-Hocası İ. Hatip Erzen’i Anlatmasından-
Abdullah Yıldız kardeşimin Hocamla, 2006 yılında “Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar” başlığıyla yayımladığı söyleşisinden aldığım notlardan kısa bölümler aktararak Şeyho Hocam’ın nasıl bir ortamda eğitim gördüğünü anlatmaya çalışacağım.
“Malatya’dan yetişen Müslüman fikir adamlarına baktığımız zaman, farklı bir tarza, farklı bir duruşa sahip olduklarını fark ederiz. ‘Malatyalı’ duruşu, bir anlamda ‘Malatya ekolü’ diyebileceğimiz bir çizgiden söz edebiliriz. Şeyho Duman Hoca’ya da sormuştum bu konuyu ve aldığım bütün cevaplar aynı isim üzerinde birleşiyordu: 1950’lerde Malatya’da müftülük yapan ve hâlâ ‘Müftü Efendi’ diye anılan büyük âlim, rahmetli İsmail Hatip Erzen. Bu değerli ilim adamını en iyi tanıyanlardan biri de onun dizi dibinde yetişen ve ondan çeşitli İslâmî ilimleri bizzat tahsil eden Şeyho Duman Hoca. Hoca’ya İsmail Hatip Erzen’le ne zaman ve nasıl tanıştığını soruyorum önce: ‘Biz Müftü Efendi ile 1950’lerde tanıştık’ diyor ve devam ediyor: ‘Ben Kur’an kursunda okuyordum, o yıllarda. Kendisi de müftü idi ve zaman zaman Kur’an kursuna kontrole gelirdi… Daha sonra, Müftü Efendinin verdiği Arapça derslerine bizzat iltihak ettim ve onun derin ilminden istifade etme imkanı buldum…’
İsmail Hatip Erzen Hoca, aslen Siirtli imiş. Doğu medreselerindeki tedrisatını bitirdikten sonra Ezher’e iltihak etmiş. Erzen Hoca, Diyanet’te görev alırken babasını, dedesini ve yedi göbek atasını da yazıp vermiş, şahsı ile ilgili bilgilerin arasında. Şeyho Duman, ‘Bu durum’ diyor; ‘eski ilim geleneğinden gelen zevâtın, Ensâb ilmine ne kadar önem verdiğini de gösterir, aslında.’
İsmail Hatip Erzen Hoca, kendi ifadesine göre Selefı’dir. Soyunun aynı zamanda Hz. Hüseyin’e kadar uzandığına inandığından, Hüseynî olduğunu söylermiş: ‘Öyle nesebiyle filan övünmezdi. O soydan gelmiş olmasının kendisine kazandıracağı bir şey olmadığını da söylerdi. Aslolanın takvâ olduğunu belirtir; Kur’ân’daki, ‘Sizin en hayırlınız en çok ittika edeniniz/ sakınanınızdır’ âyetine dayanarak meseleleri hep o noktadan ele alırdı…’
Ezher’de ilmi ve fikrî tartışmaların en yoğun olduğu dönemlerde tahsil hayatına başlamış İsmail Hatip Erzen Hoca. Reşid Rıza’ların, Muhammed Abduh’ların hemen sonrasındaki, fikri çalkantıların hayli yoğun olduğu bir dönemde çok ciddi tecrübeler kazanmış ve çok önemli bir ilmi seviyeye ulaşmış.
‘Müftü Efendi, kendi ifadesine göre; yedi sene Ezher’de hadis hocalığı yapar ve daha sonra Türkiye’ye döner; Türkiye’ye döndüğünde de müderrislik imtihanına tabi tutulur ve imtihanı kazanır. Elazığ/Harput şehrine Hamidiye Medreselerine müderris olarak tayin edilir. (Bu dönem, zannederim, Osmanlı’nın son yıllarıdır.) Orada tedrisata başlar. Sonraki yıllarda da Türkiye’nin çeşitli illerinde Müftülüklere tayin edilir. Birkaç ile gönderilir; en son Konya ve Malatya’ya tayin edilir; nihayet Malatya’da 1960’larda emekliye ayrılır.’
Müftü Efendinin o yıllardaki ilginç bir uygulamasını Said Çekmegil ve Musa Çağıl ağabeyin aktardığını hatırlıyorum: ‘O sıralar Konya camileri, iri iri taneli 99’lu tespihlerle doludur. Bu tespihler, zikrin hakiki manasını gölgelediği ve gerçek zikrin, ibadetin rûhuna ters olduğu ve hatta bu rûhu idrake engel teşkil ettiği için, bunların hepsini toplatır ve bizzat camilerdeki sobalarda yaktırır. Tabi ki, bu uygulamasından dolayı da ciddi tepkiler alır, ama bu tepkiler Hoca’nın umurunda değildir; o doğru bildiğini söylemeye ve doğru olanı yapmaya devam eder.’
Müftü Efendi, işin dış kabuğuyla ilgilenmek yerine daima hakikatine ermeyi, meselelerin derûnuna nüfuz etmeyi önceler, önemserdi. Bir arkadaşımız onun dersine geliyordu, (ki, hâlâ berhayattır) Aşık Ahmet diye bir zat; ‘Hocam ben fırında çalışıyorum’ dedi. -O zamanlar fırında hamur makine ile değil, elle yapılıyor; o arkadaş da sabaha kadar beş çuval hamur yoğuruyor sonra da derse geliyordu. Dedi ki; ‘Hocam, ben müezzinlik veya imamlık görevi almak istiyorum.’ Bunun üzerine Hoca hemen dersimizi bırakıp kendisiyle ilgili bir hatırayı dillendirdi ve dedi ki; ‘Ahmet, sen hamurunu yoğurmaya devam et; Din’i meslek edinerek buradan geçinmeye kalkışma. Zira, Din’i bir meslek haline getirdiğin taktirde manen hiçbir şey elde edemezsin.’ Sonra da kendi hatırasını anlattı: ‘Ben Mısır’da iken ve Mısır’dan Türkiye’ye gelip vazife alıncaya, ilk maaşımı alıncaya kadar gözlerim açıktı. Ben ne zaman ki, Din’i meslek edinerek, Din yoluyla geçinmeye başladım, o dakikadan itibaren gözlerim kapandı, basiretim kapandı.’ Tabi, biz o zaman talebe-hoca münasebeti seviyesinde daha ileri giderek, ‘nasıl basiretiniz kapandı?’ diyemezdik. Anlattıramazdık. Ama bunu söylerken ağlıyordu. ‘Ben kaybettim’ diyordu. ‘Mısır’da gözlerim açıktı; dönüp görev alınca gözlerim/basiretim kapandı. Onun için sen git hamurunu yoğur, sabaha kadar çalış, ancak hiç bir zaman Din’i, geçim yolu edinme’…”
Şeyho Hoca’nın bu duygusal hatırasına; ‘Demek ki, ihlâsının kaybolduğunu, basiretinin kapandığını düşünüp buna hayıflanarak ağlıyordu rahmetli’ diye katılarak sohbeti sürdürüyorum. Hoca, Müftü Efendiyi anlatmaya devam ediyor: ‘Çok onurlu bir insandı ve hem kendi onurunu hem de Müftülük makamının onurunu asla küçük düşürmezdi. Hiç bir resmi törene katılmazdı. ‘Esas bu toprakların temsilcisi benim; İslami şahsiyeti ben temsil ediyorum’ der, valinin; ya da şunun bunun karşısında kendisini ezdirmez, onların ayağına gitmezdi. ‘Ben gidersem, dinî şahsiyeti onların ayağına götürürüm’ düşüncesiyle hareket ederdi. ‘Gazali’de ‘ulemâ-i sû?’ diye bir tabir vardır; yani ‘kötü âlimler; onlar idarecilerin ayağına giderler’ derdi ve kendisi gitmezdi. Vali ve diğerleri de bilirlerdi Müftü Efendinin hassasiyetini ve ona resmi formaliteleri uygulamazlardı. Saygı duyarlardı Müftü Efendiye. Onun kendisine saygısının tezahürü diğerlerinin üzerinde de etki yapıyordu, onlar da bu zâta saygı duyuyorlardı. Müftü Efendi, daha önce sahip olduğu manevi feyzin bir kısmının kayba uğradığını düşünüyor olsa da, aslında tesiri ölünceye kadar üzerinde devam ediyordu…’
‘Onun Malatya’da yaptığı inkılaplardan özellikle ikisi önem taşıyor. Daha önce Malatya’da sünnet ile farzlar arasında üç kez İhlas suresi okunur, Fatiha’dan sonra kamet getirilirdi. Müftü Efendi bunu kaldırdı. Bir de camilerin kıble tarafına levhalar asılırdı; Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali. Müftü Efendi ‘bunları kaldırın’ derdi. Tabi, müezzinler, imamlar hemen kaldırırdı. Ama çok tepkiler alırdı.’
Şeyho Duman Hoca, Malatya’da neş’et eden İslami anlayışın net ve sağlıklı oluşunun temelinde Müftü Efendi’nin gayretinin büyük etkisi olduğunu söylüyor ve bazı örnekler veriyor: ‘Biz, o zaman tarikata mensuptuk ve şeyhimizle rabıta kurarak rahat ederdik. Müftü Efendi bunların İslam’daki yerini bize anlattı ve biz kendi rızamızla değiştik. Malatya’da yaşayan Nedim Hoca der ki: ‘Biz eskiden ne kadar rahattık; nasılsa bizden haberdâr olan birileri vardı(!). Ama Müftü efendi bu rahatımızı bozdu.’ Yani biz ilk başta biraz tereddüt ettik; ama onun gerçek ilmi maharetini, meselelere vukûfiyetini zamanla anladık. Tabi ki, hurafe ve bid’atle yoğrulmuş bir toplumda bunları anlatmak çok zor…’
Konu konuyu açıyor ve Şeyho Hoca, Müftü Efendinin özü-sözü bir sağlam bir karaktere sahip olduğunu yansıtan ilginç bir hatırasını daha naklediyor: ‘Bir ikindi namazına gecikmiştik. Geldik, Yeni Camide namaz kılacağız. Kendisi hemen mihraba geçti. Başı açık, kolları sıyrılmış şekilde namaz kıldırmaya başladı. Biz de tabi olduk. Sonradan gelenlerle birlikte arkasında dört saf cemaat oluştu. Cemaat dört saf olunca, namazı bitirip cemaate döndüğünde; bir müftünün, cüppe ve sarık oradayken sarıksız ve cüppesiz, aksesuara önem vermeden namaz kıldırmasına cemaatin şaşırdığını hemen farketti ve aynen şöyle dedi: ‘Cemaat belki beni yadırgarsınız. Ama ben evde de böyle namaz kılıyorum.’ Yani, sizin için bunu giyersem riya yapmış olurum demek istedi. Zaten takke/sarık hakkında böyle düşünüyordu: Bir gün fıkıh dersi okurken, takkesiz namaz kılmanın mekruh olup olmadığını sorduk. ‘Bunu mekruh sayan alimlerin senedi yoktur; bir delile dayandıramazlar’ dedi.’
Son olarak önemli ve mesaj yüklü bir hatıra daha naklediyor Şeyho Duman Hoca: “Malatya’da İsmetpaşa kazamız var, Yeşilyurt oldu şimdi. Orada namı, şanı büyük olan Karslı Hoca var; alimliğinden, evliyalığından bahseder herkes. Müftü Efendi, bir gün bize, ‘gelin onu ziyarete gidelim’ dedi. ‘Olur’ dedik ve bir fayton tutup Karsh Hocayı ziyarete gittik. Evi, üç-dört basamakla aşağı inilen bir yer. Oturup hal-ahvalden sonra Müftü Efendi sordu: ‘Ne iş yaparsın?’ O da ‘Efendim, dokuma tezgahım var, arkadaşlar bana ip getirirler, burada dokurum, arkadaşlar da çarşıda satarlar; onunla geçinirim. Evli de değilim. Böyle hayatımı sürdürüyorum’ dedi. Müftü Efendi, ‘Senin ilmin var mı?’ dedi. O da, ‘İzhara kadar okudum’ dedi; yani orta seviyede bir Arapça. Başka bilgiler de verdi ve bir de dedi ki: ‘Haftada bir defa Cuma için dışarı çıkarım.’ Müftü Efendi bunun üzerine: ‘Bununla yarın huzur-u ilahide hesap verebileceğini mi sanıyorsun? Yarın Allah sorsa; ‘Bu ümmetin halinin perişanlığım görüyorsun ve haftada bir gün Cuma için çıkıyorsun; üstelik ilmin de var! Allah’ın kelamını anlatabilecek seviyedesin ve anlatmıyorsun!’ dese, sen ne cevap vereceksin? Gel, ben sana vaizlik ruhsatı vereyim, çık kürsüye ve Allah’ın emirlerini dosdoğru söyle, indiğinde kafanı kırsınlar. Böylece Allah’ın huzuruna, Sahib-i Şeriatın huzuruna gittiğinde bunu bir berat olarak ibraz edersin’ dedi. Allah rahmet eylesin ölçüleri hep böyle netti…’
İnanıyoruz ki, merhum İsmail Hatip Erzen hocanın yaptığı gibi, bildiğimiz doğrular istikametinde kararlı ve ısrarlı bir cehd ortaya koyarsak, Allah er veya geç bu çalışmalarımızın semeresini verecektir.” (Aralık 2005 / Umran -136)
Hocamla ilgili yazıyı, kardeşlerimin paylaştığı videodan deşifre ettiğim sözleriyle bitirmek istiyorum: “Ankara eskiden çok soğuktu. Yatsı namazından sonra kapım çalındı. Çıktım, kelli-felli bir adam. Dedi ki, ‘Buranın imamı sen misin?’ Evet, benim dedim. Dedi: ‘Ben Senato’da berberim.’ Senato vardı. Meclis iki bölümdü; bir kısmı milletvekilleri, diğeri de senatör. ‘Ben Senato’da berberim’ dedi. ‘On senedir yanımda çalışan bir kalfam vardı; öldü. Belki hakkı bana geçmiş olabilir diye sana geldim. Mevlidini, hatmini, devrini, ıskatını; altını-üstünü sen yapacaksın.’
Bir sürü para; yani yapsam bir sürü para alacağım. Dedim ki, ‘bu nerede oturuyordu?’ Dedi ki: Kesikbaş’da. Ankara’nın bir mahallesi, Kesikbaş’da oturuyor. Dedim ki, gel sana bir şey söyleyeyim: Bir kamyona iki ton kömür, beşyüz kilo odun, elli kilo bulgur, bir teneke de yağ alalım. Götürelim evine, bırakalım. Vallahi, benim okuyacağım hatim, devir, ıskat, mevlid; hepsinden daha iyidir. Halbuki ben istesem, paralar cebime girecek; ama ben, Allah’a söz vermiştim, O’nun Dinini satmayacağım. Adam, birdenbire dedi ki; ‘Ben de seni, Hoca sandım; Hoca değilmişsin ki!’ Bir fırça çekti bana; çekti gitti. Yani ben, buna benzer birçok şeyi; Allah’a hamdolsun, Dinimi istismar etmeden yaşadım. Onun için giderken Rabb’ime, bu konuda hesabım kolay olacaktır.”
Hocama Rabb’imden, Rahmetiyle muamele etmesi dileklerimle…
Celal Sancar / Her Taraf (06.12.2024)