Genç adam yoğun bir gün yaşamıştı. Sabah tanık olduğu kurban olayından sonra uzun uzun düşünmüş, saatlerini pencere önünde sokağı izleyerek geçirmişti. Açlıktan zil çalan karnını bile ikindi vakti ancak doyurabilmişti. Yemekten hemen sonra da evden çıkmış, mağaza mağaza evine alacağı aynayı aramıştı. Evinde kırılan aynanın aynısını arıyordu. Bu aynayı bir zamanlar genç adamın annesi almıştı. Yıllar geçmişti üzerinden. Güzel bir aynaydı. Gümüş işlemeli, oval, sihirli duruşu sahip, büyükçe bir masa aynasıydı. Aynısını bulabilmeyi çok arzuluyordu genç adam. Aynadaki arkadaşını yeniden görmesi belki de buna bağlıydı.
Daha önce genç adamın aynalarla hiç arası olmamıştı. Evden çıkarken bile halim nasıldır diye bakmazdı. O yüzden ya paçaları katlı bir şekilde evden çıkardı ya da saçları darmadağınık. Böylece giyimi kuşamı ve genel hali, sokaktaki insanlar için dalga konusu olurdu. Ama aynayla arkadaşlık kurduktan sonra daha çok kendine bakar olmuştu. Zaten bir eksiği varsa aynanın içindeki arkadaşı da (öteki ben) çekinmeden uyarıyordu.
Ayna, genç adama çok iyi bir dost olmuştu. Aynanın sihirli olduğuna inanmıştı genç adam. Sihirli dostunu kaybetmeyi göze alamazdı. Onun içinde aynı aynadan bulmayı ümit ederek geç saatlere kadar gezindi. Ve netice de aradığını buldu. Çok sevinmişti. Hemen aldı. Yeni modeller göstermeye çalışan mağaza çalışanını duymuyordu bile.
Satın aldığı mağazanın içinde, bir kenarda, kimseye göstermeden küçük bir test yaptı. Arkadaşı ona orada görünmedi. Ama genç adam etkilenmedi bundan, eve gidince aynanın cevap vereceğini biliyordu. Kocaman aynayı kucaklayarak evinin yolunu tuttu.
Eve geldiğinde aynayı önceki yerine koydu. Karşısına geçip bir süre bakındı. Bir şeyler bekledi ama olmadı. Sonra üzerinde ki mavi ceketi çıkardı, bir kenara bıraktı. Mutfağa gitti. Biraz sonra elinde bir fincan dumanı tüten kahveyle döndü. Üşüyormuş gibi avuçlarına sarmıştı kahve fincanını. O halde gelip aynanın karşısına oturdu. Aynada renginin ne kadar solduğunu farketti. Bembeyaz olmuştu teni, tüm kanı çekilmişti sanki. Yorgun ve bitkindi.
Aynayı izlemeyi sürdürdü.
Kafası karışmıştı. Bir yardıma, bir desteğe ihtiyaç duyuyordu.
Aynayı izlemeye devam etti.
Sonra aynaya doğru seslendi genç adam:
-Hey, orda mısın?
Önce aynada bir silüet göründü sonra da o silüet konuştu.
-Ben hep yanındaydım genç adam. Beni neden ayna da arıyorsun. Dinlediğin sürece ben hep yanındaydım.
-Ohh, şükür. Seni gördüğüme sevindim. Aynayı kırdığım için özür dilerim.
-…
-Senle konuşmam lazım.
-Konuşalım öyleyse.
-Sana bir şey anlatacağım. Sabah evden çıktığımda büyük bir hengâmeyle karşılaştım. Bugün meğerse kurban bayramıymış. Merakıma karşı koyamadım ve insanların arasına karıştım. Herkes bir telaş içindeydi. Beni fark etmediler bile. Pazar yerinde geldiğimde üç arkadaşın kurban kesimine tanık oldum. Beni çok etkilediler. Çağdışı, kökeni eskilere dayanan, bencilce ve çok vahşice bir olay olarak biliyordum ben kurbanı. Ve aslında çoğu zamanda yaşananlar bildiklerimi doğruluyor. Ama geçenlerde okuduğum İbrahim’in kurbanı ile bugün gördüğüm kişilerin kurbanı birbirine çok benziyordu. Bu insanların, öte bir inanç uğruna kurban ettikleri bizzat kendileriydi. Oğul ya da dana fark etmez, bu insanlar öyle bir inanca sahipler ki kendi varlıklarını, öte inanç karşısında zayıf sayarak ama bunu da sağlam bir diyet ödeyerek ispat ediyorlar. Ve bu onları çok güçlü kılıyor. Böylece ayrı bir sorumluluk altına giriyorlar. Bir söz veriyor ya da bir sözü yerine getiriyorlar. Yani kurban kesimi tamamen sembolik bir olay olarak kalıyor. Bıçağı dayadıkları bizzat kendileri aslında.
-Bu doğru.
-Ama bu insanlar, hiç korkmuyorlar.
-Neden korksunlar ki?
-Benim korkularım gibi.
– Korkacak ne var?
-Korkacak ne mi var! Karanlık, karanlıklar. Yetmez mi? Ben her karanlıktan korkuyorum. Karanlığın içinden bir şey beni çekip alacak gibi hissediyorum. Ya orada kaybolursam, ne olacak sonra? Bir daha aydınlığı bulamazsam, kendimi göremez isem. Bu çok vahim değil mi sence? Ölümün kendisinden korkmuyorum, ölümü bekleyen yaşlı bir kaçık kadar cesaretim var elbet. Ama yok olmaktan korkuyorum. Karanlıkla yokluk aynı korkuyu hatırlatıyor bana. Her gün yaşadığım dünyanın, gece karanlığında kaybolduğuna ve her sabah aydınlıkla yeniden ortaya çıkışına şahitlik ediyorum. Yaşamla ölüm gibi. Her geceyi ayakta geçiriyorum biliyorsun. Ağaçları, kuşları, insanları hatta evleri bile ölmüş gibi hissediyorum geceleri. Ya tekrar uyanmazlarsa.
-Evet, bir gün uyanık kimse kalmayacak. Kıyametle yok olacaklar.
-Bak işte, sen de söyledin.
-Evet, söyledim. Zira kıyamet, tüm insanlığın kabul ettiği bir gerçek. İnsanında, dünyanın da, evrenin de bir gün yok olacağını tarih öncesi insanlar bile biliyordu.
-Nasıl olabilir?
-Çok basit; evreni yaratan ona bir de ömür biçmiş, bunu da kutsal kitaplarıyla, peygamberleriyle insanlara duyurmuş.
-Hz. İbrahim de biliyor muydu bunu?
-Elbette biliyordu.
-Öyleyse onu bu kadar cesur kılan bu inancıydı.
-O inanca ahirete iman derler. Ahirete iman eden insanlar dünyanın en cesur insanlarıdır.
-Buna gerçekten inanıyor musun?
-Sen de inanmaya başladın.
Genç adam tebessüm ederek;
-Bunu nereden anladın?
-İki saattir karanlıkta konuşuyoruz. Hiç aklına karanlık gelmedi. Korku sezinlemedim sende. Çünkü artık sen aydınlanıyorsun.
-Artık korkmayacak mıyım?
-İnandığın kadar.
Aynada ki silüet ve genç adam, karanlık oda da bir süre karşılıklı sessizce bakıştılar. Bu arada genç adam, karanlık oda da, görebildiğim kadarıyla, cesaretinden ötürü ağlıyordu.
SON