Tarihin biz İslam ümmetini çevrim dışı yapmasının ana sebebi kitabımız Kur’an’a sırt dönmemizdir. Bu durumda, insanlık camiasında yitirdiğimiz şeref menzilini tekrar kazanmamızın yegâne çaresinin Kur’an’a dönmek olduğuna kim itiraz eder? Kur’an’a dönmek… Uzun asırlardır yüz çevirdiğimiz, değerini takdir edemediğimiz, o olmasa da olur sandığımız, canımız, kanımız, şerefimiz, vatanımız, bayrağımız, hasılı her şeyimiz olan Kur’an’a, Allah’ın kopmak bilmeyen ipine, sapasağlam kulpuna dönüş… Utansak da, sıkılsak da bu dönüşü yapmak, ayıbımızı telafi etmek zorundayız. Rahmân ve Rahîm Allah tevbe edenleri geri çevirmemektedir.
Kur’an’a sırt döndüğümüzün farkına varınca, ivedilikle Kur’an okumaya koyulduk. İslam’ı bizzat kaynağından bilip öğrenmek için de Kur’an’ı kendi dilimizdeki tercümelerinden okumalıydık. Böylece adeta bir Kur’an meali okuma seferberliği başladı. On yıllardır yoğun şekilde meal okuyoruz. Tüm Türkçe meal kitaplarını okuyan Müslümanların sayısı azımsanmayacak kadardır.
Kitabımızı okumak, ne dediğini anlamak, dini Kur’an bütünlüğünde mütalaa etmek gerçekten hayırlı bir iştir. Kur’an’ı -beraberinde getirdiği bazı sorunlara rağmen- anladığımız dilden okumamıza itiraz edenler, gerekçeleri her ne olursa olsun doğru bir şey söylememektedirler. İyi niyetli hiç kimsenin, Müslümanları Kur’an’ın anlamını okumaktan sarfı nazar ettirmesi haklı görülemez.
Şu var ki, adeta bir seferberliğe dönüşen Kur’an okumalarımız, beklenen neticeyi vermemiş görünmektedir. ‘Beklenen netice’den neyi kastettiğimi birazdan açıklamaya çalışacağım.
Asırlık Kur’an okuma sürecimizden tecrübe ettik ki, Kur’an okumanın bir manası vardır. Kur’an, bir yazar tarafından telif edilmiş herhangi bir kitabı okur gibi, bireysel bir bilgilenme aracı olarak okunamaz. Çünkü Kur’an, bir müellifin belirli bir alanda kaleme aldığı, girişi, gelişmesi ve sonucu olan, telif edilmiş bir kitap değildir. Kur’an, ölçülerini, şartnamesini bütünüyle Allah’ın belirlediği bir plan üzerine kurulacak bir hayatın kitabıdır; Kur’an hayatın bizatihi kendisidir. Kur’an bu yönüyle muazzam bir mucizedir; bütün münkirleri, müşrikleri ve bilmişleri aciz bırakır.
Hayat şu kadar gün, saat ve dakikada okunup bitirilecek bir ‘yazı’ değildir. Hayat yaşanarak okunur. Yeni yapılacak bir binanın plan ve projesi tekrar tekrar okunup katlanarak çantaya konulmaz, rafa kaldırılmaz. Binanın projesini ‘okumak’, adım adım, aşama aşama temelden çatıya doğru binayı yapmakla olur. Her şeyiyle kâğıda akşedilmiş olan proje, konulduğu tozlu dosyadan çıkarılıp ‘okunmuyorsa’, bu, projenin herhangi bir sebeple atıl kaldığını gösterir.
Kur’an, tek tek mümin fertler tarafından okunmak ve onunla yetinmek üzere indirilmiş bir kitap değildir. Çünkü Kur’an Allah’ın, Rasulünün ve müminlerin üstün tutulduğu yeni bir dünya kurmak istemektedir. Bu yeni dünyayı kuracak olan, Müslümanlar topluluğudur. Kur’an’ı okuyan mümin, bizzat Kur’an’ın onu bireyselliğe terk etmediğini, ivedilikle onu bir Cemaat’e üye yapmak istediğini anlar. Kur’an, kendisini tilavet eden mümini ele alır, onu belli bir eğitim sistemine dahil ederek, güzelce ‘adam’ eder, sonra o ‘güzel adam’ı İslam dediğimiz bir sürece katar. İman etmiş ve takvalı olmuş bu müminin hayatını baştan ayağa değiştirir. Üzerinde şirk, nifak, küfür, riya namına bir şey bırakmaz. Milliyet, vatan, ırk anlayışını vb. düzeltir. Kişiyi Allah’ın boyasıyla boyar. Kur’an, iman ederek kendisini tilavet edenleri AB’ne, NATO’ya vs. değil, İslam Milleti’ne üye yapar.
Mümin ferdi inşa ettikten sonra sıra Müslüman toplumun (ümmetin) inşasına gelmiştir. Çünkü ferdin imanını asıl, insanlık içerisinde ferdin nerede konumlanacağı belirleyecektir. Müminin kendisini cahiliyenin bütün kalıntılarından temizlemesi yeterli değildir. Allah tarafından tayin edilmiş bir halife olarak, emanet mümine tevdi edilmiştir. Mümin İslam ümmetinin inşasında da birinci dereceden görevli ve sorumludur.
Bu ülkede azımsanmayacak kadar Kur’an okunmaktadır. Üç yüzü aşkın Kur’an meali, bir o kadar tefsir ve Kur’an üzerine yazılmış, sayısını bilmediğimiz kitaplar, tezler, makaleler Müslümanlar tarafından harıl harıl tüketilmektedir. Kur’an okuma maksadıyla vakıflar, dernekler açılmaktadır. Radyo ve televizyonlarda Kur’an ve Türkçe anlamı okunmaktadır. Bazı radyolar sadece bu işe tahsislidir. Peki bütün bu okumalarla birlikte İslam’a daha mı yaklaşmaktayız? İslamî hareket gelişip gürbüzleşmektedir diyebilir miyiz? Oğlu binmiyor diye gemiden vazgeçmeyi düşünmeyen Nuh’lar, Babasının Allah düşmanı olduğunu söylemekten çekinmeyen İbrahimler, tanrı-krala varıp, “arınmaya niyetin var mı?” diyen Musa’lar, “bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız…” diyen Muhammed’ler (sav) artmış mıdır? Bunca Kur’an okumaya rağmen İslam neden mahpus durumundan kurtulamamaktadır?
Kabul etmeliyiz ki Kur’an, onun mahiyetine uygun olarak okunmamaktadır. Kur’an okumalarımız hanımların Cuma günleri toplanıp, bir nevi pasta günlerine renk katan Yasin okumalarından daha radikal değildir. Okuduğumuz Kur’an biz müminleri bir bütün halinde Rasulullah Muhammed (sav)’in sîretine sevk etmeliyken, bunun tam tersi olmaktadır. Kur’an okumalarımız arttıkça, onun üzerinde ileri düzeyde ilmî(!) tartışmalar da artmakta, Kur’an kıssaları üzerinde, Mekke müşriklerinin bile akıllarına gelmeyen fikirler teati edilmekte, Kur’an konuları üzerinde hezeyanlar uçuşmaktadır.
Kur’an okumak müminlere öncelikle, içinde yaşadıkları toplumun bir İslam toplumu olmadığını kavratmalıdır. Çünkü şirkten ve küfürden teberri etmenin başlangıcı burasıdır. Kur’an okuyan mümin Allah’ın ve Rasulünün yanını beğenip, “işte benim safım budur, bundan başka yer ararsam sapmışlardan olurum” demelidir. Kur’an’ı anlayarak okuyan bir mümin, seküler bir toplumda istifini bozmadan, İslam karşıtlığı üzerine kurulmuş sistemin işleyişine seçen ve seçilen olarak katılmak suretiyle ama namazına-niyazına son derece titizlenerek(!) ticaretini, hukuki meselelerini, eğitimini vd. bu isteme göre yaparak yaşamaya devam ediyorsa, Kur’an okunmuş mu olmaktadır?
Sözün özü, “Kur’an’ı anladığımız dilden okumak” diye özetleyebileceğimiz bugünkü Kur’an okumalarımız nebevî olmaktan ziyade, Protestanvari bir okumayı çağrıştırmaktadır. Müslüman fertler olarak Kur’an’ı -hem de çokça- okuyoruz ama bu okumamız ferdîliği aşmıyor. Kur’an’ın istediği o büyük inkılap bir türlü gerçekleşmiyor. Ferdî (sivil) dindarlıklar bizi tatmin ediyor. Bu dindarlıklarımız ise Kur’an’ın istediği İslamî inkılabın ayak uçlarına bile varmıyor.
Meramımı bir de şöyle bir temsille anlatayım. Farz edelim ki Kur’an bize, bu Kitabı tilavet etmemizi (ona uymamızı) ve Beytullah benzeri bir bina kurmamızı emretmektedir. Allah’ın bu emri karşısında biz Müslümanlar, Allah’ın “beyt kurun!” emrine hiç aldırış etmeksizin, henüz ortada hiçbir belirtisi olmayan, inşası için kolları sıvamadığımız (canımızı ve malımızı pazara çıkarmadığımız) beytin kapı tokmağının rengini, biçimini vs. tartışmaya başlıyor, bunu da en büyük dindarlık zannediyoruz. İçimizden kimileri Allah’ın bu emrini mecaza yoruyor, kimimiz emri yanlış anladığımızı, bu emrin Kur’an’ın indiği döneme has olduğunu, bugün artık anlamını yitirdiğini ileri sürüyor. Allah’ın emri üzerinde kılı kırk yaran gramer tahlilleri yapılıyor. Kur’an kendisine indirilmiş olan Rasulullah’ın ve sahabenin aklının kenarından bile geçmemiş anlamlar keşfediyor; adeta Allah’ın Kitabını Allah’a açıklamaya, O’na ve Rasulüne din öğretmeye kalkışıyoruz.
Bu yönümüzle, sığır kurban etme emrini orasından burasından çekiştirerek savsaklayan İsrail oğullarının bile gerisine düşüyoruz.
İslam davasının A’dan Z’ye bütün gerekenleri risalet ve nübüvvet örnekliğinde mevcuttur. ‘Kur’an okumak’ deyince aklımıza Rasulullah (sav)’in okuması gelirse, önemli bir noktayı yakalamış oluruz.
Mehmed Durmuş