Türkiye geçtiğimiz Mart ayını yine bir yüksek basınç dalgasının altında geçirdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun merkezinde olduğu ve yaklaşık 10 gün süren hararetli bir dönemle tarihe geçen bir ay oldu. İmamoğlu olayları diye anılan olaylar serisi 18 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nin Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptali ile başladı, 19 Mart’ta gözaltına alınıp tutuklanması ve buna tepki olarak başlayan protesto gösterileri ile devam etti. Birçok büyük şehirde başlayan sokak gösterileri ağırlıklı olarak öğrenci gösterileri şeklinde sürerken, gösteriler Gezi olaylarını hatırlattığı için de ülke gündeminin üst sıralarında kendine yer buluyordu. Olaylar aynı zamanda, MHP üzerinden başlatılan ve terör örgütü ile ‘çözüm sürecini’ bu kez tamamlamayı hedefleyen sürecin de bir yansıması olarak değerlendirildi.
Son dönemde birçok belediye başkanı görevden uzaklaştırılmış, kimisi gözaltına alınmış, kimisi tutuklanmış olmakla birlikte, İmamoğlu olayı bunların tamamından farklı bir öneme sahip olarak, çok yönlü bir değerlendirmeyi de hak etmektedir. Mevzunun hem Türkiye gündemini ilgilendiren boyutu hem de küresel boyutu söz konusudur ki, küresel boyutun etkisi içerideki etkileri de belirleyecek derinliktedir.
16 Mart’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasındaki görüşmeden sadece iki gün sonra, İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesiyle sürecin başlatılması, süreçte ABD dahli olduğu gerçeğini de ele vermektedir. Ocak ayında göreve gelen Trump’ın Erdoğan ile görüşmesi ancak bu tarihte gerçekleşmişti. Görüşmenin ne kadar ‘başarılı’ olduğunu ise, Trump’ın Ortadoğu temsilcisi Witkoff 22 Mart’taki bir beyanatında açıklayacaktı, ‘Türkiye’den pek çok olumlu haberler geliyor’ sözleri ile. O sırada Türkiye’de İmamoğlu protestoları ise tüm hızıyla sürüyordu. Olaylar ise ancak 26-27 Mart gibi hafiflemeye başlamıştı.
Öte yandan, CHP yandaş medyası tarafından Gezi olaylarına benzetilen bu sokak hareketlerinin, bu beklentileri karşılamaması hatta onun yanında esamesi bile okunamaz çapta zayıf kalması da dikkat çeken bir başka nokta olmuştur. Olaylar Gezi’de olduğu gibi kitlesel bir harekete dönüşmediği gibi, büyük bir taşkınlık olayı da yaşanmadan gösterilerin ilk dönemi atlatılabilmiştir. Bunun nedenleri de önemlidir.
İmamoğlu gösterilerinin CHP içerisindeki yerli-milli kanat ile Avrupacı kanat arasındaki parti liderliği kavgası olarak da okunması mümkündür ki, belki sistem açısından en önemli noktasının da bunun olması gerekir. Ülkedeki iki ana taşıyıcı ve halkı yönlendirici parti olarak AKP ve CHP’nin, birbirini tamamlayıcı ve destekleyici olarak, siyasetin ana kurumlarını oluşturması öngörülmektedir. Bu yapıların sistemle uzlaşmacı ve Türkiye’nin iç ve dış politikaları ile uyumlu bir şekilde hareket etmesi ve özellikle dış yönlendiriciler tarafından fazla etkilenmemesi, sistemin temel beklentileri arasındadır.
Olayların, küresel denklemdeki değişikliğin Türkiye’deki yansıması olarak değerlendirilmesi gereken önemli ve uzun vadeli bir yönü de bulunmaktadır. ABD’nin Trump yönetimi ile ‘küreselcilik’ karşıtı olarak başlattığı yeni dönem, küreselcilik üzerinden beslenen yapıların da güçten düşmesine neden olmaktadır.
İmamoğlu’nun hızlı yükselişi
İstanbul Belediye Başkanlığını kazandığı ilk seçimle 2019’da Türkiye gündemine yerleşen Ekrem İmamoğlu, o güne kadar Beylikdüzü Belediye Başkanı olarak daha sınırlı bir sempatizan kitlesine sahipti. İstanbul Belediyesini kazanması, muhafazakar-milliyetçi AKP-MHP koalisyonuna karşı ilk büyük kazanım olarak, popülaritesini artırmasını sağlamış, 2024’teki seçimlerden de galibiyetle ayrılması, artık Cumhurbaşkanlığı gibi daha büyük hedeflere doğru yelken açmasını kolaylaştırmıştı. Belediye Başkanlığı sırasında gerçekleştirdiği yurtdışı geziler, büyükelçilerle yaptığı temaslarla gündeme gelen İmamoğlu, hem içeride hem de özellikle Avrupa’da artan bir desteğe sahip olmuştu.
Bu noktada İmamoğlu’nun, CHP içerisindeki Avrupamerkezci-batıcı kanadın bir parçası olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu noktada, parti içindeki ulusalcı-milli kanat açısından hayati bir tehdit algılaması söz konusudur. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte sistemin ‘banisi’ pozisyonuna sahip olan parti, ana desteğini Avrupa’dan hatta daha özelde İngiltere’den alan bir parti konumunda bulunurken uzun bir zamandır da, tıpkı meslektaşı AKP gibi ABD ile iyi ilişkiler sürdürmekteydi. Bir önceki genel başkan Kılıçdaroğlu daha bundan iki yıl önce, “ABD yolculuğuna ‘Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Vizyonumuz’ için çıktım” sözlerinin ardından Washington’a geçmiş ve orada günler süren temasları olmuştu.
CHP’nin ABD ile artan yakınlığına karşın, Avrupa ile daha yakın bir pozisyona transferinin İmamoğlu üzerinden planlandığı anlaşılıyor ki, buna karşı parti içinde bir direniş olması da muhtemeldi. Soruşturmalara konu suçlamaların CHP’lilerce gönderildiği de bu süreç içerisinde ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir açıklamasında, “Bu bilgi ve belgelerin çoğunun bizzat kendi partilileri tarafından yargıya aktarıldığının da farkındalar” ifadeleriyle bunu açıklamıştı. Bu minvalde yine bizzat CHP içerisinden, Deniz Baykal’ın kızı Aslı Baykal’ın, “İmamoğlu’na yapılan soruşturma ülkenin çok yararınadır!” mesajı da not edilmelidir.
ABD’nin “küreselcilik” politikalarından kısmi geri çekilişi ile birlikte İmamoğlu’nun atılıma geçmesi oldukça yakın zaman zarfında gerçekleşiyordu. Ocak sonunda Trump göreve gelirken, Şubat başında CHP’nin ön seçim takvimi belirleniyor, Şubat sonunda ise İmamoğlu’nun yol haritası açıklanıyordu. Mart ayı başında CHP Genel Başkanı Özel, katıldığı Avrupa Parlamentosu toplantısında “İstanbul’un Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 23 Mart 2025 tarihinde, 1 milyon 700 bin üyemizin doğrudan sandık başına gideceği bir seçimle adaylık unvanını resmiyete kavuşturacaktır. ” sözünü veriyordu. 5 Mart’taki bu konuşmanın ardından İmamoğlu yurt gezilerine 8 Mart’ta İzmir’den başlamıştı. Bu süreçte, başta BBC olmak üzere küreselci medya olarak bilinen ve Trump’ın da hedefine oturttuğu Reuters, AP, The Guardian, Le Monde, Cnn, New York Times gibi kuruluşların İmamoğlu’na verdiği destek dikkat çekiciydi. Protestolar esnasında bir BBC muhabiri de Türkiye’den sınırdışı edilecekti.
Buna karşılık iktidar cephesinden atılan bir takım adımların da, bugünden geriye dönüp bakıldığında, İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan olayların, yeni bir Gezi’nin oluşmasını engellemeye yönelik adımlar olarak düşünüldüğünü gösteriyor. Bu adımlar arasında, Gezi olaylarında ‘sanatçı’ kesimini organize etmekle suçlanan Ayşe Barım’ın yakın zamanda tutuklanması, Gezi olaylarına verdiği destekle hatırlanan TÜSİAD’ın Şubat ayı toplantısı sonrası Yüksek İstişare Kurulu Başkanı ile Yönetim Kurulu Başkanının gözaltına alınması sayılabilir. Yine TÜSİAD’ın önemli isimlerinden Güler Sabancı’nın, Türkiye’nin en büyük iki şirketinden biri sayılan Sabancı Holding’teki görevlerini bırakacağını duyurması da yine bu dönem içerisindeki önemli gelişmelerden biridir.
Henüz daha Cumhurbaşkanlığı seçimine üç yıl olmasına karşın İmamoğlu mevzuunun bugün bu kadar gündeme sokulması da konunun ilgi çeken bir başka boyutu. Üç yıl öncesinden böyle bir çıkışın nedeni, mevcut muhafazakar-milliyetçi iktidar bloğuna karşı, seküler kesimin adayı haline getirilen İmamoğlu’nun olabildiğince erken destek toplayarak güçlenmesi olduğu anlaşılıyor. Neden İmamoğlu sorusunun yanıtı ise, milliyetçi-muhafazakar yapının 2002’de iktidara gelmesinden bu yana, ulusalcı-batıcı-sosyal demokrat muhalefet kanadının, siyaset içerisinde ilk kez bu denli yüksek desteğe sahip bir aday olmasında yatıyor. Gerek Avrupa’dan gerekse ABD’deki küreselci yapıdan destek bulan İmamoğlu, içeride de iktidarın baskılarına karşı bir çıkışı temsil ediyor pozisyonuna getirilmiştir. Ancak İmamoğlu’na ilk net tepkiler de bizzat kendi partisi içinden geliyordu. Partide önce Deniz Baykal, ardından 13 buçuk yıl süren genel başkanlığı döneminde Kılıçdaroğlu radikal unsurları büyük oranda temizlemiş, bunların yerine daha ulusalcı-milli bir yapı ikame edilmişti. İmamoğlu’nun yükselişi, bu yapı ile Avrupacı-küreselci kanat arasında bir çatışmaya neden olmuş, CHP’lilerin İmamoğlu aleyhine dosyaları da bu zaman zarfında uçurulmuştu. Hükümetin de işine gelen bu dosyalar İmamoğlu’nun cezaevine gönderilmesinin ana dayanağını oluşturuyordu.
Tabi süreci böyle özetlemek mümkün olsa da, dosyaların neden bugün işleme konulduğu da dikkate şayandır. Söz konusu dosyaların bir süreç içerisinde toplandığı ancak gündeme sokulması için bir takım şartların oluşmasının beklendiği, olayın fitilinin 16 Mart Erdoğan-Trump görüşmesi sonrası ateşlenmesi bu konuda bir fikir verir niteliktedir. Bu noktada en önemli üst madde ise, terör örgütü ile geçen yıldan bu yana sürdürülen çözüm sürecinin, dış ve iç siyasi aktörlerin rollerinde önemli bir değişim öngörmesidir. Bu değişim esas olarak Avrupa ve ABD destekli aktörleri etkilemektedir.
İkinci bir Gezi mümkün mü?
Hükümetin, İmamoğlu gösterilerinin büyümesini ve kitleselleşmesini engellemek için aldığı katı tedbirlere ilaveten, öteden beri medyanın hükümetin elinde tek sesli bir yapıya dönüşmesi, ana akım medyanın hükümetin dışında muhalif bir sese izin vermemesi, muhalif medyanın haber kaynaklarının kısıtlanması, gösteriler sırasında muhalif kanallara kesilen yüksek cezalar protestoların büyümesini büyük oranda engellemiştir.
Gösterilere karşı bu kadar sert tedbirlere başvurulması, hükümetten özellikle ekonomik konularda duyulan rahatsızlığın sokağa yansımasını engellemeye matuftur. Gerek savunma sanayi alanındaki atılımlar, gerek Suriye’de, gerekse yurtdışı diğer diplomatik ataklar, halkta oluşan rahatsızlığa çare olmadığı gibi, özellikle ekonomik sıkıntılar halkı son derece bunaltmıştır. Bu bunalımın İmamoğlu gösterileri ile kendine çıkış arama ihtimali hükümeti sert tedbirlere yöneltmiştir. Trump yönetimi ile birlikte ABD’nin ‘küresel’ politikalarından kısmen vaz geçmesi, küreselci kanallara verdiği fonları kesmesi, Avrupa’nın ABD karşısında sıkışan pozisyonu, aynı zamanda ülke içinde kendileri ile hareket edebilecek TÜSİAD gibi güç odaklarına çekilen ihtarlar da, protestoların daha fazla genişleyememesinin nedenleri arasındadır.
Öte yandan, CHP Genel Başkanı, Avrupa’nın kendilerine destek vermemesini bir vefasızlık olarak tanımlarken, aslında bu dış desteği hem itiraf hem de afişe ediyordu. Özgür Özel, BBC’de İngiltere’yi eleştirdiği röportajında, “Terk edilmişlik hissediyoruz. İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı’nı alıp hapse koyuyorlar ve İngiltere buna ses çıkarmıyor.” ifadelerini kullanmıştı.
Özgür Özel’in genel başkanlığı güçleniyor
2023 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi muhalefetin kurduğu meşhur ‘altılı masa’nın adayının İmamoğlu olması beklenirken Kılıçdaroğlu’na karar verilmiş, 28 Mayıs 2023’deki seçimi ise Erdoğan kazanmıştı. Bunun ardından 2023 Kasım ayında CHP kurultayında Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı sona erdirilmiş ve Özgür Özel “değişimciler”in adayı olarak parti liderliğine getirilmişti. Peşinden yapılan 2024 Mart yerel seçimlerinde İmamoğlu’nun ikinci kez İstanbul’u kazanması popülaritesini iyice artırırken yurtdışı desteği de tazeleniyordu. Bu durum yeni genel başkan Özgür Özel’in, aynı safta olmasına karşın İmamoğlu karşısında ikinci plana sürüklenmesine neden oluyordu.
İmamoğlu’nun cezaevine girişi ile birlikte, her ne kadar CHP Genel Başkanı, halkı sokağa çağırmak ve yerli bazı şirketlere boykot gibi sert söylemlerle kitleyi yönlendiriyor ‘gibi’ olsa da, burada esas görülmesi gereken nokta, Özel’in partinin liderliğine daha yeni yükseliyor olmasıdır. Parti içindeki ulusalcı-milli tabanın desteğini alan Özel, diğer yandan da İmamoğlu kitlesini parti içinde ve kendi uhdesinde tutmayı başarıyordu.
Sistem içi çekişmeler
Gerek AKP gerekse CHP içerisinde, partilerin merkezde tutulmasına yönelik, parti içi dengelerin korunması için gerektiğinde bir takım adımlar atılabilmektedir. İmamoğlu olayı ile karşımıza çıkan da bu durumdur. CHP içerisinde Cumhurbaşkanı adaylığı artık kesinleştirilen ancak küresel bağlantıları ile sistem açısından sakıncalı görülen bir isim, içerideki ve dışarıdaki dengeler gözetilerek, bir takım şartların oluşması da beklenerek üzerine gidilmiş, seçimlere daha üç yıl bulunmasına karşın sürecin önü alınmak istenmiştir. Bu bağlamda sistemin kendini koruma mekanizmasının devreye sokulduğu söylenebilir. Dünyada otoriterleşmenin arttığı bir denklem içerisinde, iç siyasette merkezi otoriteye rakip, Avrupamerkezli bir siyasi unsur istenmemektedir. Böylece küreselci cepheye karşı da sert bir adım atılmıştır.
Süreç esnasında tarafların birbirini ‘hırsızlık’ ile suçluyor olması, karşılıklı tribünlere oynamanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Sistem içerisindeki güç odaklarının bu tip ‘ahlaki’ kaygılar taşımadığını toplum da zaten bilmektedir. Bilmekte ancak buna karşı, bu gayri ahlaki siyasete karşı ses de çıkarmamaktadır. Uzayan kol bizden olsun gibi çıkarcı bir mantık ne yazık ki, Müslüman Türk toplumunda yer etmiş durumdadır. Rasyonel düşünmek ve kazanmak adına kendisinden vazgeçilen değerler, insan olmanın, Müslüman olmanın asli değerleridir. Hak, hukuk, erdem, dürüstlük, alçakgönüllülük, sabitkadem olmak, diğerkâmlık gibi asli değerler ne Türk siyasetinde ne dünya siyasetinde yer bulamamakta, verilen her söz vakti geldiğinde yenilebilir helvadan bir put olmanın ötesine geçmemektedir. Müslümanlar olarak, olayları doğru okumak birincil gerekliliğimiz olduğu gibi, İslam’ın evrensel değerlerinin, hayatın her alanında hakim kılınması daha da öncelikli gerekliliğimizdir. Müslüman bir toplum bu değerleri ile tanınır, bilinir ve korunur, Rabbimizin yardımına hak kazanır. Türkiye olarak kurtuluşumuz da bu değerlerin ön plana çıkarılması, ekonomide, siyasette, küresel diplomaside olduğu kadar, günlük hayatımız, aile hayatımız, iş hayatımız içerisinde de yerli yerine oturtmakla mümkündür. Aksi halde bir çıkış yolu bilmiyoruz. Batının dünyaya dayattığı, hatta kendisinin bile artık kullanmayı bıraktığı sahte değerlerin bizi getirip bırakacağı nokta, cebini ve midesini doldurmaktan öte bir hedef taşımayan, ruhu ölü bedenlerin gezinip durduğu batı dünyasından daha yüksekte bir yer olmayacaktır.
İktibas Dergisi Nisan Sayısı Yorumu