“Çocuklarınıza sütle birlikte Kur’an’dan öğütler verin. Boyları büyürken, kalpleri ve bakış açıları da büyüsün.”
– Ömer Muhtar –
Bir mahallede esnafa olan borcundan dolayı on altı yaşındaki bir çocuk öldüresiye dövülüyor. Uyuşturucu bağımlısı olduğu iddia edilen bir adam (karısı ve çocuğu dâhil) üç ayrı mahalledeki sekiz akrabasını aynı gün içinde öldürdükten sonra intihar ediyor. Bir şehirde Cuma namazına gittiği için bir işçi işten çıkartılıyor. Türkiye’de iki çiçek satıcısı, sosyal medyalarında aynı fotoğrafı paylaştığı için kavga edip, pazuları kuvvetli olan diğerini bir darbede öldürüyor. Yine Türkiye’de, internetten satılan gıda görünümlü paketlerle çocukları uyuşturucu maddeye alıştırıldığı için feryat-figan eden ebeveynler kameralara yansıyor… Narin gibi bir ‘kuzu’yu ‘kurt’a yem eden sistem, bu acı üzerinden yapay gündemler oluşturmaktan hiç de geri durmuyor, umursamıyor, şeyleştiriyor. Bir fabrika sahibi kadın patronundan alacağı olduğu için işyerine giden fiziksel engelli bir adam, öldüresiye dayak yiyor ve haberlere manşet oluyor. Sanayide kavga eden iki esnaf birbirini inşaat demiri ile dövüyor, bu da yetmiyor araçla üzerinden geçmek için üstüne sürüyor. Barışmaya yanaşmayan eşine öfkelenen adam, eşini ve kayınbabasını araç içinde öldürüveriyor. İstanbul’da bir gökdelenin 43. katından düşen bir kadının ölüm sebebini kimse bilmiyor. Hatay’da eğlence uğruna havaya sıkılan ve bir adamın şah damarına 2 cm yakınlıkta yaralanmaya sebep olan bir cinayet teşebbüsü, TV spikeri tarafından ‘maganda kurşunu’ diyerek geçiştirilebiliyor. Bir istiridye mantarı üreticisi kadın, çalıştırdığı yabancı uyruklu işçiler tarafından elleri ve ayakları bağlanarak öldürülüyor, evi soyuluyor. Bir adam, boşanma arifesinde olduğu eşini öldürüp intihar ederek, engelli bir çocuğunu annesiz ve babasız bırakma hakkını kendinde görebiliyor. Hatta ve hatta, bazı Müslüman ailelerin çocukları, uyuşturucu satma ve bulundurma suçundan hapis cezası alabiliyor. Başörtülü birden fazla kız çocuğunun, cinsiyet değiştirme ameliyatı için sırada beklediğini de yakınlarda bir ‘aile’ konferansında dinlemiştim. Ve son olarak da, Türkiye’deki sağlık sisteminin geldiği durumu özetlemek açısından sadece okyanusta bir damla diyebileceğimiz ‘yenidoğan çetesi’ terörü… Bütün bunlar bir hafta içerisinde Türkiye’de yaşanıyor.
Modern dünyada, haber bültenlerinde yeni (!) normal olarak maruz bırakıldığımız yüzlerce ahlak sefaleti, esasında İslam’ın gölgesi altına kaçmak isteyen Müslümanların günlük hayatta şahit olup da bir türlü çözümüne ortak olamadığı konular olarak öylece durmaktadır. Malcolm X’in “Eğer dikkatli olmazsanız medya sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zâlimleri ise sevmenizi sağlar.” uyarısına dikkat etmek gerektiği ayrı bir bahsin konusu. Ancak genel anlamda bu haberlerin sayısındaki artış sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da gündeminde. Birçoğumuzun, imanın en küçük mesabesinde olan ‘kalp ile buğzetmek’ten öte bir şahitlik ortaya koyamadığı bu sorunları, mevcut seküler ‘sistem’den kaynaklı olarak görenlerimiz olduğu gibi, halen daha buna vakıf olamamış milyonlarca zihin var. Bütün bu vahşetin sonuçlarını ve ‘sorumluların’ gereken cezayı alması duasını yapan modern insan, sebepler üzerinde neredeyse hiç kafa yormuyor, zihinsel konforunu bozmuyor. Her konuda ‘uzman’ kesilen bir grup medyatör, günahsız bir yavrucağı kimin öldürmüş olabileceğini günlerce ekranlarda tartışıp ‘uzmanlık’ yarıştırıyor. En akil geçinenleri günün sonunda ‘eğitim şart’ deyip işin içinden sıyrılıveriyorlar. Peki, ‘yenidoğan çetesi’ örneğinden gidecek olursak, siyonistlerin Gazze’deki bebek katliamından farkı olmayacak zalimlikle, bebeklere bile isteye yanlış tedavi uygulayan ve ‘kapital’ dışında bir şeye secde etmeyen doktor kılıklı bu caniler; laik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin rahle-i tedrisinden geçmeden mi ‘tabip’ ünvanı almışlardır? Sapık bir öğretmenin, katil bir mühendisin, uyuşturucu bağımlısı bir sanatçının, hırsız bir bankacının, dolandırıcı bir polisin veya fahşaya bezenmiş bir bürokratın ulus devletlerin eğitim sisteminden geçmediğini kim iddia edebilir?
Modern dünyada ‘eğitim’ adı altında verilen bilgilerin ve ahlakın kaynağı, aşkın bir yaratıcının insanoğluna emrettiği hakikatlerden ziyade, içkin olarak bizzat nefsin heva ve hevesleri olmuştur. Gelinen noktada berrak zihinler, Aydınlanma çağı ve Fransız devrimi sonrası oluşturulan ulus devletlerin; ırkçılık, popülerlik, faydacılık, maddecilik, haz, pozitivizm, hümanizm… gibi kutsal değerleri ile bezenmiş müfredatları ile kirletilmekte, linç edilmektedir. Kutsallık bilincini tamamen yitiren modern dünyanın insanı, bu açığını kapatmak için beşer aklı ile geliştirebildiği bir eğitim metodolojisine sarılmış ve bunu matrah bir şey sanmıştır. Dolayısı ile sorun, cari eğitim sisteminin kurulu olduğu paradigma üzerinedir. Seküler ahlak paradigması…
Taha Abdurrahman ve İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi¹
İşte tam da bu noktada, ‘seküler ahlak paradigması’na getirdiği sistematik eleştirisi ile Taha Abdurrahman çıkar karşımıza. Aklın mahiyeti, modernitenin ruhu ve özgün felsefe üretimi konularında birçok eser kaleme alan yazarın, “Seküler Ahlakın Sefaleti” isimli eserinin merkezini, izah etmeye çalıştığımız konu oluşturuyor. Yaşadığı sufî deneyimin etkisini kitaplarında yoğun bir şekilde hissettirse de, yazarın düşünceleri birçok yerde gelenek ve modernite arasında sıkışıp kalmış Müslümanlar için ufuk açıcı. Fas doğumlu olan Abdurrahman, klasik medrese eğitimi alarak yetiştiği için fıtratını korumayı başarabilmiş bir entelektüel.
Taha Abdurrahman, (çok iddialı bir şekilde) mücerret aklı referans alan Yunan Felsefesinden yola çıkarak bir İslam Felsefesi oluşturmaya çalışan Kindî, Farâbî, İbni Sina ve İbni Rüşd gibi düşünürleri eleştirerek işe başlamıştır. Onları, Yunan Felsefesi ile İslam arasında eklektik bir bağ kurmakla suçlamış ve İslam’ın asıl meselelerini göz ardı ettiklerini söylemiştir.
Ahlakın dinden ayrıştırılmasını (dehrâniyye = dünyevileşme) savunanlar ile siyasetin dinden ayrıştırılmasını savunanlar (almaniyye = sekülerizm) kavramlarını yerli yerine oturtan yazar, Kur’an’daki ‘hikmet’ kavramı ile İslam’ın akla ve ahlaka aynı önemi verdiğini söylemiştir. İlahi buyrukların netice itibarı ile değişmeden kaldığını, ‘vahyin fıtrî formu’ ile ‘vaktî formu’ kavramları ile çok güzel izah eden Abdurrahman, özellikle ‘doğal din’ uydurmacası ile ‘fıtrat dini’ arasındaki farklılıkları masaya yatırmış.
Ahlakı dinden ayrıştıran ve Allah’ın otorite alanını reddeden dört temel yaklaşımla ortaya çıkan ‘seküler ahlak paradigması’nın her birisine ayrı ayrı cevap veren Abdurrahman bunları şöyle sıralar: Jean-Jacques Rousseau’nun vicdanın otoritesini benimseyen natüralist (tabii) yaklaşımı, Immanuel Kant’ın iradenin otoritesini benimseyen eleştirel (nakdî) yaklaşımı, Emile Durkheim’ın toplumun otoritesini benimseyen toplumcu (ictimaî) yaklaşımı ve Luc Ferry’nin tanrılaşmış insanın otoritesini benimseyen hümanist (nâsûtî) yaklaşımı.
Doğayı bazen kendiliğinden, bazen içgüdü, bazen cevher, bazen doğal bir yasa, bazen fizik yasası olarak tanımlayan Rousseau, ahlakın kaynağını vicdana ve vicdanı da doğal yasaya dayandırmış. Aklın hata yapabileceğini ancak vicdanın asla hata yapmayacağını iddia eden Rousseau, Allah’a ait İsmet, İlahlık ve Kemal sıfatlarını insan vicdanına hasreder ve dua/ibadet yerine kalbin eylemlerini öngörür. Kendileri farkında olmasa da, ilhamını Rousseau’nun fikirlerinden alan günümüzdeki bazı aklı evvellerin, kendi vicdanlarına danışarak Allah’ın emirlerine muhalif kararlar almasına, namazlarını terkederken ‘benim kalbim temiz’ tuzağına düşmelerine şaşırmamak gerekir. Allah’ı insan hayatından kovmanın binbir yolunu arayan bu seküler paradigmalar, her ortamda ve fırsatta kulaklara fısıldamaya ve bunda da başarılı olmaya devam etmektedirler.
Kant’a göre ise ahlak sonradan kazanılan (aposterik) bir olgu değil, önceden verilmiş (apriori) şekilde zorunlu idi. Din bir takım görev tanımlarından ibaretti, ahlak ise kişinin eylemleri, ödevleri idi. Doğal dinin ahlaki bakımdan zorunlu olduğunu ve önceden insanoğlunda tanımlı olduğunu iddia eden Kant, her aklını kullanan kişinin bu sonuca varabileceğini iddia eder. Duanın Tanrı ile bağlantıda faydasız olduğunu düşünen Kant, ibadet etmektense, iyi ahlaklı olmanın daha önemli olduğunu söyler. İnsanın iç ahlakı (güzel ahlak) dışında, Tanrının hoşnutluğunu elde etmek için yapılanları delilik veya bozuk bir kulluk olarak gören Kant, ahlakı anlatırken Hz. İsa örneğini verir. Esasında onun bu tutumu, akıl ve iradeyi tek otorite kabul eden birisi için tam bir çelişkidir. Kant’a göre dış ahlak, din adamlarının ihdas ettiği inanç kuralları ve geleneğe ait davranış şekillerine dayanan eylemlerdir, içi boştur. Kant, dış ahlakı, insanı kör eden bir itaate götürdüğü gerekçesi ile istemez. Kant’ın görüşlerini benimseyerek yola çıkan seküler ahlak paradigmacılarının tartıştığı, ‘İman edenin ahlaklanması mı üstündür, ahlaklı olanın imana ermesi mi üstün?’ tartışmasına Taha Abdurrahman’ın tam da burada getirdiği izah, tekrar tekrar okunması gereken yerlerden birisidir. (syf. 86)
Durkheim da, vahy dinlerinin referans ilkelerini iktibas etmeye karşı çıkan bir düşünür. Durkheim’a göre, ahlak dinden din de ahlaktan bağımsız değildir. Dolayısıyla dinden doğan ahlakın yerine laik ahlakı din gibi görebileceğimizi söyler. Ahlakın kaynağı olarak toplum otoritesini baz alan Durkheim’e göre ahlak, toplumların değişmesine bağlı olarak değişebilir. Dolayısı ile bir çeşit değil, birden çok ahlak vardır. Zamanın gereklerine göre toplum ahlakı değişebilir. Bu yaklaşımda ahlak iyiliklerle bütünleşen, devlet ve yaptırımlar ile oluşmuş sistematik bütünlüktür. Durkheim, toplumu birçok fertten oluşmuş bir yapı olarak değil de, soyut bir kişilik olarak kabul eder ve toplum için ‘aşkın varlık’ tanımı yapar. Yani ahlakı sekülerleştirmek isterken, toplumun kurallarını ‘Tanrı buyruğu’ olarak kabul etmemiz gerektiğini söyler. Bunu yaparak esasında, Tanrıdan bağımsız kitlesel akıl temelli bir ahlak tasavvur ederken, aklı devre dışı bırakarak ‘Toplum Tanrısı’na bağlanmayı önerir.
Taha Abdurrahman, ikinci hümanizm kavramını tesis eden ve eski Fransa Ulusal Eğitim ve Gençlik Bakanı L. Ferry’nin görüşlerini baz alan seküler paradigmayı da kitabında ele alır. Ferry’e göre, ilk hümanizm tanımında ortaya konan ideler adeta bir yapıbozuma uğradığı için hümanizm gerçekle bağını koparıp bir puta dönüşmüştür. Ferry, modern Batı felsefesi için; ‘Hristiyanlık dininin kavramlarını yeniden laik bir retoriğe tercüme etme teşebbüsüdür diyebiliriz’ der. Felsefenin sekülerleşmeye ciddi bir katkısı olduğunu belirtir ve ‘tarihî din’ ile ‘felsefî din’ ayrımı yapar. Örneğin ‘insan hakları bildirgesi’ni Hristiyanlığın seküler hale getirilmiş formu olarak görür. Ödev ahlakı (başkasını korumak) ile kurtuluş ahlakı (kendisini korumak) ayrımı yapan Ferry, ödev ahlakını moral ve kurtuluş ahlakını etik olarak isimlendirir. Aslolanın kurtuluş ahlakı olduğunu belirten Ferry’ye göre, başkasını korumak karşılıksız olması gerekir ve batıni ahlaka karşılık gelir. Zahiri olan ise (varoluşsal) kendimize ait durumun parçasıdır. Ferry’e göre, başkası için fedakarlık ve sevgi gösteren insan tanrı mertebesine çıkabilir. Ahlak, sadece insan olduğu için diğer insanın dikkate alınmasıdır. Mesela aileyi; ‘Allah’ın bir lütfu ve ihsanı, dünya süsü, sınanılacak bir fitne’ olarak görmek yerine, ‘çocukların sevgisini kazanmaya yönelik ebeveynlerin ihtiraslarını önceleyen yapı’ olarak tanımlar Ferry. Arzulara (şehvete) bağlı sevginin insanı yüksek bir ufka bağladığına inanır.
Ferry’e göre ahlak ‘ne yapmalıyım’, bilim ise ‘ne yapabilirim’ sorusuna cevap verir… O zaman kurtuluş ahlakı, dinin sahip olması gereken ahlaktır. Ama Ferry’e göre bu din ‘vahy dini’ değildir, tam tersine vahyin etkilerinden arınmaya çalışır. Hümanist düşüncenin zirvesi olarak insan, Tanrının yarattıklarından biri değildir. Tanrı sadece insanın düşüncelerinde yer alan bir postulat, bir önermeden ibarettir.
Hak, iyilik, güzellik gibi değerler insanın kendi aklından icat ettiği değerler değil, insanın dışardan keşfettiği kavramlardır. Kendi ifadesi ile; “İnsanoğlu bir şekilde tanrılığını elde etmediği takdirde asla insan olamayacaktır. [Hiçbir otoriteden etkilenmemeyi başardığı zaman insanlığını ele alacaktır demek istiyor.] Biz artık insanın ölümsüz olduğunu, nihayet onun yeryüzünde daima olacağını ve asla kaybolmayacağını kabul etmek durumundayız.” der.
Modern insanın ahlakını şekillendiren bütün bu seküler paradigmaları anlattıktan sonra Abdurrahman, tanrının insan ile olan ilişkisinde geçersiz kalan bu paradigmaların, ahlakın dinden ayrıştırılması konusunda da geçersiz kaldığı belirtir ve ahlakı dinle bütünleştiren ‘ilahi emanet’ paradigmasını ortaya koyar. İlahi emanet paradigması temelde; şahidiyet ilkesi, evrenin ve dinin hakikatlerinin ayet olması ilkesi, fıtrat ilkesi ve sistematik bütünlük ilkesi olmak üzere beş ilkeye dayanır. Buna göre;
1. Şahidiyet İlkesi: Bu ilkeye göre, Allah bir şeyi emrediyorsa aynı zamanda ona şahit olmaktadır. Şahitlik olmasaydı insanın ahlakileşmesi tamamlanamazdı. Zira insanın, toplumun, aklın veya doğanın şehadeti, erdemli insan olmak için işe yaramayacaktır. Allah’ın her şeye şahit olan olması lütfu, insan idrakini beslemekte ve unutkanlıktan sıyırmaktadır. İnsan ile Allah arasındaki ilişki, emir ve yasakların baskısına dayalı (alakayı tasallut) değil, sekine ve huzur haline dayalı, dostu incitmemeye yönelik hassasiyet(istirvah ve ünsiyet)e dayalı alakatü’t-takarrüb ilişkisidir. Bu noktadan sonra Rahman’ın emir ve yasakları insana sıkıntı vermez hale gelir. Seküler ahlak paradigması ise, bunu dışardan gelmiş emirler olarak algılayıp insan özgürlüğüne müdahale olarak sunar.
2. Evrenin ve dinin hakikatlerinin ayet olması ilkesi: Bu ilke temel olarak Kant’ın eleştirel yaklaşımına reddiye niteliğindedir. Din ile dünya arasındaki bütünlük, fenomenlerin bütünlüğü (ittisalü zevâhir) değil, ayetlerin bütünlüğü(ittisalü âyât)dür. Dünya tekvini ayetler, din teklifi ayetlerdir. Dinin Allah’ın varlığına delalet ilişkisi, dünyanın Allah’ın varlığına delalet ilişkisi kadardır. Seküler ahlak paradigması, sadece varlıkların fenomenlerin zahiri yönü ile ilgilenir. Delalet ettiği ilahi şahidi kabul etmez, ayetleri göremez. Olguları gözlemleyebilen sadece insandır.
3. Emanet İlkesi: Ahlakın ediniminde toplumu referans alanlara reddiyedir. Seküler ahlakçılar dinin yatay düzlemde isrâ vasıtası, İlahi emanet paradigmasını savunanlar dikey boyutta miraç vasıtası olduğunu iddia eder. Sekülerler dünyayı verilmiş olgu değil, alınmış; çıkış değil, giriş yeri olarak kabul ederler. Müslümanlar, varlıklar dünyasını ilk yaratana nispet etmelidir (ruhani nispet). İnsana nispet etmek (nefsani nispet) seküler ahlakçıların bakışıdır. İnsan, varlık alanını Allah’a nispet ettiği kadar Allah da insana nispet eder ve lütfeder. Dolayısı ile Allah’a nispet etmeyen insan bundan mahrum kalır. İnsanın ele geçirmek istediği, tekvini ayettir. Allah ise insana sorumluluk olarak teklifi ayeti verir. Dolayısı ile insan varlıkla ilişki kurmadan önce Allah ile ilişki kurar. Allah mülkün sahibi iken, insan geçici mülkiyete (temlik) muhataptır. İşte buna vedia (emanet) ‘başkası aracılığı ile sahip olunan şey’ denir. Bu da insana Allah’ın verdiği hak ve sorumluluklardır. İlahi emanet, insana fütüvvet ahlakını gerçekleştirmenin yolunu açar. Fütüvvet ahlakına sahip kişi etrafındakilere sahip olma hırsından kendini arındırmıştır. Seküler ahlak paradigması ise, varlıkların değerini ‘tüketim değeri’ şeklinde algılayan mülkiyetçi ahlaktır. Müslümanlar bu anlayıştan, ancak varlıklar dünyasındaki sorumluluğunu yerine getirip ilahi şahidi Allah yaparsa kurtulur. Varlıklar dünyasına bakışımızı, ‘Onlar Allah’ı işaret eden birer ayettir’ şeklinde değiştirmeliyiz.
4. Fıtrat İlkesi: Taha Abdurrahman’ın ‘Tanrının insan bedenine girdiğini iddia eden’ hümanist yaklaşıma itirazıdır. Hümanist paradigma, insanı, yaratmada Tanrıya ortak olarak görür. Dinin fıtri formunun insana bahşettiği ahlak; ruhî, îtimânî ve esmâî ahlaktır. Ruhî olması; ahlakın ruha kodlanmış değerlerle irtibatlı olması, îtimânî olması; emanet paradigması üzerine kurulu elest bezmindeki sözleşme ve şahitliği referans alması, esmâî; söz konusu ahlakın Allah’ın ilahi isimlerinin tecellisi olmasını kabul eder. Dinin pratik boyuttaki intikal ya da aktarımı bütünüyle toplum için değil, onu oluşturan bireyler içindir. Seküler ahlak yanlılarına göre, dinin artık fıtri formuna dönme ihtimali kaybolmuştur. Oysa zamana dayalı dinden fıtrata dayalı dine intikal, nazari akıl yürütme yoluyla değil amelî ve pratik şekilde olur.
5. Sistematik Bütünlük İlkesi: Parçalayıcı tasavvuru referans alan natüralist yaklaşıma reddiyedir. Din ve evren arasındaki ayetsel ilişki bizi iki sonuca götürür:
1) Esmâ-i hüsnâ, sadece zât-ı ilahi’yi anlatan şer’i tanımlar değil, değer ve anlamların onkolojik tecellileridir.
2) Dinin hükümleri sadece mevzuat maddeleri değil, amelî birer hikmetlerdir. Vahye dayalı indirilmiş dinin bütünü ahlaktır.
Son bölümlerde Taha Abdurrahman, bu paradigmaların ahlaka ve dine yaptıkları haksızlıkları ayrı ayrı ele alır. Anlattıklarımız arasında bu haksızlıkların neler olduğuna parça parça yer verdiğimiz için, tekrarı gerekli görmüyorum.
Burada Taha Abdurrahman’ın düşüncelerini mutlaklaştırmamamız gerektiği hatırlatması yapmayı da gerekli görmüyorum. Zira Abdurrahman, bazı Müslümanların tespitlerine göre, farkında olarak veya olmayarak bizleri modernizmin tuzağına çekmekte, düşünce yapımızın dil değiştirmesine neden olmaktadır. Bizler de biliyoruz ki, görüşlerinde isabet ettiği yerler olduğu gibi isabet edemediği noktalar da mevcuttur. Eserlerindeki iddiaların tamamını alıp kabul etmek söz konusu olamaz. Bizler sözü dinleyip en güzel olanına uymakla mükellefiz.
Sonuç yerine
Netice itibarı ile seküler ahlak paradigmalarında ahlak, bireyle toplum arasındaki ilişkiyi düzenler. Bireyle Tanrı ilişkisini düzenlemez veya bunu kabul etmez. İslam’da amel Allah’ın rızası için değilse ahlaki değildir, salih amel olarak kabul edilmez.
Sekülerler, iman ve ibadetle Allah’a yaklaşmayı sapma ve körlük olarak değerlendirirler. Onlara göre, Tanrı kişinin ibadet ve duasına aldırmaz.
Sekülerler, insana başkalarıyla ilişkilerinde fayda sağlayacak bir zahiri (pragmatist) ahlakı savunurlar. Seküler ahlak paradigmaları, Tanrı yerine insanı egemen bir efendi olmaya sevkeder. Seküler paradigma, ahlakta ilahi şahitlikten (beşeri şahitlik yoluyla) vazgeçmiştir. Beşeri şahitlik ve zahiri mülkiyetçi ahlakın; kişinin derununa, iç dünyasına, ruhuna nüfuz etme ihtimali yoktur.
Seküler ahlak savunucuları, kendi yarattıkları değerler sisteminde; ‘Hz. Adem evlatlarının hakları’ (veya kul hakkı) yerine ‘insan hakları’ kavramını, ‘emanet’ yerine ‘sorumluluk’ kavramını, ‘terâhüm’ yerine ‘dayanışma’ kavramını ve ‘muhâlaka’ yerine ‘vatandaşlık’ kavramlarını (ve Kur’an merkezli daha nice değerin yerine bâtıl nice tanımlar) getirmişlerdir.
Şimdi konumuzun başına yeniden dönecek olursak; vahyin muhatabı olan beşer, yağmurun ve toprağın hikmetini kavramaya zorlanırken ve ‘Sularınız çekilse kimdir size onu geri getirebilecek olan?’ sorusunun cevabını araştırmaya yönlendirilirken, seküler ahlak/eğitim paradigmasının, suyun tabiattaki döngüsünü fizik kuralları içerisinde anlatmakla meşgul olduğunu görebiliriz. ‘Güneşin ve ayın [O’nun buyruğu doğrultusunda] kendileri için belirlenen yörüngelerde akmaları’ seküler ahlak/eğitim yanlıları için bir hikmet ihata etmez de, güneşten elektrik üretmeye, yapay devasa bir güneş yapmaya veya ay ve güneşi yörüngelerinden çıkarmaya gayret ederler. ‘Sivrisinek misali ile Allah ne demek istedi?’ diye sorgulayan insan, ‘bir canlıyı öldürmenin bütün bir alemi öldürme gibi olduğunu ve bir canı kurtarmanın bütün insanları kurtarmak gibi olduğunu’ da şüphesiz kavrayamayacaktır. Bunu kavrayamayan seküler insan, doktorluğu can kurtarmak değil, can almak için kullanabilecektir. Seküler ahlak/eğitim paradigması ile hukukçu olan bir avukat, tabii ki de dört eş ile evlenmeyi, nüşûz eden bir kadının cezasını veya miras adaletini anlamlandıramayacaktır. Allah’ın en sevmediği helal olan boşanma başa gelince de, erkeğin kaldırabileceğinden kat kat fazlası bir nafakayı kadına hak olarak almak için canhıraş mücadele verecek; bunun için ne sözleşmeler, ne yasalar çıkartacaktır. Ya da tersinden düşünecek olursak, stres altındaki modern insanının psikolojisinde yaşanan travmalar için kimyasal ilaçlar dışında bir reçete sunamayan psikiyatristler veya yaptıkları beşer mahsulü terapi seanslarından medet uman psikologlar; dua, tevekkül, tefekkür ve tedebbür kavramları ile harmanlanmış bir paradigmadan eğitim almış olsalardı, modern toplumun akıl sağlığı yine aynı mı olurdu dersiniz? Veyahut ‘ekini ve nesli bozmayı’ bozgunculuk olarak öğrenmiş bir ziraat mühendisi, o zaman da bir ibadet aşkıyla çiftçi kardeşlerine kimyasal ilaç geliştirmeye devam edebilir, topraksız tarım gibi bir garabete onay verir miydi?
Peki seküler ahlak/eğitim sisteminde, ‘insanın en mükemmel şekilde yaratıldığı’ hakikatine kulak asmak mı ahlakidir, ‘Gen Mühendisliği’ adı altında canlıları klonlama veya ölümsüzlük gibi konularda akademik çalışma yapmak mı? Birden fazla kız arkadaşı edinmenin sosyallik olarak tanımlandığı vasatta, ‘Gözlerinizi haramdan koruyun, zinaya yaklaşmayın!’ buyruğu genç erkekler için ne anlam ifade etmektedir? Acaba artan tecavüz vakalarına bu seküler sosyallik (!) çare olamamakta mıdır? Demokrasi ve yurttaşlık dersinde aldığı ‘liberal öğütler’ sayesinde, toplumsal cinsiyet gibi bir kavramı kafasına derç ettiğiniz bir gencin, eşcinsel yaşam tarzlarından dolayı Allah’ın azap indirdiği Lût kavmi kıssasından ibret alacak olgunlukta yetişme ihtimali ne kadardır? Zira, Kur’an’ın hikmet kavramının idraklere yerleştirilemediği bir ilahiyat fakültesinden mezun öğretmenin veya öğrencinin, ‘din kültürü ve ahlak bilgisi’ dersini LGS’de veya YKS sınavında soru çıkacak bir dersten öte görememesi; aynı paradigmanın yol açtığı zafiyetlerden değil midir? Bu eğitimleri almış bir zihinden, hayatın anlamlandırılması ve ilahi emre muhatap kılınması konusunda ne gibi bir cehd ortaya koyması beklenebilir? Kriptosuna, fonuna, menkulüne, dövizine, hissesine yatırdığı milyonlardan elde edeceği maksimum kârı hedeflemek üzere eğitim alan, faizi çoktan kanıksamış ve enflasyon kavramı ile sorunu kalmamış bir iktisat mezunu; ‘ihtiyacından arta kalanı vermeyi’ telkin eden bir ahlaka hangi eğitim ile ulaşabilir? Vahye muhatap bir akıl için bu örneklerden yüzlercesini vermek mümkün olsa da, konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir.
Bütün bu saydıklarımızın sonuçlarından şikâyetçi olan seküler modern insan, Allah’ın devre dışı bırakıldığı bir hayatın sonuçlarını yaşadığını bilmekte midir? Yaşadıkları yıkım ve hezimet sonrası, tutunacak dal arayan insanoğlu, ‘eğitim şart’ retoriğinin arkasına sığınarak, kendince, gözlerden kaçırılan bir ‘eğitim’ gerçeğini çare olarak sunmaktadır. Doğru, ‘eğitim şart’tır. Ancak ‘hangi eğitim’? Allah’ın varlığını kabul ettikten sonra, eğitim ve ahlakın yapılandırılmasında O’nu yok sayan seküler paradigmaların kurucu olduğu bir eğitim, insana hüsrandan başka bir şey getirmemiştir. Günümüzde bu paradigmalara dayalı eğitim sayesinde; Ömer Muhtarlar, Malik bin Nebi’ler, Seyyid Kutup’lar, Yahya Sinvar’lar çıkmamakta çıkamamaktadır.
Rabbimizin buyurduğu gibi, ‘Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise Tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar…’. Bu tağutlar; (menfi manada) akıl ve iradedir, naturadır, toplumdur, devlettir, insandır, insanın heva ve hevesidir. Taha Abdurrahman’ın tabiri ile bundan kurtuluşun reçetesi ‘ilahi emanet paradigması’na sımsıkı sarılmaktır. ‘…Kim Tağut’u inkar edip Allah’a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur. Onun kopması söz konusu değildir…’
Şüphesiz Allah, en doğrusunu bilir. Selam hidayete tâbi olanların üzerinedir.
Dipnotlar
1) Abdurrahman, Taha; ‘Seküler Ahlakın Sefaleti: İlahi Emanet Paradigmasının Seküler Ahlak Eleştirisi’, Pınar Yayınları, 2023.
2) Taha Abdurrahman, “Bir ilim, eğer bizi ahlaka götürüyorsa ilimdir” diyerek ahlaktan kopuk hiçbir ilmi, ilim saymaz. Aynı zamanda kendisi mantık ilmi ile ahlak ilmi arasında ilişki kurar. “Eğer mantık ilmi bizi iyi, doğru davranışa götürmüyor ve farazi bir şey olarak kalacaksa, bunun bir anlamı olmaz. Aklın kanunlarıyla ahlakın kanunlarını birbirinden ayıramayız. Aklın fonksiyonu, insanı ahlaka taşımasıdır.” demektedir.
Taha Abdurrahman’a göre mantık sadece aklın kanunlarıyla ilgilenmez, davranışın kanunlarıyla da ilgilenir ve davranışın kanunları ahlaktır. İşte bu aklın kanunları ifadesinde Aristo’dan ayrılır, Yunan ve batı mantığını, batı felsefesini eleştirir. Onları referans alarak bir İslam Felsefesi üretmeye çalışan düşünürlere de bu yüzden karşı çıkar. Ona göre akıl, bir cevher değildir, insanın bir faaliyetidir.
Taha Abdurrahman aklı üçe ayırmıştır: 1. Akl-i Mücerred, 2. Akl-i Müsedded, 3. Akl-i Müeyyed.
Akl-i Mücerred (Mücerred Akıl) sadece eşyanın zahirini tespit edebilen akıldır, hakikatini bulamaz. “Tavsifi” bir akıldır, size sadece adres tayin eder. Mücerred akıl, tek alemi görür. Sadece mülk alemini, şehadet alemini görür; melekût alemini göremez. Gayb alemine vakıf olamaz. Mücerred akıl, külli gayeleri de bulamaz. Bu nedenle fakihin aklı eğer mücerret akıl ise makasıdı, mefasid olarak görür. Makasıdı anlayamaz. Külli gayeleri tespit edemez. Sadece metinleri tercüme eder. Mücerred akıl sahibi bize sadece metinleri tercüme edebilir. İçtihadda bulunamaz, istinbatta dahi bulunamaz.
Müsedded akıl ise, amel ve davranışla desteklenen akıldır. Sadece teori değildir, aynı zamanda pratiktir. Müsedded akıl, celbi maslahatın ne olduğunu bilir. Def’i mazarratın ne olduğunu bilir. Müsedded akıl mücerred aklın aksine hikmeti de bilir. O hükümlerin dayandığı değerleri de bilir.
Müeyyed Akıl (Te’yid edilmiş Akıl) ise mücerret akıl nasıl ki eşyanın zahirini bilebiliyordu, müeyyed akıl işin batınını da, iç yüzünü de bilir. İnsanın eşyanın hakikatine vakıf olmasını sağlar.
3) Terahüm = Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme.
4) Muhalaka = Taha Abdurrahman’ın bu kavramı ‘yaratılış sözleşmesi’ (kulların Rabbine verdikleri söz) anlamında kullandığını düşünüyorum.
5) Mülk Suresi, 30. ayet
6) Rahman Suresi, 5. ayet
7) Bakara Suresi, 26. ayet
8) Mâide Suresi, 32. ayet
9) Bakara Suresi, 257. ayet
10) Bakara Suresi, 256. ayet
Ali Durmuş / İktibas Dergisi Aralık Sayısı