Vazgeçmek… Ne kadar zor, ne kadar kolay… Ne kadar süfli, ne kadar yüce…
İşe geliyordum bu sabah, arabamın içinde. Radyo ile oynamaya başladım; iyi bir türkü bulurum ümidiyle. Belki bir “Mihriban” çalar, belki de “Öldürme Beni”…Ancak bir şiirle karşılaştım. Şehitten, şahadetten bahsediyordu. Tüylerim diken diken oldu. Bıraktım frekansla oynamayı. Şiiri dinlemeyi de bıraktım. Hayale dalıp gittim. Kayboldum dünya âleminden, uçuşa geçtim arabanın içinden. Uzaklaştım oradan. Arabayı kullanan beden bana aitti belki ama uçan ruh da benimdi.
Kuru bir slogan ya da ideolojilerin kıskacında kalan şahadetle ilgilenmiyorum. Benim bildiğim şahadet çok başka. Çok yüce… Çok değerli… Çok saf… O’na ancak vazgeçerek ulaşabilirsin. Kendinden, ihtiraslarından, kinlerinden, kirlerinden, zincirlerinden, bozuk anlayışlarından, yanlış tarihinden, eksiklerinden…
Şahadete tam olanlar ulaşabilir ancak. En doğruya teslim olanlar, yüreği en yufka olanlar, çiçekleri, böcekleri, insanları en çok sevenler, en cömert olanlar, ardında kendini seven birilerini bırakabilenler…
Hak için;
“Al ömrümü, koy ömrünün üstüne” diyebilenler,
“Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyebilenler,
“Şehadet bir çağrıdır, nesillere ve çağlara” diyebilenler,
“Hayat iman ve cihad” diyen Hz. Hüseyin gibiler.
Hüseyin yola çıkmaya hazırlanır. Dostları derler ki; “Ey Hüseyin, bu bir oyundur, bu bir hiledir; ne olur gitme oraya. Daha önce de ihanet ettiler, şimdi de edecekler; ne olur gitme. Burada kal, sana kıyacaklar, acımayacaklar, öldürecekler.”
Derin bir bakış atar dostlarına. “Bilirim bunları bilirim a dostlar. Lakin dedirtmem peygamber torunu, zulme sessiz kaldı. Yazdıramam tarihe suskunluğu, sessizliği, sinmişliği, korkaklığı… Varsın gelsin ölüm bize zulme dur derken, başım üstüne. Yine de dedirtmem Muhammed’in torunu korktu, gelmedi.”
Demedik ve demeyeceğiz Ey Hüseyin, bilesin. Şahidiz sana, yiğitliğine, şahadetine.
İslam’ın tüm şehitlerine…
…
Yol bitti; geldim kendime.
…