Bir buçuk ay önce “Acılar Yurdu” başlığını yazmış, yazımı yazamadan öylece bırakmıştım. Zaman zaman bilgisayarımda gözüme ilişen ve bir türlü yazamadığım bir yazı oldu. Bazen kimi durumlar insanın içini fena acıtıyor, nedeni belli olmasına karşın nedensiz erteleyip duruyoruz. Öylesine bir durum ve bir ortamdayız kimi konulara değinmeden geçiştiriyoruz. Susuyoruz ya da ilgisiz gibi kalıyoruz.
Yazı hayatımızda karşılaştığımız vahametlerin çokluğundan çok şeyi ya içimize atıyoruz ya da yutkunuyoruz. İnsanız, acılar çekiyoruz, bizi ilgilendirenler olunca daha çok acı çekiyoruz. Bizi ilgilendirmeyen gibi görünen, insanlığın acıları olanlara ilgisiz görünüyoruz. Sanıyoruz ki biz ilgisiz kalınca o olanlar ve yaşananla bir daha yaşanmayacak ya da gelip sizi bulmayacak.
Nefret ve kin insanların içinde öylesine kökleşmiş bulunuyor ki nefret gözü ve gönlüyle hiçbir şey yokmuş gibi yaşanıp gidiyor. Oysa acılar ve onların çığlıkları belleklerde ve hatta sonsuzluk uzamında olduğu gibi duruyor. Bir gün onlar, bunlara neden olanları buluyor ve yeniden ulaşıyor. İnsanı kendisiyle yüzleşince çok geç kalınıyor.
Bazı kavramlar var, onları irdelemek, üzerinde düşünmek, bir çıkış yolu bulmak ya zaman alıyor ya da sonsuza dek erteleniyor. İnsanlığın acıları bitmiyor oysa.
Gönlü ve kalbi kırılanların ah’ı hiçbir zaman yerde kalmaz. Bu dünyada kalıyor gibi görünse de bir gün kendisini mutlaka bulacak. İman ettiğimiz hakikatte “zerre miktarı kötülük yapanlar” kayda geçiyor onlar orada yerini alıyor. Oranın neresi olduğunu iyi biliyoruz.
Gözü kara insanlar öldürülüyor veya ölüyor. Tetiği çekenler, kanlı nesneyi taşıyanlar kendi dünyalarının savaşını veriyorlar.
İnsanı insan olarak görmek yerine, kendi ırkından mı, kendi ırkının hizmetinde mi, çıkarlarını kolluyor mu, kendi mezhebinden mi, meşrebinden mi, kendi ülkesinin insanından mı?.. Vs. Bir çocuk fırına ekmek almaya gidiyor ve birileri tarafından öldürülüyor. Bir adam kendi ırkından ve dininden değil diye göz göre göre öldürülüyor. Öldürülüş nedenleri nefretin oluşturduğu kavramlar içinde gizlidir. Geçmişten günümüze öldürülen bu insanların her birinin bir yaftası vardır. Bir zamanlar şeriatçıdır diye, bir zamanlar solcu ya da ülkücüdür diye, bir zamanlar Kürt’tür, Ermeni’dir, Arap’tır vs. Güç kimin elindeyse tetik de onların tetikçilerindedir. Bir kesim kendi acısını yaşarken diğerine kayıtsız kalıyor. İşin tuhafı şu ki, herkesin bildiği ama dillendiremediği güçlü eller aramızda gezinmektedir.
Siyasilerin bir zamanlar dillendirdiği ve bir türlü aşılamadığı kimi durumlar vardı. Adına “kontrgerilla” dendi de geçilip gidildi. Devletin içinde güçlü gibi görünen ellerin insanları itlaf ettiği günler az yaşanmadı. Ama o güç olduğu gibi duruyor ve sürekli öldürüyor.
Hakikat medeniyetine ve inanışına sahip olanlar şunu iyi bilirler ki, bilmeliler ki kesin bir hüküm var. “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” hükmü insanlık için geçerli. Bu, Allah’ın insanlığa bir uyarısı.
Bunları oluştururken dillendirirken karşınıza çıkan ve pelesenk olan bir “ama”ları var. Yanlışı, zulmü, işkenceyi, cinayeti örtbas etmenin sıradan bir ifadesi olarak kalıyor. İnsanlığı kurtarmak değil de ama ben çıkarımı, ırkımı, mezhebimi, meşrebimi kurtarmak için öldürmeyi gerekli görüyorum gibi bir anlayış oluşuyor. Bu da savunma alanı oluyor.
Dünyayı sadece kendinden ibaret gören, payın ve hakkın büyüğüne sahip olan sadece kendisi olması gerektiğine inanan zalim bir anlayış. Zalim olmak için ille de kral, sultan, başkan olmak yetmiyor. Her bir birey kendisinden de sorumludur. Eğer gördüğü haksızları dillendiremiyorsa, dile getirmiyorsa, sesi ve gücü var da bunu ortaya koyamıyorsa o da bir zalimdir. Siyasal birlikteliğimizden olan gencecik bir insan öldürülüyor ve bunun üstü örtülüyorsa burada bir büyük sorun var demektir. Dilsiz şeytanlığı da işimize geldiği gibi kullanıyorsak bu da bir zulümdür. Biraz da şeytanlık oyunu oynanıyor gibidir.
Ali Haydar Haksal/Milli Gazete