Çok sular aktı köprülerin altından… Çok zamanlar geçti, devirden devire, o günden bugüne… O gün nire, bugün nire? Su, ne demek; köprü, ne mana? İnsanlar, çağlar, mekanlar, ilgiler, meşrep-mezhepler, kelimeler-kavramlar, aidiyetler hep bir akış içinde…
‘O devir’ insanlık/peygamberlik tarihinin başladığı anlar, yer ve zamanlar olsun. ‘Bu devir’ ise genel manada her ‘kuşak’ olarak okunabilir olsa da, ‘yaşan çağ/devir’, o anki nesiller olarak alınabilir.
‘Su’ algılar, ilgiler, kelimeler-kavramlar, müktesebat, her alan ve konuda üretilmiş insan faailiyetleri, içerik, mana, yargılar-hükümler, insanoğlunun eşyaya dair mevcut kanaatleri, meşhur ifade ile ‘zamanın ruhu’, daha özgün ifade ile -ve fakat içi doğru doldurulmamış olarak- ‘ânın fıkhı’, çıkarsamalar, doğrusu eğrisi ile –ki çürük elma da elmadır- fikirler, bilgi ve malumatlar olarak düşünülebilir. ‘Köprü’ ise yargılar/değer yargıları, norm ve kriterler, ölçü ve ölçütler, ‘asıllar’, ‘olması gerekenler/insandan beklenenler/fıtrat’ olarak konumlandırılmaktadır, bizce bu yazı dolayımında…
Evet, ‘Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir/Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir!’ diyor ya şair çok veciz olarak, gerçekten de her şey deveran içinde akıp gitmekte, değişmekte, dış etki ve etmenlere açık şekilde akış cereyan etmektedir. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş… Kimi zaman kişisel, kimi zaman kitlesel… Kimi zaman yerel, kimi zaman bölgesel ve evrensel… Kâh doğru istikamette, kâh ters! Çoğu kere gel-git halinde ve belirsiz, niteliksiz, istikametsiz…
Burada teşhis ve bağlı olarak tedavi/çözüm; ‘Oluklar çift’ ifadesinde mündemiç. O çözülür ve anlaşılırsa, genel manada ‘anlamsızlık’ da ortadan kalkar ve her şey açık ve net olarak ortaya konur, bir cevaba kavuşur. Elbette görmek, duymak isteyen için; kalbi körelmemişlere! Yoksa ‘davul zurna az!’ denilen gerçeklikle karşı karşıyayız demektir. Ki bu aymazlığın ne tedavisi vardır, ne -Allah muhafaza- geri dönüşü! Avara kasnak gibi başıboş dönüşü ve dönüşümü ise sürgit devam! Yap-boz misali! ‘Dön baba dönelim!’, ‘Nerede sabah, orada akşam eyleyelim!’ şeklinde bir başıboşluk, başı bozukluk, fıtrata yabancılaşma, keyfe keder ve kendince tatminlerle oyun ve oyalamaca…
Oluklardan biri takdir edersiniz ki ‘İlahi takdir’dir. İlahi kelamdır. İlahi fermandır. Kullarını Kendisine kulluk için yaratan ve kullarını kullara/şeytan ve avenesine –minel cinneti vennas- kul olmamaları için dinini/şeriatı gönderen, elçileriyle gösteren, yaratan-yöneten ve emreden, akabinde hesaba çekecek olan, yegane ilah ve rab olan Allah’ın emir ve buyruklarıdır ki bunlara ‘nehiyleri/yasaklar/haramlar da dahildir. ‘Köprü’ dediklerimiz de işte bu ‘asıllar’ ve ölçülerdir. Norm ve kıstas da bunlardır.
Oluklardan diğeri de yine malumunuz, şeytan ve avenesinin, daha kestirmeden söylersek ‘hevasını ilah edinmiş’, nefsine tapan ve onu yegane hüküm merciine koyan, fıtratına sırtını dönmüş, ahit ve misakını unutmuş, zan ve kuruntulardan ibaret ‘zalum-cehul, isyan ve nisyan ile malul’ insan ‘teki’dir! Kendi ayartıcı olan ve ayartıcılara çok kolay av ve tav olan insan ‘nefsi’dir.
‘Su, tarih, yıldız, insan ve fikir’, eşyaya dair her ne varsa, yaratılmış her şey bir akışa tâbidir, doğal olarak. Yeter ki bu akış ilhamını ‘nur akan oluktan’, ‘hayat veren, aydınlığa çıkaran’, ulvi ve aşkın olan, insan için mahza doğru, hak ve hikmetli olandan neşet etsin, kaynaklansın. İşte bu ‘sırat-ı müstakim’ üzre, ‘nimet verilenlerin yolu’na tâbi olmak demektir. Mazaallah zulümat doğuran, kullara ve nefse köleliğe çağıran, en iyisiyle(!) dahi insanoğlu için fitne, fesat sebebi olan, adaletsizlik, sömürü, yalan ve talan, çıkar içerikli insan heva ve hevesi (şeytan ve avenesi) kaynaklı olana tâbi olarak gerçekleşirse –ki bu da imtihanın bir doğası, doğallığı gereğidir, tercihe müstenittir- işte bu bir yanılma, yanılsama ve istikamet yitimidir. Her iki yönelimin neticesi, akıbeti, varış noktası da çok farklı iki noktaya çıkacaktır takdir edersiniz ki, yine doğal olarak! Ki bunlar hep beyan edilmiş, bildirilmiş, açıklığa kavuşturulmuş, elçilerin örnekliğinde somutlaştırılmış hakikatlerdir. Afaki hiçbir şey kalmamıştır; sadece dediğimiz gibi kalpler körelmemiş olsun!
Bakınız bu ‘kalp körelmesi’ dahi bir yazgı değil; kasıtlı, bile isteye yapılmış bir tercihin neticesidir. Allah kullarına zulmedici değildir! Kul, kendine sunulan iki yoldan birini tercih ederek, o yolda ilerleyerek, kendi iradesini ortaya koymuş olmaktadır. Bu tercih hakkı, malumunuz, bir tabiatla mukadder kılınmış hayvanatta, nebatatta yoktur! Sadece, akıl ve irade ile donatılmış insan bu imtihana tâbi tutulmuştur. Yine beyan edildiği gibi ya daimi bir ‘esenlik yurduna’ ya da kendi alevini ve odununu buradan taşıdığı ebedi ‘azap yurduna’, kendi tercihleri neticesinde kavuşmuş olsun. İmtihan saha ve sahnesi burası, orada/ötede bir telafi imkânı, son bir fırsat talebi ve özür beyanı geçerli olmayacaktır.
‘Kalp körelmesi’ derken de; bu, bir anda, ilk hamlede, tek bir yanlışlıkta olan biten bir durum da değildir. Bir süreç ve kat’i kararın, o kararda azmetmenin, inat etmenin bir tezahürü ve anomali halidir. Yoksa her iki halin, kaynak tercihinin, kendi içinde yaşanabilecek gel-gitleri olabilecektir. ‘Günah ve tövbe’ insanoğlu için olası durumlardır. Yalnız bile isteye kast-ı mahsusa ile ve de tekraren bozulmasın! Bunun da bir eşik noktası var yani… İnsanın meleklerden ayrıldığı bir nokta da budur! Günahta ısrar ve tekrar ve dahi ‘tövbe’ etmekten imtina, bunu değersiz ve önemsiz görme, müstekbir ve müstağni tavırlar insan için kalp körelmesine giden süreçlerin basamaklarıdır.
Mesela demişler ki ‘Aynı suda iki kere yıkanamazsınız!’; suyun bu akışı bir gerçekliği ifade etse de mecazen hem zaman olarak, hem suyun niteliği bakımından, hem de insanın her durumuyla ilgili değişkenlerin devreye girmesi açısından ifadenin kastı değişmektedir. Tarihin akışına gelince bu, ikinci oluk açısından bakınca lineer/ilerlemeci bir akıştır ki her defasında bir öncesi yadsınır, kınanır, önemsiz ve değersiz görülür, ‘yeni’ ise kutsanır, ta ki yeni bir evreye, o zamanki algı, ilgi ve bakışlar yeni bir döneme geçilip o yeni zannedilen ‘eski’ addedilinceye kadar! İnsan bu bakışla ancak ‘nesne’ konumuna düşer, kalır! Bu yaklaşımın tek doğru tarafı ise her ne kadar çıkmaz sokaklara da sapsanız toslayacağınız bir duvar, koşar adım ileri(!) de koşsanız bir akıbet sizi beklemektedir; yani bir yere varacaksınız! Oysa ilk oluk zaviyesinden bakınca ‘döngüsel bir tarih’ olgusu ile karşı karşıyasınızdır. Zaman ve olgular tedavül edip durur. Mesele, siz bu akışın neresinde durup nasıl bir misyon ve vizyon ile hareket edeceksiniz, budur önemli olan. Bizim için tarih; geçmiş/mazi, hal/şimdi ve gelecek/ati üçlü sacayağına oturmuş, bütüncül bir bakış açısı ile yaklaşılabilecek bir olgudur. Geçmişten ders alınır, tecrübe aktarımı asla ihmal edilemez. Her şey gibi insan da bir kök ve kökene aittir. ‘Gelenek’ denilen olgu da nötr anlamıyla budur. Türedilik yoktur. Ağaç dalında yetişmez insan yani! İşte geçmişe dair doğru okumalarla geleceğe yönelik gerekli öngörüler içinde planlama yapılabilir ve strateji oluşturulabilir. Ama asıl olan bu iki bakışı aynı derinlikle meczedip ‘anı/hali’ kuşatacak ve kuşanacak bir duruş, düşünüş ve uygulayış içinde, doğru yerde konumlanabilmektir. Zira imtihan alanımız mahza bu dönemi içermektedir. Ne geçmişin yapılıp edilenlerinden ve ne de geleceğin hedeflerinden, sonuçlarından direkt sorumlu tutulmamız söz konusudur. Yoksa bu, bize gücümüzün üzerinde yüklenecek yük anlamına gelir ki, bu da muhaldir Rabbimizin bilinen buyrukları açısından. Dolaylı sorumluluklar ise elbette bizim işin içine dahil olmaklığımızdan dolayı olasıdır. Beleşten bir iftihar (övünme) da, takbih (kınama) de söz konusu değildir. Doğru okumalar ve o tecrübelerden doğru dersler alarak yararlandığınızda işiniz kolaylaşacak, benzer hataları tekrarlamayarak, imkân (beşeri, maddi vb. her türlü) ve zaman israfına düşmeden üzerine yeni inşalarda bulunabileceksinizdir. Bu iftihar için bir vesiledir. Ders alınmadığındaki tekrar (M. Akif’ten) ise size kaybettirecek, kınanma vesilesi olacaktır. Geleceğe dair de hesapsız-kitapsız, bir temele dayanmadan, afakî ve ölçüsüz-tartısız, plansız-programsız atılacak her adım sizi sorumlu tutulacak bir pozisyona konumlandırırken, sonraki nesillere de bir eksi olarak yansıyacaktır. Bu da oradan bakınca sizin için bir takbih/kınama vesilesi olacaktır. Bununla da kalmayarak size hesabı verilecek bir sorumluluk da doğuracaktır (kötü veya iyi bir işe şefaat etmek, o işten pay almak anlamında). Ân/hal ile ilgili sorumluluklar da asla ve kat’a ertelenemez, devredilemez, görmezden gelinemez, ama ve fakat ile geçiştirilemez, imkân ve mazeretler/meşguliyetler kılıfına alınamaz, sorumluluk ve hesabından kaçılamaz niteliktedirler. ‘Hiç kimseye gücünün üstünde yük/mükellefiyet yüklenmediği’ hakikatinden hareketle bize verilen ömür dilimi içinde dünyanın bir imtihan ve geçici bir konaklama yeri olduğunu unutmadan, asıl yurdun ahirette burada yapıp ettiklerimizle (Elbette Rabbimizin hikmet ve dilemesini, afv ve mağfiretini, rahmetini öne alarak!) doğru orantılı olarak bizleri beklediğini de hep hatırda tutmamız gerekmektedir.
İnsan da akar beraberinde fikirlerle… Bazen fikirlerin peşinde ve çoğunlukla o fikirleri peşi sıra sürükleyerek. N. Fazıl’ın şiirinde ‘vicdanın hava parası’ söz konusu edilir; bu manada Firavunun sihirbazları gibi, son görülen örneğindeki şeriat üzerine kurgusal söylemde bulunan akademisyenler gibi (Bel’am, samiri, tağut) sipariş fikirler (kelime, kavram ve ideolojiler) kurgulayan, pazarlayan, içini boşaltıp istenilene göre dolduran, hava parasına göre renk ve biçim değiştiren, konum alan taife hiç eksik olmadı, olmayacak! Sözde fikirlerle oynayacak, oyalayacak, uyuşturacak… Keyfince üretip tüketerek, o fikre dair ilahlık iddiası ile ve kitleleri kul köle ederek! Sorumluluk ise; fifti fifti! Neticede herkes kendi iradesi ve tercihi ile hareket ediyor! İkinci oluğun müdavimleri ve müşterilerinin akıbeti bu! Tarih de bunun şahitlikleriyle dolu! Özellikle peygamberler tarihi… Oysa ilk olukta Rabbimiz sınırları çizmiş, insana kılavuz yollamış, serbest (ibaha) alanlarını beyan ettiği gibi sakınması ve uzak durması gereken tuzakları, çeldiricileri de haber vermiştir. Gerisi insanoğluna kalmıştır; aklına, fikrine, irade ve tercihlerine… İnsanın akışı ya fıtratına muvafık hareket, ahde ve misaka sadakat yolunda bir duruş, düşünüş ve yaşayış şeklinde, takvasına tâbi olarak ‘Allah’ı nasıl daha iyi ve çok razı edebilirim?’, ‘Sırat-ı müstakim üzere nasıl sebatla kalır ve mükellefiyetlerimi ifa edebilirim?’ şeklinde olacaktır ya da kendi heva ve hevesine tâbi olarak, moda akım ve ideolojilerin tutsaklığında, kula/nefse/şeytana kulluk şeklinde… Elbette bu arayış/yaşayışların ikisinin kaynağı farklı olduğundan, neticesi de farklı olacaktır doğal olarak ve dahi beyan edildiği üzere…
‘Her toplumun gerek içinde yaşadığı, gerek komşusu bulunduğu toplumlarda etkili olan ve gerekse yaşadığı asırda dünya üzerinde etkisi bulunan dünya görüşlerinden etkilendikleri bir vakıa olagelmiştir.’ dediği gibi merhum E. Özkan’ın (İnanmak ve Yaşamak/İdeolojik Kirlilik), bu etkilenmenin derecesi ve boyutları öne çıkmaktadır. Zira az veya çok bu etkileme ve etkilenme karşılıklı insanî ilişkilerin kapsamına girmektedir zorunlu olarak. Netice de siz de muhataplık ilişkisi, tebliğ ve davet sorumluluğu ile güzel örneklikleri gerek içerik/alt yapı/norm (emanet, ehliyet, güven, adalet, hal ile kaal uyumu vb.) ve gerekse beşeri üretim ve ürünler/üst yapı/form olarak göstermek, taşımak, aksettirmek durumundasınızdır. M. Akif’in ‘Ahlakı hariç!’ eklemesi ile alınabileceklerin künhüne vakıf olmak, teknolojik, ekonomik, askeri, siyasal (özellikle meşhur kavramlar; demokrasi, insan hakları, özgürlük, laiklik vb.) her gelişmenin ve taklidinin beraberinde getireceği, ifsat ve dezenformasyonun da farkında olmak (demek ki bunlardan kendi ahlak(sızlığ)ını sıyırmak pek mümkün değildir), bu konularda müteyakkız kalmak gerekmektedir. Bunun ilk basamağı ve adımı ise öncelikle kendi referans kaynağımızı, dinimizi, sınır ve sorumluluklarımızı bilmek, özümsemektir. Bunun yaşayan örnekliklerini oluşturabilmektir.
‘Yıldızların akması’ ise hem gerçek anlamıyla (Yıldızlar ve gök cisimleri hep birlikte bir akış, yüzme içindedirler bir istikamete doğru ve hiçbiri bir kere daha geçmemektedirler aynı hat üzerinden, sabit yörüngeleri olsa da…), hem de mecazen (Bir kıyamet ve saat var bizlere vaat edilen, vaad ve va’id olarak, kendisinden kaçamayacağımız ve akabinde hesaba çekilip karşılığını bihakkın bulacağımız…) bakıp ders alınacak, okunacak meselelerdendir.
Hasılı her şey insan için; ama insan, ya burada ‘özne’ oluşunu bir dengede tutup kendi imtihanı için gerekli süreçlere girecek, olması gerektiği şekliyle takip edecek, ‘eşrefi mahlukat’ olarak yerini ve konumunu doğru tespit ederek, haddini de bilecek, ‘razı olanlardan ve olunanlardan’ olacak ya da kendi özneliğini, öznelliğe evirip haddini de aşarak müstekbir ve müstağni davranarak, kendi heva ve hevesine tâbi olarak, ilahlığını da iddia ederek köleleşecek, hemcinslerini köleleştirecek, esasında ‘nesneleşmiş’ (Atasoy Müftüoğlu üstadımızın dediği gibi; şeyleşecek!) olacak ve ‘kel en’ami’ vasfında ‘bel hüm edall’ şeklinde aşağıların aşağısına, esfeli safiline savrulacak, yuvarlanacak, ‘azabı hak edenlerden’ olacaktır.
Oluklar da çift, yol da… Tercih, irade insanda; akıbette/ahirette de iki yer var karşısına çıkacak, dönüşü, özrü olmayan! Tüm mesele bu…
Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Ağustos Sayısı