“Bayburt dâvâsı” da nedir ve dahası bu şekilde yerel bir tanımlamanın evrensel nitelikli Rabbani hayat nizamı olan İslam’ın müntesipleriyle ilgisi ne olabilir? Evet, başlığın ilk elde bu soruları akla getireceğini tahmin etmek zor değil.
Bu makalede, Müslümanlar olarak Rabbimizin Kitab-ı Kerim’indeki öğretisi ve Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk neslin bu öğretiye dayalı pratiği gereği sahip olmamız gereken ve fakat bugün bırakalım temsiliyetini farkındalığı noktasında dahi uzağında bulunduğumuz bir mükellefiyet üzerinde durmak istiyoruz.
“Bayburt dâvâsı” terkibini de, bu mükellefiyetimizi hatırlamak ve hatırlatmak maksadıyla teşbihat nevinden bir dayanak kılmanın, dikkat çekici ve meseleyi izah noktasında kolaylaştırıcı olduğu düşüncesiyle dile getirmiş oluyoruz.
Öncelikle şunu belirteyim ki literatürde “Bayburt dâvâsı” diye bir tanım yok. Bu, bir Gümüşhaneli olarak benim kullandığım bir terkipten ibaret. Her Gümüşhaneli gibi ben de, çocukluğumdan itibaren “Bayburt dâvâsı”na dair hikâyeler dinledim, gelişmelere tanıklık ettim. Evet, Bayburt 1989 yılında il yapılana dek her Bayburtlu bu “dâvânın” yılmaz bir neferi oldu, bu “dâvâyı” hiç unutmadı, gevşetmedi, gündemden hiç düşürmedi, netice alana kadar bu “dâvâda” sebat etti. Evet bu “dâvâ”, Bayburt’un Gümüşhane’nin ilçesi olmaktan “kurtarılıp” il yapılması “dâvâsıydı.” Bayburtlular, şehirlerinin ilçe değil il olması gerektiği düşüncesine sahip oldukları için on yıllarca bu iddialarını sürdürdüler, “Gümüşhaneliyiz” dememeyi, her halükârda “Bayburtluyuz” demeyi bir direniş biçimi olarak sürdürdüler, çocuklarını dahi bu “bilinçle” yetiştirdiler. Bayburt’un Gümüşhane’ye bağlandığı 1925 sonrasında hiç unutulmadan ve gevşetilmeden 64 yıl sürdürülen, dinamizmini hiç kaybetmeyen bu “dâvâ”, 1989 yılında Bayburt’un il olmasıyla hedefine ulaşmış oldu. Biz Gümüşhaneliler, bu konuda ilginç anlatılara ve hatta edebi atışmalara tanık olmuşuzdur. Avrupa’ya işçi olarak gitmek için pasaport çıkarması gereken bir Bayburtlunun, bunun için Gümüşhane’ye gelip gerekli işlemleri yaptırdıktan sonra, memurun “Nerelisin?” sorusuna “Bayburtluyum” cevabı vermesi, memurun bunun üzerine “Gümüşhaneliyim” cevabını almak için günlerce onu oyalaması ve fakat Bayburtlunun “dâvâsından” geri adım atmaması anlatısı mesela.
Bayburtluların Gümüşhane’nin küçük bir şehir oluşuna dair zikrettikleri “İki dükkân bir aşhana / Adını koymuşlar Gümüşhana” dizelerine karşılık Gümüşhanelilerin “İki poşa bir haydut/ Adını koymuşlar Bayburt” dizeleriyle cevap vermesi…
İstanbul’da Bayburtlu bir komşum yakın zamanda bu konuyla ilgili ilginç bir anısını zikretmiş, Bayburt il yapılmadan önce bu duruma duydukları hınçla çocukken küçük abdest bozacakları zaman Gümüşhane tarafına döndüklerini ifade etmişti.
Gümüşhanelilerle Bayburtlular arasında sosyal anlamda bir sorun yoktur, birbirlerini severler ve birbirlerine hemşehrilik duygusuyla yaklaşırlar. Ancak bahsettiğimiz üzere il ve ilçe olma meselesi aralarında on yıllar boyunca tatlı bir çekişmeye yol açmış ve işin sonunda da Bayburt’un il yapılmasıyla tatlıya bağlanmıştır.
Bu kıssayı niçin dile getirdiğimiz ve hangi hisseyi almayı ve gündemleştirmeyi murat ettiğimiz sanırım anlaşılmış olmalıdır: Fert ve toplulukların bir sâbitesinin, şart ve zamanla değişmeyen, dönüşmeyen, gevşetilip unutulmayan bir dâvâlarının olmasının önemi.
Tabi söz konusu olan fert ve topluluklar Müslümanlar olunca, sâbite sahibi olmak ve hiçbir şart ve zaman diliminde değişmeyen bir dâvâ sahibi olmak, önemli olmanın ötesinde imani bir mükellefiyet olmaktadır.
Hiçbir şart ve zamanda değişmeyen bir gaye/ dâvâ sahibi olmak, biz Müslümanlar açısından imani bir yükümlülük olduğu gibi, bu aynı zamanda başarılı olmanın da olmazsa olmazıdır. Zira “Hedefi olmayan bir gemiye hiçbir rüzgâr yardımcı olmaz” denilmiştir.
Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki bir avuç müminin, Mekke’de o zor şartlar ve imkânsızlıklar içinde sadece Mekke ve civarına İslam’ı hâkim kılmayı değil, dönemin “küresel” egemen güçleri Doğu Roma ve Sasani’yi yıkıp İslam’ı küresel çapta egemen kılmayı da hedeflediklerini, dâvâ ufkuna bu gayeyi koyduklarını ve bunda sonuna kadar sebat ettiklerini biliyoruz.
İnsanlık tarihi, hak veya bâtıl iddiası/dâvâsı olan ve bunda sebat edenlerin hedeflerine ulaşmış olduklarıyla ilgili birçok misale tanıktır. Osmanlı Beyliği’nin Rumeli’yi ve hassaten İstanbul’u fetih hedefi mesela. 75 yıldır arz-ı mukaddes Filistin’i işgali altında tutan siyonist çete bu habis hedefine, 1897’de İsviçre Basel’de düzenledikleri “Siyonist Kongre”de Filistin topraklarında bir devlet kurma yönünde belirledikleri gaye ve aldıkları kararlarla ulaşmış değiller mi?
Bugün Gazzeli Müslümanların, onca küresel kuşatma ve saldırılar altında, tam anlamıyla bir soykırıma maruz kalırken bile yıkılamayan, yenilemeyen iradelerinin altında, Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı emperyalist/siyonist işgalden kurtarma yönündeki değişmeyen hedefe kilitlenmiş olmaları, kısacası sâbite niteliğine haiz bir dâvâ ve bu dâvâda sebatkâr olma tutumu yok mu?
17 yıldır ölümcül bir kuşatma ve ambargo altında bulunan ve sürekli katliam saldırıları ve işgal girişimlerine maruz kalan Gazzeli Müslümanların, başlattıkları cihada “Tufanul Gazze” değil de, “Tufanul Aksa” ismi vermiş olmaları, son derece anlamlı ve önemli değil mi?
Gazze’ye Yardım Edebiliyor muyuz? Gazze yaklaşık üç aydır küresel Firavunizm ve onun bölgedeki işgal aparatı siyonazi çetesinin soykırım saldırılarına maruz kalıyor. On bini aşkını çocuk ve hemen hemen bir o kadarı da kadın olmak üzere otuz bin civarında
Gazzeli kardeşimiz hunharca katledilmiş durumda. Biz bu durum karşısında ne yapabiliyoruz? Protesto gösterileri, yardım kampanyaları, boykot… Bunlar önemli mi, evet önemli. Lakin asıl olması gereken ameliyeler mi? Tabii ki hayır.
Gazze’de yaşanan soykırım bize bir kez daha, asıl meselenin egemenlik ve güç sahibi olmak olduğunu acı bir şekilde gösterdi. Dünyada hakkın ve ona dayalı adaletin tesisinin, hakka tâbi olanların güç sahibi olmasına ve egemenliği zalimlerden almasına bağlı olduğunu bu yaşananlar da bize öğretmediyse zaten söylenebilecek bir söz kalmamış demektir.
Hadid Sûresi 25. ayet bize aslında tam da bu gerçeği ifade ediyor, bize yeryüzünde hak ve adaleti tesis etmenin yolunu gösteriyordu. Ancak kendisini İslam’a nisbet edenlerin çoğu zaman içerisinde yol haritalarını Kur’an’dan ve onun müşahhaslaştırılmış hali olan Rasulullah (a.s.)’ın Nebevi örnekliğinden (sünnetten) almak yerine, reel politiğe dayalı bir maslahat algısıyla hareket etmeyi seçtiği için, hem gaye hem de yöntem (hareket metodu) açısından Kur’ani ilkesel çerçevenin oldukça dışına savruldular. Kaleme aldığımız “Türkiyeli Müslümanlar ve İstikamet Krizi”, “İstikamet Krizinden Yeniden İstikamet Bilincine” gibi kitaplarla, makale ve çeşitli sohbetlerle on yılı aşkın bir süredir bu savrulmaları gündemleştirmeye çalışıp “Durun! Bu cadde çıkmaz sokak” demeye çalışsak da ne hazindir ki kimseyi girdikleri tali ve talihsiz yollardan çevirmeye muvaffak olamıyoruz.
Baştan sona bir egemenlik öğretisi olan Kitab-ı Keriminde Rabbimiz, Hadid 25. ayette şöyle buyurmakta: “Andolsun ki, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla birlikte Kitab’ı ve ölçüyü indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) faydalar bulunan demiri indirdik. Ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini ortaya çıkarsın. Şüphesiz Allah güç-kuvvet sahibidir, azizdir.”
Bu ayet-i kerimede dile getirilen mefhumlar, tam anlamıyla bir “İslam devleti” tanımına denk gelmekte, İslam’ın egemenliğinin çerçevesini ifade etmektedir. Kitab, mizan/ölçü, demir ve adalet. Kısacası, adalet ancak, Kitabullah’ın ölçülerine ittiba ve bu ölçüleri iktidar gücüyle egemen kılmakla mümkündür.
Hakka dayanmayan güç (egemen otorite) zulüm menbaı olacağı gibi, güçten mahrum olan hak ise etkisiz ve yetkisiz olacak, hâkim değil mahkûm durumda olacaktır. Bu sebeple yeryüzünde adaletin gerçekleştirilmesi için, hakkın demirle buluşturulması, yani egemen güç haline gelmesi gerekir.
Hakkın güçten (egemen otoriteden) mahrum olmasının neticelerine Gazze soykırımıyla birlikte çok acı biçimde bir kez daha tanıklık ettik. Sadece “İslam ülkeleri”nde değil, soykırımın doğrudan paydaş failleri olan ABD ve Avrupa ülkeleri de dahil tüm dünyada halklar feryat etse, telin ediyor olsa da, demirden yani siyasi egemenlik mekanizması ve onun emrindeki askeri güçten mahrum olan kitlelerin bu itirazı, zalimleri telin eylemleri zulmü, soykırımı durduracak bir etki oluşturamamakta. Türkçedeki “çivi çiviyi söker” deyiminde de ifade edildiği üzere, zulmün demirinin karşısına hakkın ve ona dayalı adaletin demirinin konulması icap ediyor. Bu sebeple, yukarıda sorduğumuz “Gazze’ye yardım edebiliyor muyuz?” sorusunun gerçek boyuttaki cevabı maalesef olumsuzdur. Zira Gazze’nin ihtiyaç duyduğu asıl yardım olan askeri desteği verecek bir devlet otoritesinden mahrumuz. Kaldı ki zaten Müslümanların bir devlet otoriteleri olsaydı, Rabbimizin “arz-ı mukaddes” olarak nitelediği(1) Filistin’de emperyalist/siyonist bir işgal zaten söz konusu bile olamazdı.
Nitekim, asgari 1917 “Belfour Deklarasyonu”- nu dikkate aldığımızda İngiliz emperyalizminin bir asır önce İslam coğrafyasının bağrına siyonizm hançerini saplama planını, tüm bölgeyi ona göre dizayn etme politikaları eşliğinde yürürlüğe koyduğunu görmekteyiz.
O gün var olan niteliğiyle sembolik de olsa, Müslümanların birliğini ve siyasi iradesini temsil eden Hilafet’in kaldırılması, bölgede “İngiliz Genel Valiliği” formatına haiz batıcı/laik müstemleke rejimlerinin teşkili ve masa başında çizilen ulusal sınırlar, hep bu plan ve politikaların bir parçası olarak yürürlüğe konulmuştur.
Emperyalizmin siyasi, iktisadi, kültürel ve askeri çıkarlarının temsilcilik ve jandarmalığını, yine onların bölgedeki ana işgal karargâhı olarak tasarlanan siyonist işgal oluşumunun bekçiliğini yapmak…
Dolayısıyla bu müstemleke rejim ve yönetimlerinin devrilip, yaşadığımız coğrafyalarda İslam’ın otoritesinin tesisini gerçekleştirmeye çalışmak, mazlum toplum ve coğrafyalar için yapacağımız ve imani düzlemde yapmakla da yükümlü olduğumuz en önemli faaliyettir. Kaldı ki, âlemlerin Rabbi’nin ölçü ve hükümleri yerine insan hevasına dayalı bâtıl ideoloji ve yasaların egemen olduğu her coğrafya mazlum coğrafyadır, bunlara muhatap olup maruz kalan her toplum da mazlum bir toplumdur. Dolayısıyla bizlerin de mazlum bir toplum olduğumuzu unutmamamız gerekir, ta ki yaşadığımız coğrafyada tağutların yasaları yerine Rabbimizin ahkâmı egemen oluncaya kadar.
Dâvâ,
Dini Allah’a Has Kılma Dâvâsıdır İslam’ın temelde bir egemenlik öğretisi olduğunu(2) ifade ettik. Nitekim İslam’ın giriş kapısı olan kelime-i tevhid, Âlemlerin Rabbinden başka ilah tanımamayı ifade etmektedir ki, bu doğrudan doğruya bir egemenlik manifestosudur. Temeli ve çatısı, dini/egemenliği Allah’a has kılma öğretisi olan İslam, bu temel üzerinde ve bu çatı altında insanoğlunun ferdi, ailevi, içtimai hayatına Rabbani ölçülerle yön verir.
Bakara 193 ve Enfal 39. ayetlerde buyurulduğu üzere(3) biz müminlere yüklenen temel mükellefiyet, yeryüzünde dini/egemenliği Rabbimize has kılmak için mücadele etmektir. İnsan hevasına dayalı zulüm egemenliklerinin ortadan kaldırılması ve dinin/egemenliğin Âlemlerin Rabbi’ne has kılınarak (yeryüzünde ancak O’nun ölçü ve hükümleri geçerli kılınarak) adaletin tesisi, İslam dâvâsının esasını teşkil etmektedir.
Nitekim Kur’an’da kıssaları zikredilen Nebilerin (a.s.) ve Nebilerin sonuncusu Rasulullah (a.s.)’ın dâvet ve mücadele süreçleri göz önüne alındığında da, İslam dâvâsının temelde bir egemenlik dâvâsı olduğu kolaylıkla müşahede edilebilmektedir. Dâvet ve mücadelede asli hedef hep egemen otoriteler olmuştur. Zira toplumları biçimlendiren ve yönlendiren, egemen otoritelerdir ve dolayısıyla egemen otoriteyi hedef almadan toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek söz konusu olamayacaktır.
Rasulullah (a.s.)’ın Mekke’deki dâvet ve mücadelesinde ana mevkinin Darun Nedve’nin de etrafında yer aldığı Mescid-i Haram alanı olması, ana muhataplarının da Amr b. Hişam (Ebu Cehil), Velid b. Muğire, As b. Vail, Umeyye b. Halef gibi Mekke’nin mele ve mutref takımı (siyasi ve iktisadi gücü temsil eden Darun Nedve temsilcileri) olması bu sebepledir. Bu ana mücadele çizgisinin yanında, Darul Erkam, toplumsal dönüşüm dâvet ve faaliyetini temsil etmektedir. Aynı durumu örneğin Musa (a.s.)’ın dâvet ve mücadelesinde de görmekteyiz.
Vahye muhatap olduğunda Rabbimizden aldığı ilk emir “Firavun’a git, çünkü o tuğyan etti” (Naziat, 79/17) beyanı olan Musa (a.s.), dâvet ve mücadelenin ilk adımı olarak o günün egemen otoritesi olan Firavun’un sarayına gitmiş ve ona tuğyandan, tağutluktan vazgeçip Âlemlerin Rabbi’ne teslim olma dâvetinde bulunmuştur.
“Merkezi dâvet” olarak niteleyebileceğimiz bu cehdin/cihadın yanı sıra, Yunus Sûresi 87. ayette bildirildiği üzere Musa (a.s.)’a, Mısır’da kıblegâh evler edinme emri verilmiştir ki, bu da dâvet ve mücadelenin toplumsal boyutunu temsil etmektedir ve bu boyutu “çevresel dâvet” olarak nitelememiz mümkündür. Tıpkı Rasulullah (a.s.)’ın Darun Nedve’ye yönelik dâvet ve mücadelesinin “merkezi dâvet”, Darul Erkam faaliyetinin ise “çevresel dâvet” olarak nitelenebileceği gibi.
Bugün yaşadığımız coğrafyadaki yaygın “İslami çalışmalar”a baktığımızda, “merkezi dâvet”in, yani egemenlik mücadelesinin büyük oranda ihmal ve dahası terk edildiğini, İslami çalışmaların “sosyal faaliyet” düzleminde kaldığını görmekteyiz. Bu da, İslam’ın, yaratmanın olduğu gibi emretmenin de ancak Allah’a ait olduğu,(5) hükmün O’na has kılınması gerektiği(6) temelindeki bir egemenlik öğretisi olduğu ve dolayısıyla başka bir egemenliğe tâbi, onun kanatları altında yaşanacak bir sosyal öğretiden ibaret olmadığının unutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Ki bu nitelikleri İslam’ın esası olduğuna göre, esası unutulmuş, ihmal edilmiş bir din algı ve anlayışı ile Allah’ın rızasını kazanmak mümkün olmasa gerektir.
“İslami kesimler”in önemli kısmının son süreçte sâbiteler konusunda çokça irtifa kaybettiği acı bir gerçek. İşte bu sâbitelerin en başında geleni, en önemli olanı egemenliği Âlemlerin Rabbine has kılma bilinci (ki iman akdinin temelini teşkil etmektedir) ve dolayısıyla yeryüzünde İslam’ın egemenliğini tesis etme gayesi, hedefidir.
Bu temel sâbite ihmal edilip unutulmaya terk edildiği için, “İslami kesimler”in çoğu “sağa” -“sola” savrulup durmakta, kendilerine güncel gaye ve hedefler belirlemekte ve mücadele eksenini yeni yeni ihdas dâvâlarla farklılaştırmaktadırlar. Kimisi darbe karşıtlığını, kimisi “insan hakları”- nı, kimisi “işçi hakları”nı, kimisi insani yardım faaliyetlerini vs eksen haline getirmektedir. “İslami kesimler” arasında muhatap olduğumuz mevcut dağınıklık ve gettolaşmanın önemli sebeplerinden biri de budur. İslam dâvâsının ana ekseninden uzaklaşma ve yeni yeni eksenler ihdas etme…
İslam dâvet ve dâvâsının temel ekseninin egemenlik mücadelesi olduğunu yeniden hatırlayıp bu eksende hiçbir şart ve zamanda değişmeyecek şekilde Rabbimizin bildirdiği hedefe, yani yeryüzünde dini/egemenliği ancak O’na has kılma hedefine yöneldiğimizde, hem “sağa”-“sola” savrulmalar ortadan kalkacak, hem de mevcut dağınıklık ve gettolaşma yerine birliktelik zeminlerine kavuşma imkânı doğacaktır. Bir sonraki makalemizde, Rasulullah (a.s.)’ın sîreti üzerinden bu konuya devam edelim inşallah.
Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi Ocak Sayısı