Vefâ
Vefâ kelimesi sözlükte sözünü, va’dini, adağını (nezrini), yeminini tutma, yerine getirme; borcunu ödeme, telafi, tazmin, sadâkat gibi anlamlara gelmektedir. Rağıb el-İsfehani’ye göre vefânın zıt anlamı ‘terk etmek’tir. Vefâ kelimesi Arapçadır ve Kur’an’da türevleriyle birlikte toplam altmış kadar ayette kullanılmıştır. Ölüm anlamına gelen ‘vefât’, vefâ ile aynı köktendir.
Vefâ kelimesi Kur’an dilinde temel olarak şu üç anlamda kullanılmıştır:
1) Sözünde durmak, sadakat, vefâlılık, kısaca ahde bağlı kalmak.
2) Ölçüde ve tartıda dürüst olmak, hile yapmamak, insaflı olmak.
3) Yaptığı iyi veya kötü bütün işlerin karşılığını tam almak, hiçbir emeğinin karşılıksız kalmaması; mü’min veya kafir, amellerinin karşılığını (sevap ve ceza olarak) tam almak.
Erbabınca malum olduğu üzere Arapça’da her fiil, ‘vezin’ denilen farklı kalıplarda farklı anlamlar kazanmaktadır. ‘Vefâ’ fiili de bu şekilde değişik vezinlerde kullanılmıştır. Mesela ‘evfâ’ vezniyle söylendiğinde, va’dini yerine getirmek, yeminini tutmak, sözünde durmak anlamlarına gelmektedir. ‘Evfa fülanen hakkahu’ demek, birine hakkını tamamen vermek demektir. ‘Evfâ’l keyle’, tamamlamak, tam ölçmek demektir. Allah’ın mü’minlere canları ve malları karşılığında cenneti vâdettiği (sattığı) bildirilen Tevbe suresinin 111. ayetinde “Ahdine Allah’dan daha çok vefâlı olan kimdir?” buyurularak, gerçek vefânın bizzat Allah’a özgü olduğu bildirilmiş olmaktadır. Al-i İmran suresi 76. ayette “Hayır, her kim ki ahdine vefâ gösterir ve ittika ederse…” buyurularak, ahde vefâ göstermek övülmektedir. Fetih suresi 10. ayette, Rasulullah’a yapılan rıdvan bey’ati bağlamında, ona yapılan bey’atin gerçekte Allah’a yapılmış olduğu ifade edilerek, Allah’a (yani burada Peygamber’e) yaptığı ahdine vefâ gösterenlere Allah’ın büyük bir mükafât vereceği müjdelenmektedir. Necm suresinin 41. ayetinde ‘evfâ’ kelimesi ‘tam’ anlamında kullanılmıştır: ‘el-cezâu’l-evfâ’, “eksiksiz/tam karşılık (mükafaat)” demektir.
Vefâ kökünden türemiş ‘vâfin’ kelimesi sâdık, sadakatli, eksiksiz, tam, yeterli, uygun, yerinde anlamlarına gelmektedir. ‘Vefiyyü’, sözünün eri, verdiği sözü, vadi, yemini tutan, sâdık, güvenilir, tam, bütün, tüm anlamındadır. ‘Teveffâ’ kelimesi ‘vefât ettirmek’ anlamına gelmektedir, fakat ‘teveffâ fulanun hakkahû’ dendiğinde, “hakkını tamamen almak” manasını ifade etmektedir. Vefat etmek, sanki asla bağlı kalmayı, geldiği yere geri dönmeyi çağrıştırmaktadır. Tıpkı “Biz Allah’a aitiz, ve biz O’na döneceğiz” ayetinde olduğu gibi… (2/Bakara, 156). ‘İstîfâ’ sözcüğünün de vefâ ile aynı kökten olması ilginçtir ve ödeme, ifa etme, konuyu kapsamlı olarak işleme, tamamlama, bitirme anlamına gelmektedir. Şu halde, her ne pahasına olursa olsun, ‘bulunduğu görevde kalma’ hırsı yerine, şartlar onu gerektirdiği zaman şahsiyetli bir şekilde istîfâ etmek de vefâlı bir davranış sayılmalıdır.
Vefâ kelimesi Kur’an’da en fazla ahidlere bağlılık çerçevesinde kullanılmıştır. ‘Vefâ’nın dışında başka sözcüklerle de, ahdine bağlı olmak, verdiği sözde durmak mü’minlerin en önemli özellikleri olarak öne çıkartılmaktadır. Bunlardan biri de ‘akit’ kelimesidir ve Maide suresi bir ültimatom gibi, “Ey iman edenler, akidlerinize bağlı kalın!” (evfû bi-l’uqûd) ayetiyle başlamaktadır. Ahidlerin en köklü olanı kuşkusuz, insanoğlunun, kendisini yaratan Rabbine olan kulluk ahdidir. Bakara suresinin 40. ayetinde İsrailoğulları’na hitaben, “Siz benim ahdime bağlı kalın ki ben de sizin ahdinize bağlı kalayım” (evfû bi-ahdî ûfi bi-ahdikum) buyurulmuştur. Burada genel anlamda İsrailoğulları’nın müslüman kalmaları, Muhammed (a.s)a indirilen Kur’an’a iman etmeleri kastedilmiştir. Kur’an mü’minlerden, ahidleştikleri zaman ‘Allah’ın ahdine’ bağlı kalmalarını emreder, kuvvetlice yemin ettikten sonra yeminlerini bozmamaları konusunda uyarır. (16/Nahl, 91).
Kur’an, ahde vefânın sorumluluk demek olduğunu beyan etmektedir: “Ahde vefâ gösterin. Çünkü ahid bir mes’uliyettir.” (17/İsra, 34). Bizden ahde vefâ istenmektedir; ahid de sorumluluk olduğuna göre, ‘sorumluluğunuzu bilin, ihlal etmeyin’ denmektedir. Şu halde ahdine vefâ göstermeyen insan, mes’uliyetsiz / sorumsuz bir insandır. Esasında bu ayetteki ‘ahid’ mefhumunu daha genel anlamda, insanın halife kılınması, insana yeryüzünde tevdi edilen emanet, insanın henüz yaratılmadan önce Allah’a verdiği bağlılık sözü olarak anlamak da mümkündür. Allah’ın biz insanları kendi nefislerimize şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına karşılık bizim “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” (Qâlû belâ) diyerek (7/A’raf, 172), bir anlamda Allah’a söz vermişliğimiz, Allah’ın Rububiyyetine bağlı kalacağımızı beyan ve taahhüd etmişliğimiz, Allah’a olan ahdimiz olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla mü’min olmak, vefâlı olmak demektir. Sözüne, özüne sâdık kalmak demektir. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin özellikleri tanıtılırken, “Allah’a yaptıkları ahidlerine bağlı kalırlar ve mîsâkı bozmazlar” ( yûfûne bi-ahdihim) (13/Ra’d, 20) ayeti, İsra suresinin 34. ayetiyle ilgili kastettiğimiz yorumun tam bir kanıtı niteliğindedir.
‘Vefâ’ fiilinin (mübâlağa bildiren) tef’ıl babından olan ‘veffâ’ sîgası, ‘birinin hakkını tamamen vermek’ anlamına gelmektedir. Yani ‘veffâ’ kelimesiyle, ‘vefâ’nın, ‘birisinin hakkını tam olarak vermek’ anlamı daha bir vurgulanmış durumdadır. Bu sözcükle İbrahim Peygamber vefâlı, görevini eksiksiz yerine getiren, görevinin hakkını hakkıyla vermiş kişi olarak tanımlanmıştır. (53/Necm, 37). İbrahim Peygamber misali, salih ameller işleyen mü’minler vefâlı hareket etmektedirler. Asıllarına bağlı kalmışlardır. Öyleyse onlara da (Allah tarafından) vefâlı olunacaktır: “İman edip salih ameller işleyenlerin ecirleri tastamam bir şekilde verilecektir. Allah elbette zalimleri sevmez.” (3/Al-i İmran, 57) Hatta mü’minlere ‘vefâlı’ muamele eden (Allah)ın büyüklüğü gereği, biraz da fazladan ihsan edilecektir. (4/Nisa, 173; 35/Fatır, 30). Çünkü bunlar, Allah’ın Kitabı’nı tilavet edenler, namazı dosdoğru ikame edenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan gizli veya açık infak edenlerdir. (35/Fatır, 30).
Adeta bir ilkeler örgüsü olan Kur’an’da ‘vefâ’ konusu da ilkeli bir bağlamda işlenmiştir. Allah’ın vefâsını celbetmek, kulların kendi vefâlılıklarına bağlıdır. Allah (İsrailoğullarına:) “Siz ahdinize bağlı kalın, ben de ahdime bağlı kalayım” (ve evfû bi-ahdî ûfi bi-ahdikum) buyurmaktadır (2/Bakara, 40). Demek ki vefâlı olmak karşılıklıdır ve şarta bağlıdır. Bütün mesele, insanın, verdiği sözlere ihanet etmemesi, aslına ve özüne yabancılaşmaması, Allah’la, Rabbi ile daima barışık olması, Rabbi’ni unutmamasıdır. Eğer O’nu unutursa, Allah bütün alemlerden müstağni olduğu ve insan ise daima Rabbi’ne muhtaç olduğu için, kaybeden insan olacaktır.
İnsanın yeryüzü hilafeti dışında, ‘Allah’ın ahdi’ ne anlama gelebilir? Kur’an, yetimin malına dürüst davranmayı, onu haksızca kendi uhdesine geçirmemeyi, ölçüyü ve tartıyı dürüstçe ve adil bir biçimde yapmayı ve yalancı şahitlik yapmamayı vb.. ‘Allah’ın ahdi’ olarak ele almakta ve ‘Allah’ın ahdi’ne bağlı kalmayı (vefâyı) emretmektedir. (6/En’am, 152). Bu demektir ki, yetim malı yemek, ölçü ve tartıda hile yapmak, yalancı şahitlik yapmak, Allah’a verilen ahde vefâ göstermemektir, ahdi bozmaktır. ‘Ahde vefâ’ bağlamında, yetim malını haksızca yememek ve ölçü-tartıyı dürüst bir şekilde yapmak, mü’minlere defaatle hatırlatılan dînî bir görevdir. Şuayb Peygamber’in, kavmi Medyen halkına tebliğ ettiği bu ahlaki ilke, bizler için de emir niteliğindedir. Şuayb Peygamber kavmine, “…ölçüyü ve tartıyı tam yapın” (fe-evfû’l-keyle ve’l-mîzan) (7/A’raf, 85) derken, neden vefâ kelimesinden türeme ‘evfû’ sözcüğünü kullanmıştı? Çünkü satıcı, aldığı para karşılığında, satmayı vâdettiği mallardan, ölçerek ya da tartarak, aldığı paranın ederi kadar bir miktarı alıcıya vermeyi taahhüd etmiş demektir. İşte bu taahhüdüne / vâdine sadakat göstermeli, yani vefâlı olmalıdır. Bunu yapmayan, vefâsız bir insandır. Dolayısıyla, bütün ticarî hırsızlar aynı zamanda vefâsız insanlardır demek doğru bir tanımlamadır. Bu ahlaki ilke, 11/Hud suresinin 85. ayetinde hemen hemen aynı sözlerle tekrarlanmaktadır.
Peygamberler gerçek vefâkâr insanlardır. Yusuf’un kardeşleri kıtlık yıllarında, erzak almak için Yusuf’un bulunduğu saraya gelmişler ve yalvarmaklı bir dille, “bize ölçüyü tam yap ve biraz da bağışta bulun” demişlerdi. Hem ölçüyü tam yapmasını (vefâ), hem de fazladan ihsanda bulunmasını talep ettikleri o kişi, bir zamanlar kendilerinin tam bir vefâsızlık ettikleri, ölsün diye kuyuya, ölüme attıkları kardeşleri Yusuf’dan başkası değildi. Yusuf onları tanımıştı ve tıpkı dedesi İbrahim gibi davranarak, kendisine vefâsızlık etmiş olan kardeşlerinden, istedikleri ‘vefâ’yı esirgememişti.
Vefânın bir diğer anlamı da, bütün insanların, yaptıkları amellerinin karşılığını ahirette mutlaka alacaklarıyla ilgilidir. Nasıl ki mü’minlere hak ettikleri mükafâtı eksiksiz ve hatta fazlasıyla vermek bir vefâ ise, kafirlere, Allah’ın lanetini celbetmiş olanlara, hak ettikleri cezayı tam vermek de Allah’ın vefâsı gereğidir: “O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah’ın hiç şüphesiz hak olduğunu bilip anlayacaklardır.” (24/Nur, 25)
Dünya hayatını ve onun zînetlerini isteyenlere, yapıp etmelerinin karşılığı da tastamam verilecek, hiçbir şekilde eksiltilmeyecektir. (nüveffi ileyhim a’malehum) (11/Hud, 15; ayrıca bkz, 11/Hud, 111; 46/Ahkaf, 19). Ayetten öyle anlaşılıyor ki, bu insanlar arzu ettikleri sonuçlara ulaşmaları konusunda, onları azab-ı ilahiden engelleyecek herhangi bir fiili müdahale söz konusu değildir. Çünkü onlar dünyada iken yeteri kadar uyarılmışlardı. Geriye kalan, dünya ve zînetine yönelik amellerinin karşılığını, hem de kendi istekleri gereği tastamam almalarıdır. Bu da onlara gösterilecek en iyi ‘vefâ’dır… Fakat bu insanların ahirette, ateşten başka nasipleri yoktur. (11/Hud, 16). Çünkü bundan başka bir sonuç istemiş değillerdi… Cenabı Allah, tıpkı önceki ataları gibi, Allah’ın dışında bazı ilahlara tapan putperestlere, hak ettikleri cezayı eksiksiz, tam olarak verecektir. Bu bizzat Allah’ın vadidir. “Biz onların paylarını eksiksiz olarak vereceğiz.” (İnna le-muveffûhüm nasîbehüm) (11/Hud, 109).
Kafirlerin amellerinin hiçliğini serap temsili ile açıklayan ayette (24/Nur, 39), ’serap’ ile, Allah’ın, kafirlerin hesaplarını tam göreceği, yani vefâ kavramı arasında kurulan ilgi, olağanüstü derecede icazlı, çarpıcı ve ilgi çekicidir:
“Kafirlere gelince, onların amelleri, çöldeki serap gibidir: Susayan kişi onu su zanneder. Fakat yanına gelince orada hiçbir şey bulamaz, orada sadece Allah’ı bulur. Allah ise onun hesabını tam görür. Zaten Allah çok çabuk hesap görendir!” (24/Nûr, 39). Bu ayet kafirlerin amellerini, tıpkı serap gibi tamamen bir ‘hiç’, bir hayal değerinde görmektedir. Onların kafirce amelleri onlara ahirette hiçbir fayda sağlamayacaktır. Allah ise, vefâsı, yani herkese hakkını tam olarak vermesi gereği onlara hak ettikleri karşılığı (cehennemi) verecektir. Eğer kafirler Kur’an’a kulak verselerdi bu ayet onlara şu gerçeği öğretecekti: Kafirlerin, ‘vefâ’ anlayışları tıpkı çöldeki serap gibidir. Serap, çölde susuzluktan kavrulan bir adamın hayal ettiği, gördüğünü sandığı bir kurtuluş hayalidir. Fakat maalesef, hayalinin boşa çıkması onun susuzluğunu bir kat daha artırmıştır. Dünya hayatında, tıpkı Semûd kavminin dokuzlu çetesi gibi (27/Neml, 48), tam bir şeytanî düzenle, ahbap-çavuş ilişkisi içinde halkına zulmeden çeteler, yeri geldiğinde birbirlerini harcamaktan asla çekinmezler. Bunların arayışları (susuzlukları) asla bitmeyecektir. Çünkü ancak îman insanı tatmin eder (susuzluğunu giderir). Kafirlerin susuzluğu, aç gözlülüğü ölünceye kadar devam edecektir. Onların gözünü ancak toprak doyuracaktır. İşte bu ahbap-çavuş çeteler, tam hayallerine ulaştıklarını sandıkları anda, bir şekilde onu kaybetmekteler. Yani serapla karşılaşmaktalar. O anda birbirlerini vefâsızlıkla suçlamaya kalkışmaktalar. Halbuki her ikisine de ‘vefâlı’ olan birisi vardır, O da Allah’dır. Tam o anda karşılarında Allah’ı bulacaklardır. Allah asla vefâsızlık etmez, etmeyecektir. O’nun hesap görmesi çabuktur.
‘Vefâ’nın bir diğer türevi olan ‘vüffiye’ kelimesi de bir kimsenin, hak ettiği karşılığı tam olarak alması demektir: “Her nefis kazandığının karşılığını tam olarak alacaktır ve onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklardır.” (3/Al-i İmran, 25) “Her nefis işlediği amelin karşılığını tam alacaktır.” (ve vüffiyet kullü nefsin mâ amilet) (39/Zümer, 70) Bu fiilin geniş zaman sigasıyla kullanılan tüveffâ biçimi de birkaç ayette aynı anlamı vurgulamak üzere kullanılmıştır. “Her nefis, kazandığının tam karşılığını alır” (tüveffâ kullü nefsin bi-mâ kesebet) (2/Bakara, 281; 3/161); “Ve her nefse, işlediği amellerin karşılığı tam olarak verilir, asla haksızlığa uğratılmazlar” (ve tüveffâ kullü nefsin bi-mâ amilet ve hum lâ yuzlemûn) (16/Nahl, 111). “Kıyamet gününde ecirleriniz tastamam verilecektir.” (Ve innema tüveffevne ücûrakum yevme’l-qıyameh) (3/Al-i İmran, 185).
Mü’minler “Hayır olarak” ve “Allah yolunda” her ne infak ederlerse karşılığı, kendilerine tastamam olarak ödenecek ve asla haksızlığa uğratılmayacaklardır. (2/Bakara, 272; 8/Enfal, 60) “Sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenecektir.” (39/Zümer, 10)
Şu halde mü’minlere, hak ettikleri ecirlerinin verilmesi, kafirlere de hak ettikleri cezanın tam olarak verilmesi bir vefâdır.
Mü’minler, tıpkı Rableri’nin kendilerine vefâlı olması gibi, kendileri de hem Rablerine hem de insanlara vefâlı olmalıdırlar. Sözlerinde durmalıdırlar. Adaklarını yerine getirmelidirler (76/İnsan, 7), ahidlerine bağlı kalmalıdırlar. (2/Bakara, 177). Sözüne sâdık olmak, ahdine vefâ göstermek, verdiği sözde durmak, dün dediğini bugün inkar etmemek, birtakım maslahatlar gözeterek sözlerini tevil etmemek, az bir paha (metâun qalîl) karşılığında ‘değiştim’ diyerek, doğru bildiklerini terk etmemek mü’minlerin en önemli ahlaki ilkeleri olmalıdır. Küfür, nifak, fısk, dalalet, haram ve günah üzerinde vefâ olmaz. Bunlardan kaçınmak ancak vefâdır. Ölçüde, tartıda dürüst olmak, sözüne yüzde yüz güvenilir olmak, yetimin, fakirin, çalıştırdığı insanların vb.. hakkını yememek, bütün insanların müslümanlardan bekledikleri ahlaki davranışlardır. Her zaman olduğu gibi bugün de bunlara insanlığın ihtiyacı vardır. Gerçek vefâyı mü’minler göstermelidirler. Diğer insanlar mü’minlerden vefâyı öğrenmelidirler.
Ne var ki son yıllarda kimi müslümanlar, gerek birtakım kamu mallarına ve gerekse ‘inançsız’ olarak gördükleri kişilerin mallarına ve menfaatlerine yönelik ‘darul harpteyiz’ gibi gerekçelerle vefâsızlık yaptılar. Elektriği kaçak kullanmak, toplu taşıma araçlarına biletsiz binmek vs.. bunun tipik örnekleri oldu. Bu davranış tıpkı bir zamanlar Benî İsraîl’in, “Ümmilere karşı bize sorumluluk yoktur” sözleriyle, Mekke Araplarının mallarını haksızca yemeyi helal sayan anlayışına (3/Al-i İmran, 75) benzemektedir. Beni İsrail’in bu tutumu nasıl batıl ve vefâsızsa –ki Yahudiler bu zihniyetlerinden hiçbir şey değiştirmediler-, ‘müslümanım’ diyen insanların bu tutum ve davranışları da batıl ve vefâsızlıktır. Rabbimiz Allah yukarıda andığımız ayetlerde ölçüyü tartıyı tam yapmayı, insanların mallarını eksiltmemeyi açıkça emretmektedir. (7/A’raf, 85; 11/Hud, 85; 26/Şuara, 183) Bu ayetlerin üçü de Şuayb Peygamber’in, kavmine yönelik uyarılarıdır. Fakat hiçbir müslüman, Allah’ın Medyen halkından istediğini bizden istemediğini iddia edemez.
Peygamberimiz Muhammed (as.), kafir de olsalar, kavminin hiçbir menfaatine göz dikmediği gibi, bilakis, kıtlık yıllarında Mekke halkına Medine’den erzak gönderdiği rivayet edilmektedir. İslami vefâ budur, müslüman ahlakı da budur. Vefâ İbrahim’e, Yusuf’a, Muhammed (a.s)a ve diğer bütün Rasullere yakışır, onların izinde yürüyen mü’minlere de yakışır.
Kafirlerin ise vefâlı olmaları, kelimenin gerçek anlamında ve genel olarak mümkün değildir. Görece olarak, mesela sözlerinde duruyor olabilirler. Bazıları ölçü ve tartıda hile yapmıyor olabilir. Fakat burada çok dikkatli olunmalıdır: İsmet Özel’in bir şiirinde “Verem olmak üretimi düşürür…” diye bir söz geçmektedir. Evet verem olmak kötüdür, ama üretimi düşürdüğü için… Bu kısacık bir mısra ciddi bir kapitalizm eleştirisidir. Bence kafirlerin görece ‘dürüstlüklerini’ bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Kafirler, ‘küfür ettikleri’ için yani, Allah’a ait gerçeklikleri örttükleri için, nihai anlamda vefâsızdırlar. Bilhassa bugün, dünyaya hükmeden global ‘Şebeke’nin vefâ diye bir kavrama inandıklarını düşünmek bile abestir. Kafirlerin ‘vefâ’ dedikleri aslında çıkar ilişkileridir. ‘Şebeke’nin üyeleri için vefâdan ziyade, pastadan alacakları pay önemlidir.
İnançları, itikadları, ideolojileri, bilgi ve görgüleri, hatta hayatları Kur’an’ın o eşsiz temsilinde olduğu gibi ‘örümcek ağı’ gibi olanlar vefâ’dan ne anlasınlar! Onlar ruz-ı mahşerde gerçek vefâ’yla karşılaşacaklar. Vefâ’nın ne olduğu onlara tastamam gösterilecek… Vefânın ne olduğunu o gün bihakkın öğrenme fırsatı bulacaklar… Zira o gün onlar, bütün yapıp ettikleri zulümlere rağmen, bütün entrikalarına, çevirdikleri dümenlere rağmen, zerre kadar zulüm görmeyecekler, hak ettikleri onlara tastamam verilecek… Almaları gerekeni, hak ettikleri karşılığı (cezayı) eksiksiz olarak alacaklar. Bu, Allah’ın vadidir. Allah onlara haksızlık etmeyecek. Yani vefâsızlık etmeyecek! Allah’ı vefâlı bulacaklar! Kendileri bu dünyada iken, ölüm kendilerine hiç gelmeyecekmiş gibi yaşayanlar, gasbettikleri her türlü imkanlarla, zayıf insanlara zulmedenler, onlara her türlü kötülüğü reva görenler, Allah’ın da sözünde durduğunu, O’nun asla vefâsızlık etmediğini, vâdettiği cezalarını hakkıyla verdiğini aynel yakîn ve hakkal yakîn göreceklerdir.