Merhamet sözcüğü Arap dilinde genel hatlarıyla acımak, esirgemek, şefkat göstermek, affetmek, bağışlamak anlamlarına gelmektedir. Ra-hı-me kök fiilinden türeyen rahmet, merhamet, er-Rahîm, er-Rahmân, Erhamu’r-Râhımîn, rahim, ulü’l-erhâm, ruhamâ gibi kelimeler grubu Kur’an’da çok kullanılan sözcüklerdendir. Bunların sayısı yüzlere varmaktadır. Rahmet kelimesi doksan kadar; er-Rahmân altmışa yakın, er-Rahîm 115 kadar ve diğerleri de onlarca yerde geçmektedir.
Merhameti er-Rağıb el-İsfehanî şöyle tanımlıyor: “Merhamet edilene ihsanda (bağışta) bulunmayı gerektiren şefkat ve acıma (duygusu).” Bazen (diyor Rağıb) sadece acıma/şefkat anlamında, bazen de acıma olmaksızın sırf ihsan (bağış) anlamında kullanılır. “Allah filan kişiye rahmet etsin (acısın)” demek bunun gibidir. Eğer Allah (el-Bârî) merhametle vasıflandırılırsa, orada kastedilen, acıma/şefkat değil, mücerred ihsandır. Bir yoruma göre, rahmet Allah’a izafe edilirse nimetler verme ve bağış, insanlara izafe edilirse acıma/şefkat anlamına gelir.
Merhamet, “acıyı, afetleri gidermeye ve onun yerine sevinç ve hayrı yerleştirmeye yönelik olan bir iyilik duygusu” (Elmalılı) olarak da tanımlanmıştır. Merhamet ve rahmet bir muhtaç ve dertliyi afetlerden kurtararak, yerine hayır ve nimeti yerleştirmeyi hedef edinen bir iyilik duygusudur. Dilimizde rahmet ilahî, merhamet ise beşeri bir manada kullanılmakta ise de kavramsal olarak “Allah’ın merhameti”nden bahsetmemek mümkün değildir.
Allah’ın rahmeti, ehline, yani ona muhtaç olanlara hayrı ve ihsanı istemek demektir. Bir başka yoruma göre Allah’ın rahmeti, cezayı haketmiş olana ceza vermekten vazgeçmesi, hayrı ve ihsanı, hak etmeyene de ulaştırması demektir. Fakat bu, Allah’ın hiç cezalandırması yok anlamına gelmemektedir.
Allah, bütün güzel sıfatların olduğu gibi, gerçek merhametin de kaynağıdır. Bütün güzel isimler O’na ait olduğu gibi, “merhamet edici” ismi de gerçek anlamda O’na aittir. Merhamet deyince akla O’nun sonsuz ve eşsiz benzersiz şefkati, ihsanı, bağışı ve rahmeti gelmektedir. Kur’an’ın anahtar cümlesi besmelede ve Fatiha suresinde her gün yüzlerce okuduğumuz Rahmân, Rahîm ismi O’nun merhamet kaynağı oluşunu hatırlatmaktadır. Rahmân ismi pek merhametli, çok rahmet sahibi demektir ve sadece Allah’a verilebilir. Çünkü ‘Rahmân’ın içerdiği mana ancak O’nda vardır. Rahmeti her şeyi kuşatan ikinci bir varlık yoktur. O’nun rahmeti sınırsız, ezeli ve ebedidir, gerçek nimet verici O’dur. Rahmân isminin tercümesi imkansızdır. Hele de müfessir Elmalılı’nın değindiği gibi, “esirgeyen” diye tercüme etmek iyice çirkindir. Çünkü esirgemek “kıskanmak” anlamına da gelir. Rahman’ı “acıyan” diye tercüme etmek de yanlıştır. Çünkü “acımak” fiilinde “elem duymak” anlamı da vardır. Kaldı ki, salt acımak merhamet değildir. Kısacası Rahmân ismini Türkçe’de tam olarak ifade edebilecek herhangi bir kelime yoktur.
Rahîm ismi de, “rahmeti çok olan” anlamındadır. Klasik yorumlarda şöyle bir ayrım yapılmıştır: “Allah’ın Rahmân oluşu dünya içindir, Rahîm oluşu ise ahiret içindir; çünkü rahmeti dünyada mü’min-kafir herkesi kuşatmıştır, ahirette ise sadece mü’minlere özgüdür.” Fakat bu ayrımın ikna edici bir delili yoktur. Allah hem dünyanın hem de ahiretin Rahmânı ve Rahimi’dir.
Kur’an’da Rahîm ismi Rahmân isminden daha fazla kullanılmıştır. Bazı yerlerde de yanına bir başka isim alarak kullanılmıştır. En fazla el-Ğafûru’r-Rahîm (çok bağışlayıcı) şeklinde; sonra et-Tevvabu’r-Rahîm (tevbeleri çok kabul eden ve Rahîm) ile; onüç yerde el-Azîzu’r-Rahîm şeklinde kullanılmıştır. Aziz, yüce, büyük, kudretli anlamındadır. Yücelikle merhamet anlamının birlikte kullanılması, O’nun büyüklüğünün merhametine, merhametinin ise büyüklüğüne, güçlü olup aynı zamanda intikam sahibi de olmasına ters düşmediğini telkin etmektedir. Raûfun Rahîm tamlaması da birkaç yerde kullanılmıştır. Raûf kelimesi şefkatli demektir. Bağışlayıcı, tevbeleri kabul edici, şefkatli anlamındaki kelimelerle Rahîm kelimesinin birlikte kullanılması, O’nun acıma, merhamet ve şefkatini tekrar tekrar vurgulama amacına matuftur. Kısacası, Allah’ın Rahîm ismi, daha çok bağışlama, affetme gibi bağlamlarda kullanılmışsa da bu durum, Rahîm isminin sadece ahirette mü’minlere has olduğu tezini doğrulayıcı nitelikte değildir. Özellikle Secde suresinin 6. Ayeti O’nun Rahîm oluşunu mutlak surette bildirmekte, herhangi bir kayda tabi tutmamaktadır. Allah, Rahman ve Rahîm sıfatlarının gereği, hem mü’minlere son derece lütufkardır, hem de zalim ve kafirleri hakettikleri cezaya çarptırıcıdır.
Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatı bütün mevcudatı kuşatmıştır. Her şeyin ilk yaratılış ve icadında almış olduğu bütün fıtri nimetler Rahmâniyetin göreceli olarak bir yansımasıdır. Bu itibarla Allah’ın rahmetinden etkilenmemiş bir varlık düşünülemez. İlk yaratılış tamamen vehbî ve cebrîdir. Hiçbir varlığın kendi isteği veya arzusu, onun yaratılmasında etkili olmuş değildir. Şu halde ilk yaratılışa tamamen Rahmâniyetin bir tecellisi olarak bakmak gerekir. Bu rahmetin kapsamı dışında hiçbir mahluk bulunamaz. Bu anlamda Rahmâniyet sıfatı genel bir düzeni, ahengi, güvenliği, evrendeki olağanüstü dengeyi ifade eder. Her şey çok büyük, genel bir güvenlik sistemine bağlıdır. Rahmâniyet ümitsizliğe karamsarlığa imkan bırakmayan mutlak bir ümit, ezeli bir inayettir. Rahmâni rahmet, bütün mümkinatın yokluktan varlığa çıkarılışını istemek ve varlık nimetini vermektir. O’nun varlığı her nimetin ve her hayrın aslıdır.
Varlık dediğimiz devasa bir anlamlar bütününün her karesinde, her nokta ve zerresinde Allah’ın merhametini görmek mümkündür. O’nun merhametini belki de en iyi, suda; suyun akışkanlığında, sesinde, berraklığında, insana şairane anlamlar ilham edişinde ve en çok da taşıdığı bereketde temaşa etmekteyiz. İnsanların yağmura “rahmet” adını vermeleri bir tesadüf değildir. Yağan yağmur sadece bereket taşımıyor, aynı zamanda, yeryüzünün –insan dahil- bütün katılıklarını yumuşatacak merhamet sağanağı indiriyor. Allah’ın yeryüzüne uzanan merhametini, her gün yeryüzündeki bütün varlıkları sırasıyla ve belirli oranlarda ısıtan ve aydınlatan güneşte, rüzgarın, yağmur dolu bulutları sürüklemesinde, çiçek tozlarını aşılama gibi işlevlerinde görmek mümkündür. Kur’an, yağmur dolu bulutları çorak bölgelere sürükleyen rüzgarı Allah’ın rahmetinin müjdecisi olarak nitelendirir. (7/A’raf, 57)
Allah’ın merhameti hayvanlar aleminde bizim için çok daha müşahhas, çok daha ibret vericidir. İnsan gibi düşünce ve muhakeme gücüne sahip olmayan, meramını anlatacak konuşma yeteneğinden mahrum, insanlar karşısında edilgen bir konumda olan binlerce tür hayvan aleminde beslenme, barınma, tenasül ve korunma gibi hizmetler tamamen Allah’ın merhamet sıfatının tezahüründen başka bir şey değildir. Hemen hemen bütün hayvanlar kendi yavrularını koruma uğruna kendilerini pekala feda edebilmektedirler. Bütün hayvanlar canhıraş bir görev bilinciyle yavrularına yiyecek temin etmektedirler. Bütün hayvanlar aleminin rızkı, Allah’ın merhameti gereği eksiksiz temin edilmektedir. Etiyle, sütüyle, derisiyle, binek, yük taşıma, savaş aracı, avcılık, bal edinme gibi binbir türlü fonksiyonu ile hayvanların insanın hizmetine sunulması ise, Rahmân, Rahîm Allah’ın merhametinin insana yönelmiş boyutunu teşkil etmektedir.
Allah’ın merhameti insan üzerinde adeta zirveye ulaşmaktadır. Allah’ın insana merhametini daha ilk başta onun “sağlam bir yere yerleştirilmesi”nde (23/Mü’minun, 13) görüyoruz. İnsanın yaratıldığı suret, donatıldığı akli, zihni, manevi ve bedensel yetiler; ayrıca hemcinsinden elçiler seçerek insana yol göstermesi, tevbe ettiği takdirde günahlarını affedeceğini vadetmesi, Allah’ın insana olan büyük merhametinin bazı görüngüleridir.
İnsan hayatında Allah’ın merhameti asıl, gazabı ise sanki arızîdir. Gazabı, O’nun merhametinin olanca yoğunluğuna rağmen bunu takdir edemeyen, O’na şükran duygusu ile ibadet edemeyen ve hatta O’na karşı isyan eden kulları için bir tedip vasıtasıdır ve asıl amacı teşkil etmemektedir. Zira biz, Allah’ın asıl amacının, kullara rahmetini ihsan etmek olduğuna inanırız. Allah, azap etmek için insanı yaratmış değildir. Bilakis yeryüzünün halifesi olması için, emaneti taşısın diye insanı yaratmıştır. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak isteyen, bunun için meleklerle vahiy gönderen Allah’ın insana gazap etmeyi arzu ettiğini düşünmek mümkün müdür? Bir Kur’an ayetine göre Allah azabına dilediği kimseyi uğratabilir. Fakat Allah’ın merhameti (rahmeti) bütün varlığı kuşatmıştır. (7/A’raf, 156) Çünkü Allah kendisine merhameti ilke edinmiştir! (6/En’am, 12, 54) Öyleyse bu şu anlama gelmektedir: Allah kendisine merhameti ilke edindiğine göre, (ahirette) Allah’ın herkese adaletle muamele edeceğinden, hiç kimseye zerre kadar dahi haksız ceza vermeyeceğinden yüzde yüz emin olunmalıdır. Çünkü merhametlilerin en merhametlisi Allah’ın haksız ceza vermesine, O’nun rahmet/merhamet ilkesi engeldir.
Allah, efsanedeki Olimpos dağında oturan kadim Yunan Tanrıları gibi, kullarına öfkelenip onlarla savaşa girişen bir tanrı değildir. Yahut da, Kitaba-ı Mukaddes’in anlattığı gibi Babil’de, halkın yaptığı kuleden inerek insanların birbirlerini anlamamaları için onların dillerini bozup karıştıran bir İlah da değildir. O, kullarını kendisine rakip olarak seçip, salt cezalandırmayı arzu eden bir ilah değildir. Allah’ın merhameti, tıpkı havanın, bütün dünyayı doldurduğu gibi; deniz suyunun, içindeki bütün varlıkları kapsadığı gibi bütün her şeyi kapsamıştır. Hiçbir varlık O’nun merhametinin kapsamı dışında değildir. Zaten O’nun merhameti olmasaydı varlıkların anlamlı bir hayat sürdürmeleri mümkün olmazdı.
Ayrıca Allah mü’min kullarına daha çok merhametlidir. Onlar Rablerine itaat ettiklerinden dolayı O da onları içlerinden ırmakların aktığı cennetlerde, pınar başlarında, aşırı sıcağın ve soğuğun olmadığı mekanlarda saadete erdirecektir. Allah’ın mü’minlere özel bir merhamet ilgisinin olması adildir. Çünkü O’nun istediği kulluk aksiyonu içinde yaşamışlardır. O’na itaat etmişler, O’nun uluhiyetini teslim etmişlerdir!
Allah’ın terbiyesi ile terbiyelenmiş gerçek mü’minler de, Rablerinin merhamet sıfatının gereği, merhametlidirler. İnsanların merhamet timsali, pegamberlerdir. Allah, merhameti gereğidir ki beşer elçiler seçerek insanları doğruya, adalete, imana, islama çağırmıştır. Bütün peygamberler, aynı merhamet ilkesinin gereğince kendilerini feda etmişler, kimisi öldürülmüş, en azından taşlanmışlar, fakat yine de kafir kavimlerine merhamet nazarıyla bakmayı ihmal etmemişlerdir. Oğullarının yaptıklarına karşılık onlara sadece merhamet ve sabırla yaklaşan Yakub; kardeşlerinin yaptıklarına karşılık merhametle mukabele eden, oğlu Yusuf; oğlunun boğulmasına gönlü razı olmayan Nuh ve kendini taşlayan kafir kavmine karşı, “onlar bilmiyorlar” diyerek, hidayetleri için duada bulunan Muhammed (hepsine selam olsun) bazı örneklerdir. Bizzat Kur’an’ın tanıklığıyla Peygamber Muhammed (a.s), mü’minlere çok düşkündür; onlara şefkat ve merhametle dopdoludur. (9/Tevbe, 128) Öyle ise mü’minler de birbirlerine tıpkı peygamberleri gibi şefkatli, merhametli olmalıdırlar. Birbirlerini kendi canları gibi sevmelidirler.
Kur’an’ın o eşsiz temsili anlatım dizgelerinden birinde (48/Fetih, 29), Muhammed’in beraberindeki mü’minler kafirlere karşı sert, tavizsiz, şiddetli, birbirlerine karşı ise merhametli olarak tasvir edilmiştir. Bu tasvir tabi ki bir hedeftir aynı zamanda. İdeal mü’minler cemaati böyle olmalıdır. Ayetin devamında mü’minler, ilk başta zayıf bir filiz olarak çıkan, arkasından, gelişip serpilen, dimdik ayakta duran, kendi üreticisini sevince garkeden, mü’minleri sevindirip kafirleri üzen bir başağa benzetilmişlerdir. Mü’minler birbirlerinin velisi ve kardeşidirler. Öyle ise birbirlerine hakkı, sabrı (Asr suresi) ve merhameti (90/Beled, 17) tavsiye etmelidirler. Kardeşlik, velilik tabi ki merhamet, sevgi ve saygı duygularıyla te’essüs eder.
Mü’minlerin merhameti söz konusu olunca akla anne-babanın gelmemesi mümkün değildir. Allah anne-babaya merhametle davranmayı emretmiştir. Özellikle Kur’an’ın iki ayrı pasajında (17/İsra, 23-24; 31/Lokman, 14-15) anne babaya merhametle muamele edilmesi oldukça edebî bir üslupla dile getirilmiştir. “Çünkü Rabbin, başkasına değil, yalnızca O’na kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı buyurmuştur. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında kocarsa, onlara sakın ‘öf!’ demeyesin; onları azarlamayasın; onlara saygılı, yüceltici sözler söyleyesin, ve onlara alçak gönüllüce ve acıyıp-esirgeyerek kol-kanat geresin; ve ‘Ey Rabbim!’ diyesin, ‘Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, Sen de onlara merhamet eyle!” (17/İsra, 23-24; M.Esed’in meali) Görüldüğü gibi bu konudaki Kur’an ayetleri, üzerine başka hiçbir söz söylemeye hacet bırakmayacak biçimde, anne babaya merhametle davranmayı emretmektedir.
Lokman suresinin 14-15. ayetlerinde de aynı şekilde insanın anne babasına merhametle davranması emredilmektedir. Fakat Rabbani ölçü o kadar açık ve anlaşılır ki, eğer anne-baba, çocuğunu Allah’a ortak koşmaya dayalı şirk dinine zorlarsa, onlara itaat etmemeyi, fakat bu durumda bile onlara merhameti asla elden bırakmamayı önermektedir. Şirk konusunda anne babaya itaat edilmeyecektir. Ama yine de onlara iyilikle davranılacaktır. Anne babanın çocuğuna şirki emretmesi, onlara hakaret etmeyi, onları dövmeyi sövmeyi gerektirici değildir. Anne babaya merhametin gerekçelerinden bazıları bir önceki ayette (31/Lokman, 14) belirtilmektedir: Annesi çocuğunu zorluklarla, nice acılara katlanarak karnında taşımış, doğduktan sonra da çocuğun anneye bağımlılığı yıllarca sürmüştür. Öyleyse yine Kur’an’î bir ilke gereği “iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olmamalıdır.” Hem unutmamalı ki, anne-babanın hakkını, merhamet ve saygı, sevgiden başka hiçbir şeyin ödemesi mümkün değildir.
Kur’an, anne-babaya “öf” bile demeyin derken, anne babanın müşrik veya mü’min olması hususunda bir ayrım yapmamaktadır. Bu, er-Rahmân er-Rahim Allah’ın muazzam bir merhamet ilkesini yansıtmaktadır. Demek ki anne-baba da olsa, hiçbir insanın putperest olması o insanın merhamete layık olmasının önüne geçmemektedir. Bilakis merhametle muamele hem anne baba, hem de bütün insanlar için aynı zamanda bir tebliğ vesilesi de olabilir.
Öte yandan, evlenerek yeni bir aile kuran müslüman bir erkek, islami anlayışa göre eşini ve çocuklarını Allah’ın bir emaneti olarak görür. Dolayısıyla onlara merhametle yaklaşır. Tabi kadının da, kocasını kendisine Allah’ın emaneti olarak görmemesi için bir neden yoktur. Fakat, feminizm gibi, iflas etmiş bir medeniyetin ürettiği rasyonalist felsefeler, merhamet diye bir kavramı tanımamaktadır. Hatta kadın erkek ilişkisine yaklaşım biçimleri ve kullandıkları üslup, merhamet denen hadiseyi tamamen ortadan kaldırıcı, aileyi, merhamet ekseninde oluşmuş bir “yuva” olmaktan çıkartıp, tamamen rasyonel, karşılıklı çıkar ilişkileriyle bir arada bulunan bir tür şirket anlayışına indirgeyicidir. Dolayısıyla önerdikleri aile(!) örneğinin insanlara mutluluk getirmesi asla mümkün değildir.
Eşine ve çocuklarına merhametle bakan bir eşin, onları dövmek, hakaret etmek, sokağa terketmek, çıkar ilişkisi nedeniyle yahut da keyfinin ve zevkinin isteği gereği eşini boşayıp yeni kadınlarla birlikte olmak (kadın için de aynı şey geçerlidir) asla düşünülemez. Müslüman eşler, merhamet gereği birbirlerinin kusurlarına katlanırlar.
Öte yandan akrabalık bağları İslam dininde çok önemlidir. Kur’an’da zevi’l-qurbâ ya da ulü’l-qurbâ sözcüklerinin yanısıra ulü’l-erham ve hatta bizzat akraba sözcüğü ile akrabalık bağlarına atıfta bulunulur. Anne- babaya, yetimlere iyilikte bulunmak bağlamında akrabalar da zikredilir. Bazen bu tabloya ihtiyaç sahibi yolcular da eklenir. Akrabalar arasında din ayrılığı bile olsa, yardımlaşma ve ziyaretlere engel değildir. Onlara merhamet kanatlarını germek, mü’min olmayanlarını da hidayete erdirici bir vesile olabilir. Peygamberimizin akrabalık ilişkilerinde hassa olduğu bilinmektedir.
Müslümanlar sadece birbirlerine karşı değil, aynı zamanda kendi dinlerinden olmayan diğer bütün insanlara da merhametle yaklaşmalıdırlar. İnsanların her halükarda merhamete muhtaç olduğunu unutmamak gerekir. Kendini haktan müstağni sanan, zorba, azgın, islam düşmanı insanlar bile merhamet gözüyle bakılmaya muhtaçtırlar. Çünkü onlar, ne denli acınacak bir akıbetin kendilerini beklediğini bilmeyecek kadar koyu bir cehaletin ve aymazlığın içindedirler. Nasıl ki, acil yardım gerektiren bir hastanın, o an için bazı ters hareketleri olsa bile, aldırış edilmez, görmezden gelinirse, küfür içindeki insanlara da böyle bir gözle bakılmalıdır. Herhangi bir insanın sonuç itibariyle maruz kaldığı bir ızdırap mü’minleri ancak üzer. Bu itibarla mü’minler, insanların kafir ve zalim kalmalarını arzu etmezler. O insanların ölmeden önce Allah’a iman etmeleri ve adaletten yana olmaları mü’minlerin en büyük arzularıdır.
Bununla beraber, merhamet duygusu mü’minlere, azgınların, mücrimlerin, kafirlerin, Allah’ın onlara takdir ettiği cezayı çekmemeleri gerektiğini düşündürtmez. Merhamet duygusu ile, suçluları cezalandırma arasında bir çelişki görmemek gerekir. Kendisini “merhametlilerin en merhametlisi” olarak nitelendiren Allahu Teala, kafir ve zalimleri cezalandıracağını da bildirmektedir. Bu da adalet gereğidir. Fakat O’nun merhamet ve adaleti gereği, hiç kimse hakettiğinden, hurmanın içindeki ince bir iplik kadar bile fazlasıyla cezalandırılmayacaktır. Mü’minler de aynı şekilde, merhameti ilke edinmekle beraber, suçluların cezalandırılması konusunda zaaf gösteremezler. Aksi takdirde hem adalet yerini bulmaz, hem de toplum hayatı sağlıklı şekilde işlemez. Nitekim, “zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun” (24/Nur, 2) emrinin hemen peşinden şöyle denmektedir: “Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onlara Allah’ın dini (ni uygulama) konusunda sizi acıma tutmasın!” Çünkü böylesi durumda merhamet maraz doğurur. Uygulanması gereken yerde hukuku uygulamamak, cezaları merhamet adına affetmek, adaleti ortadan kaldıracak, suçluları cesaretlendirecek, suçları artıracak ve suçsuzların gönlünde onulmaz yaralar açacaktır.
İslam coğrafyasına tahakküm eden, putperest batı medeniyetini mihrap edinmiş, “kökü dışarda” siyasi ve sosyal gruplar, özellikle, islamın bir toplumun kurtuluşu için gerçekten elzem olan ceza hukukunu sürekli eleştirmiş, bunların “çağdışı” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu çevreler, kendilerine ait bir medeniyet projeleri olmadığı için, taklit ettikleri Batı’yı takiben ölüm cezasının kaldırılması gerektiğini iddia ediyorlar. Oysa Alemlerin Rabbi Allah, “kısasta sizin için hayat vardır” buyurmaktadır. Doğru olan kuşkusuz budur. Parmak ucundaki tırnaklarımızı kesmek elimizi acıtmıyor, bilakis sağlık ve temizlik için gerekiyor. Hastasını ameliyat eden, habis bir uru almak için ona neşter atan doktor hiç kimse tarafından merhametsiz, insan düşmanı olarak algılanmamaktadır. Benzer şekilde, çürük bir elmayı atmamak, bütün diğer elmaları çürümeye terketmekten başka bir şey değildir. Öyle ise, adam öldüreni öldürmek, yaralayanı yaralamak, hırsızın elini kesmek ne merhametsizliktir, ne de barbarlıktır! Söz konusu suçlunun (mücrimin) zarar verdiği, mağdur ettiği kişilerin hakkını korumak, caydırıcılığından dolayı toplumun diğer kesimini şerlilerin şerrinden korumak gerçek bir merhamettir. Şu halde suçluları cezalandırmak, merhametle çatışmaz, bilakis adaleti ve merhameti tesis eder.
Bununla beraber, affetmek yerine göre merhametin bir gereği olarak çıkar karşımıza. Affetmek Allah’ın merhametinin ifadesidir. Unutmamalı ki affetmek güçlü birisi için söz konusudur. Rahmân ve Rahim Allah, kullarını affedici olduğunu bildirmektedir. Biz kullar da Allah’ın affetmesini esas alarak, affı ve merhameti seçersek, O’nun yolunda olmuş oluruz. Bu, elbette affedilmesi gereken suçlar açısındandır. Bazen, affetmemek, yani kin, intikam ve nefret duyguları anlamını yitirir ve hatta zararlı olabilir. Bilakis affetmek, affedilenlere çok büyük tesirler yapabilir. Yusuf peygamber’in, kardeşlerini affetmesi ve onlara, kendisine yaptıkları zulmü, düşmanca tutumlarını yüzlerine vurmaması, (12/Yusuf, 92) büyük bir alicenaplık örneğidir. Zaten Yusuf’un kardeşleri, yaptıkları kötülükten utanmışlardı. Yusuf’un ahlaki yüceliğini teslim etmiş vaziyetteydiler. Bu durumda onlara merhamet kanatlarını açmak, gerçek erdemin, faziletin, merhametli bir mü’minin vasfı olabilirdi ve Yusuf da bunu yapmıştı.
Fakat, merhamet duygusu mü’minlerde küfre, zulme, ahlaksızlığa, insanları köleleştirmeye, sınıflara bölmeye, insanlar üzerinde rablık taslamaya, kısacası her türlü istikbara karşı hoşgörülü olmak, bu sayılanlara öfkesini, nefretini azaltmak anlamına da gelmemelidir. Mü’minler bir tek lahza dahi kalplerinde kafirliğe sevgi ve sempati beslememelidirler. Böyle bir sevgi ve sempati insanın kendisini inkar anlamına gelir. Merhamet, acizlik ve sünepelik olmadığı gibi, küfürle, şirkle barışmak, uzlaşmak da değildir. Merhamet asil ve yüce bir duygudur.
Kısacası bütün insanlar, bütün canlılar ve tabiat merhamet beklemektedir. Merhamet hayatın temel harcıdır. Onsuz bir hayat, harçsız duvar gibidir. Peygamberimiz öyle demişti: Merhamet etmeyene merhamet edilmez…