Kıymetli Venhar Haber okuyucuları. Site yazarlarımızdan Şükrü Hüseyinoğlu ile sabiteler ve güncel meseleleri konu edindiğimiz bir söyleşi gerçekleştirdik. Gündemi sıkı takip ve tahlil eden, güncele de sıkışıp kalmadan, İslam’ı tek gündem etmeye gayret eden Hüseyinoğlu ile olan sohbetimizi istifadenize sunuyoruz.
Şükrü kardeşim seninle farklı bir sohbet yapmayı düşündük. Sorularımızı kitaplarınızın başlıklarından mülhem sormak istiyoruz. Her birini burada ele almamızın zorluğunu takdir edersin. Güncel olanları almaya gayret ettik, umarım faydalı olacaktır. Haydi Bismillah…
“Bizlerin karınca kararınca çabamız, “yarınımız” için azık hazırlama bilincine dayalı bir gayretten ibarettir.”
1) Şahidiz ki, İslami çalışmalar söz konusu olduğunda emeğini esirgemiyorsun. Konferanslar, Cuma Hutbeleri, dernek ve yardım faaliyetlerinin yanında Tv programları ve sosyal medyada da aktif çalışıyorsun. Bu dinamizmin kaynağı nedir, buradan başlayalım dilersen…
Rabbimiz, dünya hayatımızın yegâne anlamı/bağlamı olan âhiretimiz için azık hazırlamamızı öğütlemekte ve “Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takvadır” buyurarak (Bkz. Bakara 197) bizi takva azığı biriktirmeye, dahası takva ve iyiliklerde yarışmaya teşvik etmektedir. (Bkz. Bakara 148; Maide 2, 48). Yine Rabbimiz “Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin (O’nun ölçülerini ihlal etmekten sakının) ve kişi yarın için önden ne gönderdiğine baksın. Allah’tan ittika edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Haşr 18) buyurarak, “yarınımız” için hazırlık yapmamızı öğütlemektedir.
Bu ayette âhiretten “yarın” diye söz edilmesi dikkate şayandır. Verilen mesaj, hesap günü ve âhiret hayatının bize yarın kadar yakın olduğudur. Bu, yaz aylarında kış için hazırlık yapmak misalidir. Hazırlık yapanla yapmayanın hali, meşhur nüktedeki karınca – ağustos böceği örneğinde ifadesini bulmuştur. Ne var ki konu hesap günü ve âhiret olduğunda, azık hazırlamamış olan ağustos böceğinin kapısına gidip azıp isteyeceği bir karınca da söz konusu olmayacaktır bilindiği üzere.
Zira o gün kişi için ancak dünyada yapıp ettikleri vardır (Bkz: Necm, 39-40; İsra 13-14 vb) ve ne babanın oğula, ne de oğulun babaya fayda sağlayamayacağı (Bkz: Lokman, 33) yevmül hak (Bkz: Nebe 39) ve yevmül adl (Bkz: Yunus, 47; Enbiya, 47; Zümer 75) söz konusudur.
İşte bizlerin karınca kararınca çabamız, “yarınımız” için azık hazırlama bilincine dayalı bir gayretten ibarettir. Kısacası “kârlı bir yatırım” yapma gayreti içerisindeyiz, iman eden (Âlemlerin Rabbi’ne güvenen) her mümin gibi. “Karınca kararınca” ifademiz ise asla tevazu ürünü değil, bir hakikatin ifadesidir. Zira Rasulullah (a.s.) ve ilk neslin hayat ve mücadele süreçlerini göz önüne alınca, bizlerin gayretleri ancak bu ifadeyle tanımlanabilir düşüncesindeyim.
2012 yılında rahmetli Ahmed Kalkan hocayla birlikte ifa ettiğimiz Umre’de, Rasulullah’ın hayat ve mücadelesini Hira’dan başlayıp mevki mevki yerinde anlamaya çalıştığımızda, dur durak bilmeyen, meşakkatli, yorucu, türlü bedellerin ödendiği o örneklik karşısında bizlerin gayretlerinin, tabir yerindeyse ancak onların gayretinin zekatına tekabül ettiğini kavramıştım. Özellikle Sevr mağarasına tırmanışımızda bu gerçeği çok net şekilde anlamış, tırmanış sırasında arkadaşlara da ifade etmiştim.
Sanırım bizlerin görece gayret sahibi görülmemizin sebebi, Müslümanlar arasındaki mevcut yaygın gayretsizliktir, dünyevileşmedir. Ki dünyevileşme, yanlış bir algıyla sadece seküler kesimlerin sorunu olarak görülebiliyor. Oysa İslami sorumlulukları salt helal-harama dikkat ederek yaşamak ve nüsuk anlamındaki ibadetleri yerine getirmekle sınırlı görüp, hayatını İslam dâvâsının bir neferi olma ekseni yerine, dünya hayatına yatırım eksenli konumlandıran herkes dünyevileşmiş (dünyayı âhirete öncelemiş) demektir.
Oysa kalıcı olan (âhiret) dururken yatırımı geçici olana (dünya hayatına) yapmak hiç akıl kârı değildir. Evet âhiret dünyada kazanılır ve bu anlamda dünya hayatı çok değerlidir, ancak bu ekseni değiştirmemek kaydıyla. Kısacası ortada bir dinamizm varsa, ki karınca kararınca elhamdülillah var diyebilirim, bunun kaynağı imanımızdır, Rabbimize olan sadakat bilincimiz, sevgimiz, ittikamız ve güvenimizdir.
“Günümüzde internet ortamı ve hassaten “sosyal medya” mecraları, günümüzün “Lotus Yiyenler Adası” durumundadır.”
2)Sosyal medya mecralarındaki faaliyetlerinden hareketle soralım; yaklaşık 12 yıl önce yazdığın, “Evlerimizdeki Truva Atı: Televizyon” isimli kitaba atfen soralım: Başta Müslümanlar ve toplum sosyal medyayı neden/nasıl/niçin kullanmalı? Nitekim kitabı yazdığın tarihte televizyon algı ve fesat aracıydı, fakat şimdilerde sanki onu mumla aratacak pek çok medya araçları çıktı. Truva Atı olup gizlenmeye de ihtiyaç duymadan açık açık ifsat ediyorlar.
“Evlerimizdeki Truva Atı: Televizyon” kitabında da bahsettiğim üzere Kanadalı iletişim teorisyeni Marshall McLuhan, 1960’lı yıllarda televizyon ağlarının yaygınlaşmaya başlaması karşısında dünyanın giderek “global bir köy” haline geleceğini öngörmüştü. Batının bâtıl değer yargılarının hâkim olduğu, her köşesinde Batı kültürünün belirleyici olduğu bir köy… İnsanların hayata bakışları, hedefleri, ihtiyaç algıları ve tüketim alışkanlıklarıyla bu kültürü paylaştıkları bir köy…
Mcluhan, 1966 yılında kendisiyle iletişim teknolojileri konusunda yapılan bir söyleşide ise, iletişim araçlarının insanlar üzerindeki yönlendirici etkisini şu şekilde ifade etmişti: “Teknolojiler yalnızca insanların kullandığı icatlar değildir, insanları yeniden icat eden araçlardır.”
Aslında sorun dünyanın iletişim araçları üzerinden küresel bir köy haline gelmiş olması değil, bu köyde egemen olan kültürün, takva değil tuğyan üzerine inşa olunmuş bâtıl Batı kültürü olmasıdır. Bunun sebebi de, iletişim araçlarının Batı ve Batıcıların elinde olması, egemen iletişim/medya kültürünün onlar tarafından belirlenmiş olmasıdır.
Yoksa İslam’ın ölçüleri çerçevesinde inşa olunacak bir iletişim/medya kültürü ve bu doğrultuda hareket edecek medya araçları ile dünyayı İslam’ın egemen olduğu küresel bir köy haline getirmek, bizatihi İslam’ın bizden istediği bir hedeftir diyebiliriz. (Bkz: Bakara 193; Enfal 39)
Atasoy Müftüoğlu ağabeyin sıkça ifade ettiği gibi İslam ve Müslümanların tarihten çekilmesi ile, maalesef bugün değerler araçları değil, araçlar (teknoloji) kendi “değerlerini” belirleyip toplumlara egemen kılmaktadır. Kısacası normun formu değil, formun normu ürettiği bir süreç yaşanmaktadır. McLuhan’ın “Teknolojiler insanları yeniden icat eden araçlardır” ifadesinde de karşılığını bulduğu üzere, medya araçları kendi popülist kültürünü üretmekte ve maalesef bu kültürü dünyada genel-geçer egemen kültür haline getirmektedir.
İletişim/medya araçları yerini farklı araçlara bıraktıkça da, değişen kültürünü de beraberinde getirmektedir. Bu anlamda Osmanlı’nın son döneminde dillendirilmiş olan “Batının tekniğini alalım, fakat ahlakını almayalım” yaklaşımı önemli olmakla birlikte, teknik ile o tekniğin beraberinde taşıdığı “ahlakı” ayırt etmek, teknik araçları bâtıl Batı “ahlakından” soyutlayıp onları İslam ahlakıyla mücehhez kılmak, çok derinlikli bir fehmetme ve fıkhetme çabasını gerektirmekteydi ve halen de bu böyledir. Bu olmayınca, o araçlar kendi normlarını da beraberinde getirmektedirler ve tam anlamıyla bir “kültür misyoneri” işlevi görmektedirler.
Evet, değişen medya araçlarıyla birlikte kültürleri de, dolayısıyla ifsat biçimleri de değişmektedir. Bugünkü medya kültürü mahza müfsid bir kültür olduğu, takva değil tuğyan temeline dayalı olduğu için, ifsat üretmesi kaçınılmazdır. Tek değişen, ifsadın biçimi, dozu olmaktadır.
Bir “kültür misyoneri” olarak televizyonun ifsadını anlatmak için, antik Yunan anlatılarında yer alan ve bugün Çanakkale’de maketi de bulunan “Truva atı” simgesine atıf yapmıştım, televizyonun, kültürel işgal figürlerini evlere taşıyan bir truva atı işlevi gördüğünü anlatmak üzere.
Bugün sizin de belirttiğiniz gibi etki ve ifsat noktasında televizyonu epeyce geride bırakmış olan internet ve “sosyal medya” araçlarının istilasıyla muhatabız. Biz de bu istilayı yine bir antik Yunan anlatısıyla izah etmeye çalışıyoruz. Yıllar önce Furkan Aydıner adlı bir yazarın konuyla ilgili bir makalesinde okumuştum ilk olarak bu anlatıyı, kısaca ifade etmeye çalışayım.
Yunanlıların Troya’ya yönelik bir saldırısına askerleriyle birlikte iştirak eden İtaka şehrinin kralı Odysseus, dönüş yolunda Ege’de bir süre dinlenip ihtiyaçlarını gidermek maksadıyla bir adada mola verir. Lakin mola verdiği ada “Lotus Yiyenler Adası” olarak meşhur olmuş bir adadır ve orada yetişen lotus çiçeği yiyenlerde bağımlılık yapmaktadır. Gemi demirleyip adaya çıktıklarında kral, adadaki insanların halini görür ve askerlerinin de bu çiçekten yemeye başladığını fark eder. Aklına eşi ve çocukları gelir ve askerleri bu çiçeğe bağımlı hale gelip onları toparlayamazsa ailesine dönemeyeceğini anlayıp harekete geçer, askerleri henüz bağımlı hale gelmeden onları toparlayıp adayı terk eder.
İşte günümüzde internet ortamı ve hassaten “sosyal medya” mecraları, günümüzün “Lotus Yiyenler Adası” durumundadır tesbitini yapmak yerindedir. İnsanlar bu mecraların aldatıcı cazibesine kapılmakta ve oralarda yaşamaya başlayan bağımlı kişi ve topluluklar haline gelmektedir. Neticede de gerçek sosyal ilişkilerden uzaklaşmakta, sosyallik adı altında asosyalleştirilmektedirler.
Oysa Rabbimiz bizi “şahit ümmet” olarak nitelemektedir. (Bkz: Bakara 143). Şahit olmak, hayatın içinde ve hayat alanlarında olmayı gerektirir. Emri bil maruf, nehyi anil münker sorumluluğu, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye yükümlülüğü sosyal hayatın içinde olmamızı gerektirir. Birçok ayet grubunda iman ve sâlih amelle birlikte emri bil maruf nehyi anil münkerin de, mü’min/müslim olmak ve cennete hak kazanmanın olmazsa olmazları arasında zikredilmesi dikkate şayandır. (Bkz: Tevbe 71; Hac 41; Âl-i İmran 104, 110; Asr sûresi vb).
Fert ve kitleleri bağımlı hale getirerek sanal bir iletişim ve ilişkiler ağına mahkum eden, okumaktan, tefekkür etmekten, insani iletişim ve ilişkilerden alıkoyan “sosyal medya” mecraları, onların hâkimi değil de mahkumu olduğumuzda, bizi şahit olmaktan uzaklaştırıp küresel köyün tebası arasına katacaktır. İslam, insanları her türlü bağımlılıktan kurtarmayı amaçlamakta, ümmilikten Kitabiliğe yönelen, ilim üzere bilinç sahibi olarak hareket eden fert ve toplum yetiştirmeyi esas almaktadır.
Yıllar önce Vuslat Dergisi’nin teknoloji ve iletişim araçları ile ilgili özel sayısına benden de makale istenmişti ve o sayı için “Teknoloji: Ne Mahrumiyet, Ne Mahkumiyet” başlıklı bir makale yazmıştım. Şimdi “sosyal medya” mecraları için de aynısını söylemek isterim. Söz konusu mecraları İslami dâvet çabaları çerçevesinde kullanmaya çalışan bir Müslüman olarak, bu mecraların imkânlarından mahrum kalmayı isabetli bulmuyorum.
Sorun, bu mecraların bağımlısı, yani mahkumu olmaktır. Bu mecraları İslam’ın ölçülerine göre, dâvâ bilinciyle bir araç olarak kullanmak yerine, mevcut “sosyal medya kültürü”ne tâbi olarak, onların mahkumu haline düşmek, aracı amaçlaştırmak durumuna düşmektir. Burada özne-nesne ilişkisini doğru konumlandırmak gerekmektedir. Biz özne mi olacağız, yoksa söz konusu mecraların nesnesi mi?
Söz konusu mecralarda bulunma konusunda, Rasulullah (a.s.)’ın Ukaz, Zul Mecaz gibi panayırlara gidip İslam’ı tebliğ etmesi örnekliğini esas almamız gerektiği kanısındayım. Gidip, İslam’ı tebliğ edip sosyal irtibat ve ilişkiler temin ederek oradan ayrılmak… Orada kaybolmamak, oraya ayak uydurmaktan sakınmak…
“Durun, bu cadde çıkmaz sokak” nidalarımızın da işitilmemesi, işitilmezlikten gelinmesi söz konusu istikamet krizini kalıcılaştırıyor, daha da derinleştiriyor.”
3) Söylediklerinden anlıyoruz ki toplum olarak çabucak manipüle ediliyoruz. Hemen ayaklarımız kayıveriyor. Diğer kitabının başlığında vurguladığın gibi ‘Türkiyeli Müslümanlar olarak İstikamet Krizi’ mi yaşıyoruz? ‘Güncel Mücadele Fıkhımız’ ne olmalı?
Rahmetli Ercümend Özkan ağabey, sâbiteler üzerinde sebatkâr olamama, rüzgârlara göre sağa-sola yalpalama halini -ki biz bunu istikamet ve kıble krizi olarak niteleyebiliriz- İslami bilinçte kökleşememeye bağlar ve bu durumu Avrupa’da fırtınalara mukavemet gösteremeyip devrilen ağaçlara teşbihle açıklardı. Yağmurlu bir iklime sahip olan Avrupa’da ağaçların suya kolay ulaşmaları sebebiyle kök salmaya ihtiyaç duymamaları, onların fırtınalar karşısındaki dirençlerini nasıl zayıflatıyorsa, İslami bilincin kökleşmediği, yüzeysel kaldığı bir durumun da benzer bir zaafiyeti doğuracağını vurgulardı.
Oysa Anadolu coğrafyasının ağaçları böyle değildir. Zira suya ulaşmak için kök salmak zorundadırlar ve kökleşme, onları fırtınalara karşı güçlü kılmaktadır. İşte İslam’ın bizden istediği de tam olarak budur. Sert veya ılıman rüzgârların savuramayacağı köklü bir İslami yöneliş, kavrayış ve bilince sahip olmak…
Kur’an vahyinin ilme, okuma ve yazmaya vurguyla başlaması (Bkz: Alak 1-5; Kalem 1-2), biz müntesiplerine, hakkında ilim/bilgi sahibi olmadığımız herhangi bir şeyin ardına düşmeyi yasaklaması (İsra 36) ve Kitab’ın bilgisinden mahrum kaldığımızda, din adına emaniyyeye (kuruntulara) ve zanna tâbi olmaya mahkum ümmiler durumuna düşeceğimizi ihtar etmesi, İslam’ın ilim/bilgi ve bilinç temelli bir öğreti olmasının ifadeleridir.
Rahman sûresinin ilk dört ayetinin sıralanışı, bu hususta muazzam bir mesaj içermektedir. “Rahman… Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman 1-4). Burada Rabbimizin sonsuz merhametine dikkat çekildikten sonra, bu merhametin eseri olarak O’nun insanı yaratışından önce Kur’an’ı öğretmesine vurgu yapılması, İslam’ın ilme, öğrenmeye verdiği önemi ifade etmektedir.
Rabbinin ölçülerini öğrenmiş, bu ölçüler üzere bilinç sahibi olmuş bir fert veya topluluğu/toplumu kim, nasıl manipüle edebilir ki? İlim/bilgi ve bilincin olduğu yerde manipülatörlerin iş çevirebilme imkânı bulunmaz. Tıpkı Musa (a.s.)’ın Mısır’da, Muhammed (a.s.)’ın Mekke’de ve tüm Nebilerin (a.s.) muhatap oldukları toplumlarda sihirbazları işsiz bırakmış olmaları misali, bugün de vahyin mesajı toplumsal bir muhatabiyete kavuşturulduğunda, bugünün sihirbazları olan medya organlarının her türlü sansasyon ve manipülasyon çabaları açığa düşürülmüş olacaktır. Hak geldiğinde bâtılın zail olması kaçınılmazdır.
Bugün yaygın bir istikamet krizi yaşandığı, maalesef acı bir gerçektir. Rabbimiz “Haktan sonra dalâletten başka ne vardır?” (Yunus 32) buyurarak, hak ile dalâlet arasında bir “ara form” olmadığını, bir anlayış ve işleyişin ya hak, ya dalâlet olduğunu bildirdiği halde, bugün maalesef İslami bağlamından koparılmış ve tamamen reel politik bir yaklaşıma indirgenmiş bir “maslahat” algı ve söylemiyle, bâtıl bir işleyişe destekçi ve taraftar durumuna düşen ciddi bir potansiyelin varlığına tanıklık ediyor ve gerçekten çok üzülüyoruz. “Durun, bu cadde çıkmaz sokak” nidalarımızın da işitilmemesi, işitilmezlikten gelinmesi söz konusu istikamet krizini kalıcılaştırıyor, daha da derinleştiriyor.
Namazının her rekatında okuduğu Fatiha suresinde Rabbimizden istikamet niyaz eden insanların, mesele sahada istikametle sınanmaya gelince dualarına mutabık bir tercih ve yöneliş yerine, dualarıyla tenakuza düşecek tercihlerde bulunması, ibretlik bir durumdur. Oysa bizler ibretlik olmak yerine, Nebilerin, sâlihlerin, sıddıkların ve şehidlerin izinde (Bkz: Nisa 69) yürüyerek insanlar için örneklik sergilemekle emrolunmuştuk. (Bkz: Bakara 143, Hac 78 vb).
Güncel mücadele fıkhımız, Rabbimiz tarafından Kitab-ı Kerim’de çok net bir şekilde ortaya konulmuş ve Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk nesil tarafından da müşahhaslaştırılmıştır. Kur’an’daki kıssalar da, Nebilerin (a.s.) örnekliğinde bize mücadele fıkhı konusunda çok önemli ölçüler öğretmektedir. Teberri, ruczdan ilkesel (Bkz: Müddessir 5) ve kurumsal (Bkz: Müzzemmil 10) hicret, Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmeyenlere itaatsizlik (Bkz: Alak 19; Kalem, 8, 10-14), müdahaneye/ilkesel uzlaşmaya yanaşmamak (Bkz: Kalem 9), mücadele fıkhının temellerini teşkil etmektedir.
“Şayet bu coğrafyada imanın egemenliği söz konusu olsaydı, imarımız bu şekilde çarpık ve çürük olmazdı.”
4) ‘Kavramlar Kalelerimizdir’ başlığı gerçekten manidar. Bizi koruyan, kollayan, siper olan, ayağımızı sâbit kılan, yıkılmamızı engelleyen kavramlar…
Birkaç ay önce depremi yaşadık. On binlerce insan beton yığınlarının altında can verdi. ‘Bunun kavramlarla ne alakası var?’ diyen seküler kafalara inat, Allahu ekber diyerek soruyoruz, hangi kavramları ihmal ettik de başımıza bunlar geldi? ‘Yangında İlk Kurtarılacak’ başlığını, ‘Depremde İlk Ne Kurtarılacak?’ olarak değiştirsek mi?
Muhakkak ki kavramları ihmal etmeyenlerimiz vardır. Lakin genel olarak baktığımızda, bu soruya cevaben “Hangi kavramı ihmal etmedik ki!” şeklinde cevap vermenin çok da haksız bir serzeniş olmayacağı kanısındayım. Deprem, esasında Rabbimizin kevni bir ayeti. Rabbimizin doğaya koyduğu yasalardan bir yasa olarak evet doğal bir afet. Fakat bu ayet ve doğal afeti insani felakete dönüştüren, bizzat insanoğlunun kendisi olmaktadır.
Kanaat kavramı ihmal edilip de kapitalist kültürün tamahkârlığı egemen kültür haline getirilmeseydi, takva kavramı ihmal edilmemiş olsaydı da Allah yokmuş gibi yaşamak, Allah yokmuş gibi yönetmek, Allah yokmuş gibi hareket ederek malzemeden çalmak, çalınmasına göz yummak söz konusu olmasaydı, deprem ayet ve afeti bu şekilde acı bir felakete dönüşür müydü?
Evet, “yangında” ilk kurtarılacak olarak imanımızı, tevhidi duruşumuzu işaret etmeye çalışmıştım o kitapta, “yangın” zamanlarında elindeki imkânları kurtarmak adına imanını pazarlık konusu yapanlara bir eleştiri ve buna karşılık olması gerekeni ifade etme sadedinde.
Tabii ki depremde ilk kurtarılacak olan da imandır. Zira iman yoksa hiçbir şey yoktur, hiçbir şeyin anlamı yoktur. Depremin bu şekilde bir insani felakete yol açması da, zaten iman noktasındaki zaafiyetten kaynaklanmamış mıdır? Şayet bu coğrafyada imanın egemenliği söz konusu olsaydı, imarımız bu şekilde çarpık ve çürük olmazdı. İmanın getirdiği emanet bilincine dayalı bir imarın, hem dünyamızı hem de âhiretimizi güzelleştireceği aşikârdır.
“Başarmamız gereken öncelikli husus da, “küçük olsun benim olsun” mantığının beslediği gettolarımızı aşacak bir dâvâ bilinci ve mücadele kavrayışıyla ilkesel birliktelikler kurabilmektir.”
5) Bir yanda depremi yaşarken ülkenin gündemi bir anda seçimlere evrildi. Yine câhiliye siyaseti hiçbir şey olmamış gibi kibirli ve küstahça işlevini yerine getiriyor. Her seçim sathında olduğu gibi bunda da ölüm kalım, bıçak sırtı, beka meselesi gibi korkular pompalanıyor.
‘Kur’an’a Dönüş Çağrısı’ başlığınızdan hareketle, başta Muhammed (a.s.) olmak üzere önceki Rasullerin (a.s.) siyasetini insanlara nasıl anlatmalıyız? İslam’ın siyaset anlayışını, Rasullerin tevhid mücadelesini, Kur’an’ın talim ettiği istikameti nasıl irşat etmeli?
Hakkın egemen olmadığı ortamlarda gerçek gündemler yerine, yapay, sahte gündemler belirleyici olur. Zira bâtıl, gerçeklerin varlığına ve dolayısıyla gerçek gündemlere tahammül edemez. Ürettiği sahte gündemlerle ve yapay çatışma zeminleriyle varlığını sürdürmeye çalışır. Nitekim Kur’an’da Rabbimiz, Firavun’un, bâtıl düzenini ayakta tutmak için başvurduğu bu yöndeki politikalarını bize bildirir. Örneğin “Gerçek şu ki Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve oranın halkını gruplara ayırmıştı…” (Kasas 4) buyurur.
Bugünün Firavni düzenleri, ya despotizm ya da demokratik nitelikli bir işleyişe sahiptir. Despot düzenler kaba güçle toplumları sevk ve idare etmeye çalışırken, demokratik düzenler ise çeşitli politik toplum mühendisliği tasarımlarıyla halkın rızasını elde ederek çarklarını döndürme çabasındadır. Neticede despot ve demokratik düzenler, Âlemlerin Rabbi’nin ölçü ve hükümlerini değil, insan hevasına dayalı laik ideoloji ve yasaları esas alma noktasında ortak bir niteliğe sahiptirler. Bugün diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de demokratik düzeneğin temel özelliği, kurguladığı “kanat siyaseti”yle toplumun neredeyse tüm kesimlerini kendi işleyişine bir şekilde entegre ve angaje etme yeteneğidir.
ABD’deki Demokrat-Cumhuriyet kurgusu misali, her ülkede kurgulanan sistem içi sağ-sol, seküler-muhafazakâr kanatlarla, halkın sistemin işleyişine katılımı ve rızası temin edilmektedir. Demokratik düzenlerin halkın seçme ve seçilme hakkı diye propaganda ettiği husus, mevcut eğri cetvelle kimin çizgi çizmeye çalışacağının belirlenme ameliyesinden ibarettir. Oysa eğri cetvelle hiç kimsenin düz çizgi çizemeyeceği aşikârdır.
Kısacası hiçbir demokratik düzen, insanlara eğri çizgi ile doğru çizgi arasında seçme hakkı vermemektedir. Yani demokrasinin her şeyi yalan olduğu gibi, insanlara seçme ve seçilme hakkı verdiği iddiası da yalandır. Oysa bilindiği üzere, bizleri yoktan var eden ve yaşatan Rabbimiz, bize doğru ile eğri arasında seçim yapma hakkı vermekte, bu noktada biz kullarını irademizle imtihana tâbi tutmaktadır ki, Bakara 256. ayet ve İnsan 3. ayet gibi ayet-i kerimelerde bu husus çok veciz bir şekilde beyan edilmektedir.
“Rasullerin (a.s.) siyasetini insanlara nasıl anlatmalıyız? İslam’ın siyaset anlayışını, Rasullerin tevhid mücadelesini, Kur’an’ın talim ettiği istikameti nasıl irşat etmeli?” kısmına gelince, en iyi tebliğ ve irşadın fiili örneklik olduğu gerçeğinden hareketle, Rabbimizin Kur’an’da ölçü ve ilkelerini net olarak bildirdiği ve Rasulullah’ın ilk nesille birlikte müşahhaslaştırdığı İslami siyaset ve mücadele fıkhını, sahada pratize ve temsil edecek bir örnekliği üretmemiz elzemdir. Aksi halde salt dille ifade edilen ölçü ve ilkelerin muhataplarda makes bulması pek mümkün olmamaktadır.
Bu noktada başarmamız gereken öncelikli husus da, “küçük olsun benim olsun” mantığının beslediği gettolarımızı aşacak bir dâvâ bilinci ve mücadele kavrayışıyla ilkesel birliktelikler kurabilmektir. Aksi halde çabalarımız, Allah’ın dinini yeryüzünde egemen kılma mücadelesi demek olan İslam dâvâsı ile nitelenmeye hak kazanamayacak, kendi aralarında İslam’ı anlama ve yaşama gayreti gösteren dar topluluklar içi faaliyetler düzeyinde kalmaya mahkûm olacaktır. Ki mevcut durumda olan da maalesef budur.
Rabbim bizlere, emrolunduğumuz gibi dosdoğru olma bilinciyle yaşamayı, bu bilinç üzere hakkı hâkim kılma mücadelesi vermeyi nasip etsin. Müslüman olmak, Müslüman kalmak ve canımızı Müslüman olarak vermekle bizi nimetlendirsin. Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı Müslümanlar olarak al.
Amin sevgili kardeşim. Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ediyoruz. Rabbim çalışmalarını bereketli kılsın. İlmini artırsın.