Bir yanı orman bir yanı göl olan toprak yolda yürüyorum. Nereden gelip nereye gittiğimi bilmeden tozlu yolu adımlıyorum. Üzerimde yorgunluk sarhoşluğu var. Adımlarım zayıf ve dengesiz. Susadığımı hissediyorum. Çevremde bir akarsu yok, kurumuş boğazımı ıslatabilmek için göle yöneliyorum. Göl suyunun içilmesinin çok doğru olmadığını bilsem bile buna mecbur olduğumu hissediyorum.
Göle yaklaşıyorum. Kötü bir koku burnumu kesiyor adeta. Tiksinti ile bir avuç su için sahile vuran suya eğiliyorum. Aman Allahım, göl yüzeyinin tamamı küf tutmuş. Kirlenmiş, kirletilmiş göller denizler olduğunu duymuştum ama küf tutan bir göl hiç duymamıştım. Garip bir ürperti bedenimi sararken kendimi geriye atıyorum. Bu nasıl olabilir? Nasıl?
Şaşkınlığıma rağmen buna cevap arama üzerinde fazla duramazdım. Çok susamıştım, su bulabilmek ümidi ile tekrar yola düşüyorum. Ormana bakıyorum, bodur sayılabilecek çok gelişmemiş çam ağaçlarından oluşuyordu. Belli ki onlar da susuz kalmışlardı. Orman içinde de su bulamayacağımı anlamıştım. Toprak yolda yürümeye devam ettim.
Ne şehir, ne de insanlar geliyordu aklıma. Yanımızdan ayırmadığımız telefonla bile birilerini arayıp yardım istemeyi de düşünmedim hiç. Yalnızdım. Yalnız ve susuz… her yerde sıcak ve küf…
Nihayet kendimi bir marketin içinde buluyorum. Yorgun adımlarım beni yol kenarı olan bu markete getirmişti anlaşılan. Benzin istasyonu marketlerine benziyordu. Biraz köhne, sakin ve tozlu duruyordu ama olsun, bunun bir önemi yoktu şimdi. Medeniyete ulaşmıştım demek ki! “Başımın çaresine bakabilirim artık” gibi hissettim. Yine içimden bir “hele şükür” geçer gibi oldu. Hemen su reyonunu aramaya başladım. Rafta son kalan 5 şişe su gördüm. Ama hepsi de bir tuhaf duruyordu. Kimisi kabarcıklar çıkarıyor, kimisi renkli, kimisi küf tutmuştu. Şaşkınlığım çaresizliğe dönmüştü. Anlamak istiyordum bu saçmalığı. İçlerinden küf tutmuş bir şişeyi elime aldım. Yakından bakmak istediğim için yukarı kaldırırken şişenin elimde yamulduğunu fark ettim. Arkamdan genç bir bayan tezgahtar “abi su damlıyor üzerine, dikkat et” demesi ile irkildim ve şişeyi elimden attım. Üzerime damlayan suyun kokusu ile küf tutacağım korkusu beni sararken, bayan tezgahtarın küf tutmuş dünya ile beni uyarırken kullandığı ses tonundaki boş vermişlik, anlamsızlık karşısında çaresiz kalan aklın verdiği ızdırapla uyandım.
Odanın karanlığını pencereden içeri süzülen sokak lambası bozuyordu. Evimde olduğumu anlayınca rahatladım. Yatağımda doğruldum, su içmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Nasıl olsa su, aynı suydu, küf tutmuş olamazdı. Sonra “ ya ben” dedim, “ya ben küf tutmuşsam”!
Gözlerimi yeniden kapadım.