.
-Hoş geldin canım, dedi ve hızla yerinden doğruldu. Salon kapısından dışarı çıkıp gözden kayboldu. Az sonra elinde bir çift terlikle döndü. İçi tüylü pufuduk pufuduk bir terlikti. Getirip önüme koydu; “ayakların üşümesin” dedi. Sonra yeniden koltuğuna geçip oturdu. “Nerede kalmıştık, devam et lütfen! Neden beni öldürmek istiyorsun canım?” diye sordu.
-Sizi öldürmek istiyorum; çünkü siz insan değilsiniz! Bizi kandırıyorsunuz. Hiçbir insan kendini öldürmeye gelmiş birine, ayakları üşümesin diye terlik getirmez. Siz… Siz melek misiniz? Öldürsem ölür müsünüz?
-Vakti gelince hepimiz öleceğiz.
-Ama anlamıyorum! Neden, neden siz bizim gibi değilsiniz? Neden öfke, kin, hırs, acelecilik, intikam yok sizde? Unutkanlık yok; partizanlık, başa kakma, çıkarcılık yok. Hep merhamet, hep ilim, hep güzel söz…
-Belki de var, bilemeyiz. Biz insanız ve hata yapabiliriz.
-Yok yok öldüreceğim sizi.
-Çayını soğutma, sıcak sıcak iç lütfen. Bir dilim kek daha getireyim mi?
-Ama daha ilk getirdiğiniz keki yemedim ki!
-Olsun, sen seversin.
-Peki tamam öyleyse, alayım. Cevizli kek… Hem de portakallı?
-Evet.
-Çok severim.
-Afiyet olsun.
-Abi, sizi çok seviyorum.
-Biz de seni kardeş
…