1960’lardan itibaren sağ ve sol hareketlerde aktif olan isimlerin anılarını yayınlaması son zamanlarda popüler olmaya başladı. Özellikle sol dergi ve örgüt-lerle sağ dernek ve vakıfların ileri gelenlerinin anıları o döneme ışık tutan önemli kaynaklar niteliğinde. Hem sağda hem de solda o yıllarda gençlik dönemlerinde olan, şimdi ise siyaseten ve aktif bir şekilde kamuoyunun önde gelen simalarından olan bu isimlerin anıları o dönemin gizli kapalı kalmış birçok olayını da aydınlatacaktır.
Komplocu mantık
Sol/sosyalist çevreler Soğuk Savaş’ın ardından yayımladıkları anılarda geçmişe daha eleştirel ve muhasebe niyetiyle bakıyorlardı. Ne var ki bu özellikle 2010 sonrasında bilhassa Gezi Parkı olaylarından sonra değişti; 1960’ların ve 70’lerin militarizmi bir anlamda geri geldi. Ancak son yıllarda sol/sosyalist mahfillerde 1960-80 arası aktif isimlerin anılarını ve bu dönemleri değerlendirirken bir eğilim göze çarpmaktadır. Sol çevreler bu dönem-lerde sağ ve İslâmî çevreler adına faaliyette bulunan isim ve yapıları devletle münasebetli, fakat çoğunlukla da ‘derin devletle’, ‘istihbaratla’ irtibatlı yapılar şeklinde lanse etmektedir. Komünizmle Mücadele Dernekleri, Yeniden Millî Mücadele Hareketi, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi yani kabaca İlim Yayma Cemiyeti’nden günümüze kadarki yapılar ve bunların şubelerinde ya da idari kadrolarında görevli isimler, ‘karanlık’ sıfatı altın-da istihbarat görevlisi, istihbarattan olmasa bile devletin içlerine nüfuz ettiği isim ve yapılar olarak gösterilmekte ve bu temalar akademik metinlerde işlenmektedir. Son zamanlarda İsmail Hakkı Pekin’in bazı isimler hakkında 1959’da Özel Harp Dairesi’nin elemanları oldukları şeklindeki sözleri, Mücadeleciler olarak bilinen ve o dönemki genç üyelerinin çoğu mevcut siyasal ve entelektüel kadroları oluşturan hareket hakkında üretilen iddialar solun bu algısını pekiştirmektedir. Ancak dönem dönem bazı isimler etrafındaki söylemler yoğunlaşmaya devam ediyor. Bugünlerde Mehmet Emin Alpkan etrafında, Alpkan’ın oğlunun anılarını yayınlaması münasebetiyle de bir iddialar silsilesi örülmüş durumda.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; 1960 ve ‘70’leri değerlendirirken salt tek taraflı ve amaçlı yorumlamalar, üretilen illüzyonların gerçekmiş gibi algılanmasına sebep olabilir. Tek taraflıdan kastım da şu; bu dönemleri değerlendirirken sağdan ve soldan yapılarla devletin münasebeti beraber değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, söz gelimi sağın her hücresine kadar ‘derin devletin’ resmi ya da gayrı resmi adamlarını yerleştirdiğini kabul etsek bile, bu ‘devletin’ soldan ısrarla uzak durması düşünülebilir mi? Solun içerisine de birtakım kişiler yerleştirmesi ve hatta solun bazı fraksiyonları-nı bizzat yönlendirmesinin önünde ne gibi engeller vardır? Salt böyle bir paradigmadan hareket edilirse hem bu oluşum ve isimlerin içinde bulundukla-rı hareketlere hizmeti tam anlamıyla anlaşılamaz hem de komplocu bir mantıkla her şeyi belirleyen kadir-i mutlak bir yapıyla karşı karşıya olduğu-muz ortaya çıkar. Dolayısıyla da aslında bu hareketleri okuma, anlama ve anlamlandırma girişimlerinin hepsi anlamını yitirir.
Gizemli geçmiş tek taraflı mı?
Solun sağa nispet ettiği ‘karanlık’, gizemli geçmiş anlatısının tek taraflı olduğu kadar problemli bir diğer yanı da Türkiye sağına ısrarla sağın değil de solun kendi penceresiyle bakmak istemesidir. Zira Türkiye’de sağ, yani büyük oranda ehli sünnet, Türk-İslam kimliği kendi adına devletle barışık-tır. Devlet, bu hareket adına dinden sonraki kutsaldır. Ancak ne zaman ki devlet sağın kutsallarına hürmetsizlik etmiş, onun ibadet özgürlüğünü elin-den almış ya da başörtüsüne el uzatmış ancak o zaman sağ devlete karşı geri çekilmiştir. Fakat bu geri çekiliş bir isyan ve itaatsizlik şeklinde değil, kendi kabuğuna çekilmek şeklinde cereyan etmiştir. Sağ siyasetin devletle münasebetini, devlete bakışını, devletin bu hareket içindeki önemi ve ko-numunu tartışmak ayrı bir şeydir; sağ siyasetin tüm nevilerinin devletin karanlık ve gizemli yapısının bir uzantısı olduğunu iddia etmek ise apayrı bir şeydir. Dolayısıyla sağdaki bir metafizik unsur ve gerçeklik olarak devlet algısını göz ardı etmek ya da bunu manipülatif bir şekilde yorumlamak hiçbir gerçekliği olmayan spekülatif laf kalabalığından ibaret kalacaktır.
Kaldı ki ‘60’lar ve ‘70’lerde solun da gayet tabii, spekülatif bir şekilde karanlık, gizemli yapılarla münasebeti kurulabilir. Hatta solun bu yöndeki iddialarla hemen hiç yüzleşmediği bile söylenebilir. Üstelik bu iddialar bazı fraksiyonların birbirini, soldaki meşhur bir tabirle, ‘ajan-provokatör’lükle itham etmesinden çok daha ciddidir. Söz gelimi Cemil Meriç, solun göz bebeklerinden olan Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in kuruluşunu şöyle anlatır; “TİP tamamen MİT tarafından kuruldu. Kemal Sülker yüzde seksen polistir. Entelektüel sayılmaz. Bana ‘Hatıralarımı yazsam, mezarımdan çıkarır bu adam-lar’ dedi. Çok namuslu bir zamanında, kafaları çektiğimiz bir sırada söyledi” (Bkz: Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Doğu Kütüphanesi Yayın-ları, s. 106). Gerçi bu ifadeler doğrudan Cemil Meriç tarafından kayda geçirilmemiş, bir talebesi tarafından tutulan notların derlenmesinden alınmıştır. Bu yüzden de bir aktarma hatasını akılda tutmak gerekir. Yine TİP’e ilişkin efsanelerden birisi TİP’in işçiler tarafından kurulduğudur. Bu 12 kurucu aslında sendika yöneticileridir, hatta birisi bir sendikacının şoförüdür, özel şoförleri ve makam arabaları olan ‘işçiler’dir bu kurucular. Bunlardan birisi de Ahmet Muşlu’dur. Muşlu son anda kuruculara katılan bir isimdir ve diğer sendikacılar tarafından o zaman bile ‘pek muteber’ bulunmaz. Nitekim Muşlu, 1962 yılında partinin sosyalist aydınlara açılma kararı alması ve sosyalist bir çizgiye kayacağının anlaşılması üzerine partiden ayrılmıştır. Daha sonra ise Ahmet Muşlu’nun istihbarattan olduğu anlaşılacaktır. TİP’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki örgütlenmesinde bir numa-ralı isim olan ve 1965 yılında TİP’ten Diyarbakır milletvekili seçilen Tarık Ziya Ekinci de anılarında TİP’in bu bölgelerdeki örgütlenmesini anlatır. Ekinci bir seferinde bir ilçede TİP şubesi açtığını ve aynı ilin bir başka ilçesine geçtiğinde ise, bir önceki ilçede açtığı şubeye başkan seçtiği kişinin MİT’ten olduğunu anladığını yazar. Cemil Meriç’in iddiası hem mahiyeti hem de aktarılışı itibariyle spekülatif olmakla beraber, Ahmet Muşlu vakası ve Tarık Ziya Ekinci’nin anlattıkları bir realite olarak karşımızda durmaktadır.
Sol ve ‘derin’ yapılar
Sol/sosyalist mahallede olmasa da bu mahallenin hemen bitişiğinde konumlandırabileceğimiz Murat Yetkin’in “Meraklısı İçin Casuslar Kita-bı”nda bu yıllara dair anlattığı bir olay ise hayli manidardır. Yetkin 1960’larda CIA’nin solu bölme girişimleri yaptığını ve bunu da ilk olarak Hindis-tan’da başardığını yazar. Hindistan’daki 1962 seçimleri öncesinde Hindistan Komünist Partisi güçlüdür ve birinci olma ihtimali yüksektir. Seçimlerden önce CIA ajanı Duane Clarridge, Hindistan solunu Moskovacı-Pekinci şeklinde bölmüş ve sol 1962 seçimlerinde birinci olamadığı gibi bir daha da belini doğrultamamıştır. Yetkin’in ‘solu bölme uzmanı’ şeklinde tarif ettiği Duane Clarridge 1968 yılında Türkiye’ye gelir. Yetkin Clarridge’ın 1971’e kadar İstanbul’da kaldığını söylüyor ancak Clarridge’ın ne gibi faaliyetlerde bulunduğuna dair hiçbir şey söylemiyor. Sadece hepimizin bildiği şu hatırlatmayı yapmakla yetiniyor; 1969’da TİP’te ayrılık baş gösterdi ve Mehmet Ali Aybar partiden ayrıldı; Maoculuk Türkiye’de bu yıllarda ortaya çıkmaya başladı; Dev-Genç bölündü ve sol bölüne bölüne bir daha belini doğrultamadı (Bkz: Meraklısı için Casuslar Kitabı, Doğan Kitap, s.345-349). Clarridge’ın 1962 seçimleri öncesinde Hindistan’daki faaliyetlerini epeyce ayrıntılı anlatan ve olayı CIA’nin Maocu bölme planı olarak kodla-yan Yetkin Türkiye’deki gelişmelere dair hiçbir şey söylemiyor. Yorum kısmını okuyucuya bırakmış diyerek naif bir değerlendirme yapabiliriz ancak Hindistan’daki gelişmeleri çok net bir sonuca bağlarken Türkiye’deki gelişmeleri genelleyici ifadelerle geçiştirmesi bu değerlendirmeye çok da izin vermiyor. Ancak Yetkin bu sessiz kalma noktasında yalnız değil; onun ima ettiği Maocu bölünme, TİP’teki bölünme ve solun içindeki diğer istihbarî gelişmeler ve bölünmeler solun genelde üç maymunu oynadığı bir alandır.
12 Mart’a giden süreçte de hep Mahir Kaynak’ın muhbirliği konuşulur ancak 27 Mayıs’ın kudretli paşası Cemal Madanoğlu’nun doğrudan cun-taya dahli, Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanlarının sol’la iltisakı pek tartışılmaz. Hatta Süleyman Demirel anılarında 1969 yılında Fethiye’den Bodrum’a bir jandarma botuyla giderken güvertede Ant ve Devrim dergilerini gördüğünü anlatır. Ki bu dergiler dönemin en etkili sosyalist dergilerin-dendir. 9 Mart cuntasına giden sürecin bayraktarlığını yapmışlar ve 12 Mart muhtırası sonrasında da kapatılmışlardır.
Efsane ve ulvileştirmeler
1960 ve ‘70’lerde, Soğuk Savaş’ın ve sağ-sol fraksiyonların alabildiğine hareketli olduğu bir dönemde gerek ulusal gerekse de uluslararası istihba-rat faaliyetlerinin yoğunlaştığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Bunda kimsenin itiraz edeceği bir şey olamaz. Türkiye sağı ise her zaman devlete yakın olmuştur. Çünkü devlet zaten Türk sağının kendi varlığını meşrulaştırdığı temel kutsallarından biridir. Bunda da karşı çıkılacak bir nokta yok. Fakat solun tüm bu süreçten kendisini münezzeh gibi göstermesi ve üstelik sağın hemen tüm fraksiyonlarını devletin gizli, karanlık ve hatta bazen ‘kriminal’ taraflarının uzantısı gibi göstermesi apaçık bir çarpıtmadır. Kaldı ki, bu sağ vakıf ve dernekler belirli bir misyonu da yerine getirmiştir. Birtakım sözü-mona sağ kökenli ismin bu hareketlere dair ürettiği eleştirel analizden solun payına düşen bir şey olmayacaktır. Özellikle son dönemlerde Sol/sosyalist çevreler kendi tarih ve geçmişlerini salt efsaneler ve ulvileştirmeler üzerinden okumaya meyillidir. Bunun yerine, sol, sağın güya ‘gizemli, karanlık’ taraflarına yoğunlaştığının yarısı kadar kendi geçmişine odaklansa, o dönemlerde çok moda olan “ajan-provokatör” ithamlarından daha derin ve etraflı bir muhasebe yapsa belki hem kendi adına hem ülke adına daha faydalı bir iş yapmış olur.
Açık Görüş / Yunus Şahbaz (Kırıkkale Üniversitesi)