Lügatta “önceden geçmiş olanlar, önceki nesiller” anlamına gelen “Selef” kelimesi, zaman içerisinde İslam davetinin ilk üç nesli olan Sahabe, Tabiin ve Tebeut Tabiin nesillerini ifade eden bir ıstılahi anlam kazanmıştır. İslam’ı anlama ve yaşama konusunda işte bu ilk üç nesilden aktarılan nakillere tabi olma, yani Selef’e ittiba etme iddiasına sahip olan Müslümanların yaklaşımı da zaman içerisinde Selefiyye/Selefilik olarak nitelenmeye başlanmıştır.
Özellikle Hicri 8/Miladi 14. asırda İbn Teymiyye ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye’nin telif ettiği eserlerle çerçevesi belirginleşen ve belirli bir sistematiğe oturan bu anlayış biçiminin bugünkü gibi “Selefiyye/Selefilik” olarak anılmaya başlanması da, bu iki alimin eserlerinde “Selef”e atıf yapmalarından mülhem bu dönemin ardına denk gelir.
Selefiliğin Müslümanların tarihindeki kökenine baktığımızda, karşımıza Hariciyye, Mu’tezile, Şia, Mürcie, Cebriye gibi siyasi-itikadi fırkaların dışında kalan ve o ilk ayrışmaların yaşandığı süreçlerde keskin kamplaşma ve cedelleşmelere taraf olmak yerine mutedil bir çizgide ümmetin ana gövdesini temsil iddiasında olan Ehl-i Sünnet şemsiyesi altındaki Müslümanlar arasında kendini gösteren Ehl-i Hadis – Ehl-i Rey farklılaşması çıkar.
İşte Selefilik, bu farklılaşmada kendilerini Hadis Ehli olarak ifade eden ve İslam’ı anlamada Kur’an naslarıyla doğrudan muhatap olmak ve Kur’an-Sünnet bütünlüğünde akletmeyi/fıkhetmeyi savunan ve sonraları Rey Ehli olarak nitelendirilecek olan Müslümanlardan farklı olarak, Kur’an’ı ve dolayısıyla İslam’ı anlamanın yegane yolunun Allah Rasulü’nden (s) nakledilen hadislere ve ona en yakın ve dolayısıyla “en hayırlı” nesiller olan Sahabe, Tabiin ve sonrasında Tebeut Tabiin neslinin kavillerine ittiba etmek olduğunu öngören dini anlama usulünü ifade etmektedir.
Bu anlayış sahibi Müslümanların kendilerini ilk dönemlerde Ehlul Hadis, Ehlul Eser ve Ehlul İttiba gibi terkiplerle ifade ettiğini görmekteyiz. Sonraki dönemlerde ve özellikle günümüzde “Selefe ittiba eden, Selef yolunu sürdüren” anlamında “Selefi” nitelendirmesi öne çıksa da, özellikle Hadis Ehli terkibinin yine yaygın kabul gördüğü ve kullanıldığı görülmektedir.
İlk bakışta “İslam’ı Allah Rasulünün (s) ve onun yetiştirdiği Sahabe ve sonrasında onlara tabi olan Tabiin ve Tebeu Tabiin nesilleri gibi anlamak ve yaşamak” yaklaşım ve söylemi son derece gerekli ve alternatifsiz bir yaklaşım olarak algılanabilecekse de, teori planında son derece ikna edici olan bu yaklaşımın, makalemiz içerisinde ele almaya çalışacağımız gibi pratikte çok ciddi sorunlarla ve çelişkilerle malul olduğunu söyleyebiliriz.
Selefilik Anlayışının Oluşum Süreci
Selefilik anlayışının oluşum sürecini takip ettiğimizde, karşımıza bu akımla özdeşleşmiş ilk isim olarak Ahmed b. Hanbel’in (Vefatı: 241/855) çıktığını görürüz. Şafii mezhebinin kendisine atfedildiği Eş-Şafii (Vefatı: 204/819), her ne kadar Ehli Rey – Ehli Hadis farklılaşmasında Ehli Hadis tarafında yer alsa, daha ötesi bu yaklaşımı bir usül olarak formüle edip savunan ilk temsilcisi olarak öne çıksa da, usulünde kıyasa da yer vermesi ve hadislere lafzi yaklaşımı esas almakla birlikte fıkhi yaklaşımı (illeti/bağlamı gözeten yaklaşım) da usül olarak kabullenmesi gibi sebeplerden ötürü Selefiyye içerisinde değerlendirilmemiştir.
İlk başta Ahmed b. Hanbel ve takipçilerinin temsil ettiği Selefiyye anlayışının bugünkü anlamda bir itikadi-fıkhi ekol kimliğini kazanması ise yukarıda belirttiğimiz gibi İbn Teymiyye (Vefatı: 728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye (Vefatı: 751/1350) dönemine denk gelir. Bu iki alim, kendilerinden önceki Selefi çizgi temsilcilerinin düşüncelerini daha ziyade reddiyeler şeklinde ifade etmelerinin aksine, Selefiyyenin dayandığı usul ve ona dayalı itikadi-fıkhi yaklaşımları kaleme aldıkları birçok eserle ortaya koydular.
İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’den sonra Selefi İslam anlayışının kendini yeniden ve güçlü şekilde ifade edişine miladi 18. asır Osmanlı Arabistanında tanık oluyoruz. Muhammed b. Abdulvehhâb (Vefatı: 1206/1792), toplumda yaygınlaşan hurafelere, kabir ve türbelerden istimdad dilemeye kadar varan şirk eğilimlerine karşı büyük bir mücadeleye girişti. Üstelik bu mücadele sadece fikri bir mücadelenin de ötesinde fiili müdahale ve silahlı kalkışmayı da içeren bir niteliğe sahipti. İbn Abdulvehhab’ın bu çıkışının, daha çok fiili mücadele ve siyasi çatışma ekseninde geliştiği için, ilmi bir birikim ve gelenek ortaya koymaktan ziyade İbn Teymiyye’nin ilmi mirasına dayandığı görülür.
İbn Abdulvehhab’ın Suud ailesiyle “ulema-umera” işbirliği çerçevesinde kurduğu ittifak, sonraları muhaliflerce “Vahhabilik” olarak nitelendirilecek bu Selefi anlayışın, Suudi Arabistan’ın kurucu fikriyatını teşkil etmesini ve bugüne kadar “ulema-umera” ilişkilerindeki farklı yaklaşımlar ve nihayetinde laik Türkiye’deki Diyanet’in konumuna denk geldiği şekilde “umeraya bağımlı ulema” formülü işler kılınarak bugüne kadar gelmesini sonuç vermiştir. Suud ulemasının konumunu anlamak için onlar için ifade olunan “kabirlerde işlenen şirke karşı duyarlı, ancak Suud sarayında işlenen şirke karşı kör” tanımlaması yeterli olsa gerektir. Bu konuda sembol isimlerden biri Abdülazîz b. Bâz’dır. (Vefatı: 1999)
Miladi 19. asırda İslam coğrafyasının Batılı müstevlilerin fiili ve kültürel işgallerine muhatap olmasıyla birlikte Müslümanlar arasında bu durumdan kurtuluş arayışlarının da ivme kazandığını görüyoruz. İşte bu süreçte 19. Asrın ikinci yarısında Cemaleddin Afgani (Vefatı: 1897), Muhammed Abduh (Vefatı: 1905) ve Reşid Rıza (Vefatı: 1935) gibi isimler öncülüğünde başlayan İslami ıslah çabaları kimi araştırmacılarca Selefi bir çıkış gibi tanımlansa da, bu tür bir tanımın doğru olmadığını ve Selefilikle İslami ıslah çizgisinin çok önemli farklılıklar arz ettiğini söylemek gerekir. Her şeyden önce Selefilik, Ehl-i Hadis geleneğinin devamı ve savunucusu bir yaklaşım olarak Hadis rivayetleri ve literatürde “eser” olarak tanımlanan sahabe kavilleri merkezli bir İslam anlayışına sahip iken, İslami ıslah çizgisi Kur’an merkezli bir usule sahiptir. Aynı zamanda bu çizgi, Hindistan merkezli “Kur’aniyyun” akımından farklı olarak, Kur’an-Sünnet bütünlüğünü İslam’ın anlaşılıp yaşanmasında olmazsa olmaz gören bütüncül bir kavrayışı da ifade etmektedir.
Selefi İslam anlayışının yeniden etkili şekilde gündeme gelmesi ise, Sovyetler’in Afganistan işgali ve ardından İslam coğrafyasının sair bölgelerindeki fiili işgaller sonrası Arabistan başta olmak üzere Selefi çizginin yaygın olduğu Arap ülkelerden gençlerin işgale karşı savaşmak üzere bu coğrafyalara gitmesi sonrası gerçekleşmiştir. İşgale karşı direniş ortamındaki etkileşimler ve yanı sıra Suud’un Selefi anlayışı yaymak gayesiyle yürüttüğü eğitim çalışmaları “taklitçiliği, hurafeleri reddetmek ve dini doğrudan Rasulullah’tan ve Sahabeden almak” gibi cazip öngörüleri içeren Selefi anlayışın etkili şekilde yaygınlaşmasını doğurmuştur.
Bu süreçle birlikte Selefilik anlayışında da çeşitlenmeler gündeme gelmiştir. Bugün şu dört çeşit Selefiyye anlayışında söz etmek mümkündür:
1-Suud Selefiliği (Örneğin: Abdülazîz b. Bâz), 2-İlmî Selefilik (Örneğin: Muhammed Nâsıruddîn el-Elbânî) – Suud Selefiliğiyle İlmi Selefilik genelde birlikte zikredilse de biz ayrı değerlendirmeyi daha uygun gördük, 3-İlmî-Cihadî Selefilik (Örneğin: Selman el Avde, Ebu Muhammed el Makdisi) 4-Cihadî Selefilik (Örneğin: Nusra). Tabi bunların dışında bir de “Tekfircilik” diye bir kategoriden söz edilebilir ki, bu, ilmi açıdan değerlendirilmek yerine patolojik bir vaka olarak görülüp tıbba havale edilmesi gereken bir boyut gibi görünmektedir.
Selefiliğin Değerlendirilmesi(1)
Başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi, Selefi anlayışı savunan Müslümanların temel yaklaşımları “Selefe ittiba, İslam’ı Selefin anladığı gibi anlamak ve yaşamak”tır.
Bu anlayış sahipleri, “Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Tevbe, 9/100) ayet-i kerimesi ve benzeri ayet-i kerimeler ile Allah Rasulü’ne atfedilen “İnsanların en hayırlısı benim asrımdakiler. Sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” (Buhâri, Fedâilul Ashâb 1, Şehâdât) gibi hadis rivayetlerini referans göstererek, yekpare ve ideal bir “Selef” tanımı geliştirmektedir.
Buna bağlı olarak da “ilk üç neslin Rasulullah’tan naklettiği haber ve sünnetler”i merkeze alan bir İslam algısını savunmakta, bu noktada Hz. Aişe validemiz, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi öncü Sahabilerin ısrarla savunduğu bilinen “haberlerin/rivayetlerin Kur’an’a arzı” usulünü ise kabul etmeyip, “Sünnet” mefhumunu Kur’an’ın pratiği olmaktan öte, Kur’an’dan bağımsız ve ona denk ayrı bir kaynak olarak algılamaktadırlar. Böyle olunca da, nakil/rivayet merkezli bir din anlayışı ve Kur’an’ın da bu merkezde anlaşılması, daha doğrusu rivayet malzemesinin Kur’an’a arz edilecek, onun hakemliğine tâbi kılınacak yerde, Kur’an’ın mevcut rivayet malzemesi çerçevesinde te’vil edilmesi, rivayet malzemesine tâbi kılınması sonucu ortaya çıkmaktadır.
Rabbimiz, kendisinde şüphe bulunmayan yegâne kaynak olarak Kur’an-ı Kerim’e vurgu yaptığı (Bkz: Bakara, 2) halde, tedvin döneminde Hadisçilerin Sened tenkidi üzerinden sahih olduğuna karar verdiği Hadis rivayetleri de bu konuma yükseltilmekte ve Kur’an’a denk, dahası pratikte Kur’an’ı da baskılayan, Kur’an’ın önüne geçen bir işleve sahip kılınmaktadır. Bu noktada, körü körüne taklitçiliği reddeden, hurafe ve bid’atlar konusunda duyarlı olan Selefi anlayışına Müslümanların, tarihsel süreçte üretilmiş ve çeşitli şekillerde Allah Rasulüne izafe edilmiş birçok Ehl-i Kitap hurafesi ve bid’ati İslam inancı diye kabul etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.
Muhammed 18, A’raf 187. ve benzeri ayetlere rağmen rivayetlerle oluşturulan devasa “kıyametin alametleri” edebiyatı, Bakara 48, 123, 254, Zümer 44, Mü’min 17, En’am 51, Nisa 123, Nebe’ 37-38, Zuhruf 86, Sebe’ 23 ve benzeri ayet-i kerimelerin müşriklerin iltimasa dayalı şefaat anlayışlarını yerle yeksan etmiş olmasına rağmen yine rivayetlerle oluşturulan devasa şefaat edebiyatı, Al-i İmran 55 ve Maide 117. ayet-i kerimelerin açık beyanlarına rağmen rivayetlerle oluşturulan “Hz. İsa’nın vefat etmediği ve kıyamete yakın yeniden dünyaya geleceği” inancı ve benzeri birçok Kur’an dışı-Kur’an’a rağmen inanç ve anlayış, edille-i şer’iyyede belirtilen; 1- Kur’an 2- Sünnet sıralaması pratikte tersine çevrildiği ve Sünnet mefhumu da, Kur’an’la bağı koparılarak Kur’an dışı bir zemine çekildiği için Selefiyye anlayışında yer edinebilmiştir.
Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil, tüm benlikleriyle, âlemlerin Rabbi yüce Allah’ın insanlığın kurtuluşu için yeryüzüne lütfettiği son ip (Hablullah) olan Kur’an’a yönelmiş, tasavvur ve şahsiyetlerini onunla inşa etmişlerdir.
“Onlara bir ayet getirmediğin zaman: Sen onu derleyip toplasana, derler. De ki: Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basiretlerdir, iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve bir rahmettir.” (A’râf 7/203). Kur’ani beyanında ve benzeri birçok ayette de ifadesini bulduğu üzere Allah Rasulü (a.s.), kendisine vahyolunan Kur’an’a tâbi olmaktan, onun hükümlerini pratize etmekten başka bir şey yapmıyordu.
Hz. Aişe validemizin, kendisinden Rasulullah (a.s.)’ı anlatmasını talep eden genç gençlere “Siz Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’an’dı” (Müslim, Salatu’l-Musafirin, 139) şeklinde cevap vermesi de bu gerçeğin ifadesinden başka bir şey değildi. Hz. Aişe, Allah Rasulü’nün (a. s.), Kur’an’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak yaşadığını çok iyi bildiği için, Allah Rasulü’ne herhangi bir söz nisbet edildiğini işittiğinde hemen o sözü Kur’an’ın sağlamasına arz eder, Kur’an’ın ölçüleriyle örtüşmeyen rivayetleri kesin olarak reddederdi. Bedruddin ez-Zerkeşi’nin kaleme aldığı ve Hz. Aişe’nin Kur’an’a aykırı bulduğu için reddettiği rivayetlerden örneklere yer verdiği “Hz. Aişe’nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler” adlı kitabı, bu konuda önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır.
Hz. Aişe’nin ve beraberinde Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi öncü sahabilerin, Rasulullah (a.s.) adına Kur’an’a aykırı sözler rivayet edilmesine geçit vermeyen Kur’an merkezli bu titiz tutumu, sonraki dönemlerde Müslümanlar arasında hep yaşatılmakla birlikte, özellikle hicri 2 ve 3. yy’larda hadislerin tedvini sürecinde hadis rivayetlerinin Kur’an’a arzını önceleyen metin tenkidi yöntemine gereken önemin verilmeyip, sened zincirlerinin incelenmesine dayalı sened tenkidiyle yetinilmesi, bu alanda Kur’an’ın hakemliğini önemli ölçüde devre dışı bırakan bir gelişme olmuştur.
Bu yöntem değişikliğiyle birlikte, hadis rivayetlerinin Kur’an’la örtüşüp örtüşmediği değil, hadis ravilerinin güvenilir olup olmadıkları üzerinde yoğunlaşılmaya başlanmış, bu da gerek farklı fırkalardan mutaassıp insanların iyi niyetlerle hadis uydurma tutumunun, gerekse Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi muharref kültürlere mensup kimselerin Müslüman görüntüsü altında kendi kültürlerini Müslümanlar arasında yaymak maksadıyla hadis uydurmaya yönelmesinin önünü açmıştır.
Bir başka husus da şudur ki, modernistlerin/tarihselcilerin “İslam’ın ruhu, maksadı” gibi mefhumları öne sürüp, bu mefhumları Kur’an ve Sünnet nasslarını arka plana atmak, hatta Kur’an ve Sünnet lafızlarını tamamen etkisizleştirmek için kullanmaları sapmasına karşılık, Selefilik de nasslara tabiiyet adına maksat ve manayı gözetmeyen bir lafızcılığı öne çıkarmakta ve yer yer İslam’ın gaye ve maksadını, hükümlerin hikmetini algılamaktan geri kalmaktadır.
İnşallah bir sonraki yazımızda, bid’at ve hurafe karşıtlığıyla öne çıkan Selefiyye’nin bu karşıtlığının, pratikte ne kadar tutarlı olabildiğini ele almaya çalışacağız.
Konuyu daha önce çeşitli panellerde de ele almıştınız Şükrü abi… Gayet ilmi ve ruhi açıdan doyurucu anlattıklarınız. Kaleminize sağlık…
Evet kardeşim. Konuyla ilgili iki konferansımın videosu internetten izlenebilir. İlgi ve beğeni mesajın için teşekkür ediyorum.